Melike İnci: Ölümsüz

Melike Inci

ÖLÜMSÜZ

Seçmelere gelen dansçıların fotoğraflarını çekmem için çağırmışlardı. Soğuk bir nisan sabahı çıktım evden. Kış bir türlü gitmiyordu bu şehirden. Mutsuz şehirde mutsuz sabahlar artmıştı. Bindiğim otobüstekiler göz göze gelmemeye özen gösteriyorlardı. Artık mutsuz insanları belgelemekten de yorulmuştum. Necip ile akademide paylaştığımız simitlerin hatırına bu işi kabul etmiştim. Operadaki Hayaletin modern dans yorumu için gelecek olan gençlerin fotoğraflarını çekmek benim için zevk olacaktı.

Necip, devlet tiyatrosuna kabul edildiğinde, bir dönem çok iyi kazanmıştı. Oyuncu olarak yetenekliydi, ama en büyük hayali kendi tiyatrosunu açmak, yönetmen olmaktı. İhtilalden sonra kadrolar değişince o da devlet memurluğundan istifa etmek zorunda kaldı. Bu zorunluluktan memnundu ama işler o kadar kolay gitmiyordu. Zar zor İstiklal caddesinde bir salon tutabilmişti. Tüm birikimleri de salonun içinin yenilenmesine gitmişti. Kendi oyunlarına para bulamadığından, salonu dışarıdan gelen gruplara kiralıyordu. Gelen gruplar da çoğunlukla eski okul arkadaşları olduğundan fazla para almıyordu.

Bu dans gösterisini ona getiren de akademiden bir dostumuz, Salim. O hepimizden akıllı çıkmıştı. Mezun olduktan kısa bir süre sonra açtığı dans stüdyosunda çocuklarının bir sanatla uğraşmasını, daha doğrusu günün belirli saatlerinde ayakaltında olmamalarını isteyen aileler sayesinde kısa zamanda çok zengin olmuştu. Bale için yeterince disiplinli olmayanları ve bale için ailelerini ikna edemeyen erkek çocuklarını modern dans sınıfına alıyordu. İstese İstanbul’un en iyi salonunu kiralayabilirdi. Ama dedim ya akademi de paylaşılan simitler bizi birbirimize susamın pekmeze yapıştığı gibi yapıştırmıştı.

Tozlu tırabzana tutunarak salonun üst katına çıktığımda Operadaki Hayaletle değil ama kendi hayaletimle karşı karşıyaydım. Şehnaz. AKM’nin eski baş balerini Şehnaz. Akademinin en güzeli. Benim ilk aşkım. İlk hayal kırıklığım. Bugün etrafımda mutsuzluktan başka bir şey görmememin başlıca sebebi.

“Çekme lütfen.”

“Ama çok güzelsin.”

“Projen için filmin kalmayacak. Hem çok sıkılıyorum sürekli fotoğrafımı çekmenden.”

“Ölümsüzleştiriyorum seni.”

“Beni ancak benim yapacağım işler ölümsüzleştirebilir.”

“O başka, bu başka…”

“Neyse ne… ben salona dönüyorum.”

Hırsı, disiplini onu en tepeye çıkarmıştı. Hayatında baleden başka bir şeye yer olmadığını zor yoldan öğrenmiştim.

“Neyin var senin? Bugün her zamankinden daha somurtkansın.”

“Bu buluşmalar daha ne kadar sürecek?”

“Bu ne demek şimdi?”

“Fuat, benim her saniyem kıymetli. Böyle abuk sabuk buluşmalarla vaktimi harcayamam.”

“Ne yani?”

“Yani, artık görüşmeyelim.”

“Biri mi var?”

“Ya siz erkekler ne kadar zavallısınız.”

“Ne diyorsun sen?”

“Anlamadın hala. Ben öyle evde oturup çocuk büyütecek bir kadın değilim. Sonuna kadar hayatımdaki en önemli şey bu.”

“Öyle olduğunu biliyorum. Ben sana, evde otur, demiyorum ki. Zaten çok az görüşüyoruz.”

“İşte anlamıyorsun. Benim çok az bile vaktim yok.”

Yine bana bir şey deme fırsatı vermemişti. Ve bir daha da bir şey söylememe izin vermedi. Bir süre gösterilerini izleyerek yetinmeye çalıştım. Sonra kendime eziyet etmekten vazgeçtim. Daha doğrusu Necip ile Salim, beni, nefrete dönüşen aşkımı kusturana kadar içirdiğinde hissizleştim. Yıllar içinde Şehnaz’a karşı içimde biriktirdiğim ne kadar aşk, sevgi, nefret, kin, intikam hissi varsa iki büyükle eridi gitti.

Bir gün bir prova sırasında yaralandığı haberini gazetede okuduğumda bile bir şey hissetmemiştim. Ne acıma, ne sevinç. O dönemde, Salim ona iş teklifi götürmüştü. Kabul etmemiş, “Ya en tepedesindir, Salimciğim, ya da yok olursun. Paraya da ihtiyacım yok,” demişti.

“Ne bekliyordun, abi? Onca zaman yalan mı söyledik.”

“Ben bu kadarını beklemiyordum.”

“Öyledir Şehnaz. Varsan en tepede olmalısın.”

Şimdi karşımda duruyordu. Duvar boyası rutubetten çatlamış, yerleri tozlu bekleme salonunda kumaşı solmuş minderleri göçmüş koltukta oturuyordu.

“Şehnaz Hala, beni seçerler, dii mi? Ben Salim Hocanın öğrencisi olmadığım için zorluk çıkmaz, dii mi? Hem çıksa da senin eski arkadaşın…”

“Sen iyiysen kimsenin grubuna dâhil olman gerekmez. Bunu sana kaç kere söyleyeceği? Ayrıca tanıdıklarınla değil, yeteneğinle bir yere varabilirsin.”

“Sonra da ayağını kırıp, mutsuz bir insan olursun.”

“Haddini bil! Tüm zamanımı senin doğru düzgün bir sanatçı olman için kullanıyorum.”

“Hiç arkadaşın olmadığı için. Kendi çocuğun olmadığı için.”

“Bunu yapmayı istediğim için.”

Yeğeni ile didişmekten beni fark etmemişti. Fark etmesini de istemedim. Zaten tanımasına imkân yoktu. Yıllar ona, o kendine iyi davranmıştı. Yıllardır AKM’nin baş balerini değildi; zira disiplininden zerre ödün vermediği koltuktaki eğreti ama asil oturuşundan, giydiği krem rengi döpiyesten ve topuzundan belli oluyordu. Saçları dağınık, özensiz giyinmiş, köylü gibi oturan, küstah gözlerle bakan yeğenine bir saniye bile tahammül edemediğine bahse girebilirdim.

“Şimdi sıra sende küçük hanım. Bu maskeyi yüzüne tutup kameraya bakıyorsun.”

“Böyle mi?”

“Evet, çok güzel. Çekiyorum…”

O seçmelerin sonucu ne oldu, bilmiyorum. Gösteriyi görmedim bile. Şehnaz’a o gün tek kelime etmememin sebebini bu resimde apaçık görüyorum. Tüm ihtişamına rağmen yenilgiyi kabullendiği fotoğraf çekilirken gözlerini kaçırmasından belli oluyor. O gün, ona yaklaşmaya korktuğumu sanmıştım; şimdi anlıyorum ki, aslında ben onu daha fazla yaralamak istememişim.

Şehnaz. Ölümsüz ama yenik.

Aralık 2010