Dördüncü mesele

“Olacak her şey yazılmıştır.” (Ahmed, 1/307; Taberani, el-Kebir, 11/123-223) hadisi olduğuna göre

“Bana dua edin, kabul edeyim.” (Mü’min, 60) ayetinin anlamı nedir?

Dua da olacaklardan ise, ayrıca onu emretmenin ne anlamı var? Değil mi ki kesinlikle vuku bulacak?

Buna karşılık diyeceğimiz şudur:

Duanın icabeti gerektirmesi, diğer salih amellerin sevabı gerektirmesi ve sair sebeplerin sonuçları gerektirmesi gibidir. Dolayısıyla bir kimse:

“Dua, talep edilen ve istenen şeyin husûlüne ilişkin salt bir alamet veya bir delalettir, sebep değildir.” Ya da:

“Sadece bir ibadettir, talep edilen şeyin varlığı veya yokluğu üzerinde herhangi bir etkisi yoktur, bilakis dua ile hasıl olan bir şey, dua olmadan da hasıl olur.” dese iki zayıf değerlendirmeyi dile getirmiş olur. Çünkü yüce Allah, dua ile icabet=kabul arasında, sebep ile sonuç arasındaki ilişkiye benzer bir ilişki kurmuştur:

“Rabbiniz dedi ki:

“Bana dua edin, kabul edeyim.” (Mü’min, 60) ayetinde olduğu gibi.

Buhari ve Müslim’de de peygamber efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu belirtiliyor:

“Bir müslüman Allah’a dua ettiği zaman, bu duası günah ve akrabalık bağlarını kesmek gibi bir unsuru içermiyorsa, Allah, mutlaka ona şu üç şeyden birini verir: Ya ona istediğini verir. Ya ona denk bir hayrı onun için sevab hanesine kaydeder. Ya da ona denk bir kötülüğü ondan uzaklaştırır.”

Orada bulunanlar:

“Ya Rasulallah! Biz çok dua etsek de mi?” dediler. Buyurdu ki: “Siz çok dua ederseniz, Allah da çok verir.” (Tirmizi, Dua, 3; Ahmed, 3/18)

Burada peygamberimiz (s.a.v.) ilâhî bağışla dua arasında, emredilen amellerle bunların karşılıkları ve vaadler arasındaki ilişkiye benzer bir ilişki kuruyor.

Ömer b. Hattab şöyle demiş:

“Ben dualarımın kabul edilmesi hususunda bir sıkıntı çekmiyorum. Bilakis dua etme hususunda sıkıntı çekiyorum. Dua ilham edildiği zaman, kabulü de onunla beraberdir.”

Bu rivayetlerin benzerleri çoktur.

Ayrıca gözlemlenen realite de buna delalet ediyor ve dikkatlerimizi bu gerçeğe çekiyor. Tıpkı benzeri sebeplerin etkinliğine delâlet ettiği gibi.

Yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor:

“Andolsun, Nuh bize yalvarıp yakardı. Biz de duayı ne güzel kabul ederiz.” (Saffat, 75)

“Zünnunu da zikret. O öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum, diye niyaz etti. Bunun üzerine onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte biz mü’minleri böyle kurtarırız.” (Enbiya, 87-88)

“Yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri kılan mı?” (Neml, 62),

“Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen, varislerin en hayırlısısın. Biz onun da duasını kabul ettik ve ona Yahyayı verdik; eşini de kendisi için elverişli kıldık.” (Enbiya, 89-90),

“Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız O’na has kılarak Allah’a yalvarırlar. Fakat onları salimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki, Allah’a ortak koşmaktadırlar.” (Ankebut, 65)

“Denizde dağlar gibi akıp gidenler de O’nun delillerindendir. Dilerse O, rüzgarı durdurur da onun üstünde kala-kalırlar. Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır. Yahut yaptıkları yüzünden onları helâk eder. Birçoğunu da affeder. Böylece ayetlerimiz üzerinde tartışanlar, kendilerine kaçacak bir yer olmadığını bilsinler.” (Şura, 32-35)

Burada yüce Allah, dilerse onları helâk edebileceğini haber veriyor. Böylece günahlarından dolayı onları muaheze etmeyi ve birçok günahlarını affetmeyi bir arada zikrediyor. Bununla beraber O’nun ayetleri hakkında mücadele edenler, O’ndan kurtuluş olmadığını da biliyorlar. Çünkü bu gibi durumlarda, Rabbin rububiyeti, kudreti, meşiyeti ve rahmetine delalet eden kanıtlara bir takım şüphelerle yaklaşıldığını bilir. Ama, içine düştüğü kötü akıbetten de kurtuluş olmadığını bilir.

Nitekim başka bir ayette şöyle buyuruluyor:

“Onlar, Allah hakkında mücadele edip dururken O, azabı pek şiddetli olandır.” (Ra’d, 13)

Hiç kuşkusuz zorunlu etkinliğe sahip sebeplerin etkisiyle nefiste oluşan bilgiler, en sabit ve en köklü bilgilerdir. Ki bunları salt kıyasi bakışı ortaya çıkarır. O da, bu gibi durumlarda insanın iç dünyasında şu tarz sorulara kaynaklık eder:

Rab, bizzat gerektirici midir?

O, kendiliğinden hadiselerin meydana getiricisi olamaz mı?

Dua edilmeden ve istenmeden bir şeyi meydana getiremez mi?

Alemi değiştiremez mi? O, bütünsel ve ayrıntılı bilgiye sahip midir?

Durumları değiştirmeye, halden hale çevirmeye kadir midir?

Bir halden bir hale çevirilme yönünde bir istek olmadan bunu yapamaz mı?

Yoksa -felsefecilerin ve diğer sapık grupların iddia ettiği gibi- bu özelliğe sahip değil midir?

Dolayısıyla celal sahibi Allah kimini cezalandırıp kimini affettiği gibi, riyakar kimseleri ve ayetleri hakkında tartışanları da bilir. Ayetleri hakkında girdikleri tartışma yüzünden başlarına gelen akıbetten kurtulmalarına imkân yoktur. O, azabı pek şiddetli olandır. Başka bir yerde, çeşitli görüşler ve dini yaklaşımları çerçevesinde bu ve benzeri meseleler hakkında geniş açıklamalara yer verdik.

Şunu demek istiyoruz: Bilinmesi gereken şudur:

Dua ve istek, talep edilenin ve istenenin elde edilmesinin sebebidir, bu hususta duanın varlığı ile yokluğu bir değildir ve salt bir alametten ibaret olduğu da söylenemez. Kıble ehlinden ve başka ekollerden kimi gruplar bunu tartışma konusu yapmışsa da, Kitap ve sünnet bunu kesin bir dille ortaya koymuştur.

Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, Sabii, Mecusi ve Müşrik... bütün Ademoğulları bunu ikrar etmektedir. Fakat müşriklerden ve Sabiilerden ve de Aristo ve talebelerini izleyen Farabi, İbni Sina ve onların takipçileri gibi felsefi ekollerin mensuplarından olup Meşşailik felsefesini savunanlar -meşşailiği kelâma, tasavvufa ve fıkha karıştıranlar- diyorlar ki:

İstenene nail olma hususunda duanın etkisi -tıpkı diğer mümkün nitelikli mahlûkatın etkisi gibi- feleki ve doğal güçlerden, ayrıca nefsani ve akli güçlerden kaynaklanır. Böylece duadan sonra ortaya çıkan etkinliği, beşeri nefislerin etkisi olarak değerlendirirler ve bu hususta yüce yaratıcıya ayrıntılı bilmeyi veya alemi değiştirme kudretini ve de dilerse yaptığından başka bir şeyi yapma imkânını isnat etmezler. Dolayısıyla onların nazarında Allah insanların kemiklerini toplamaya ve parmak uçlarını bir araya getirmeye kadir değildir, bütün bunları ve sahip oldukları güçleri yaratan O olduğu halde ve O’ndan başkaca değiştirici güç ve kudret olmadığı halde...

“Eğer dua olacak şeylerdense ve bu olacak şeylerin vuku bulması da kaçınılmaz ise, dua edilmesini emretmenin ne faydası var?”

sözüne gelince;

Buna diyeceğimiz şudur:

Duanın emredilmiş olması, mutlaka oluşu gerektirmez. Bilakis Allah, kullarına dua etmeyi emrettiği zaman, kimi O’nun bu emrine itaat eder, duas

ı kabul olur ve maksadına nail olur. Bu da gösterir ki, bilinen ve takdir edilen şey dua ve icabettir. Kimisi de isyan eder; dua etmez ve duanın ilintili olduğu sonuç da gerçekleşmez. Bu da gösterir ki, malûmun ve takdir edilenin kapsamında dua da yoktur, icabet de. Şu halde olacak dua, daha önce olacağı bilinen duadır. Olmayacak dua da, daha önce olmayacağı bilinen duadır.

Eğer denilse ki:

“Olacağı bilinen bir duayı emretmenin ne faydası var?”

Buna karşılık deriz ki:

Emir de, emredileni yerine getirmeyle ilgili sebeplerden biridir. Tıpkı başka sebeplerinin olması gibi. Şu halde dua, belayı savan bir sebeptir. Duanın nedenselliği beladan daha güçlüyse onu savar. Eğer belayı doğuran sebep duadan daha güçlüyse dua onu savamaz; ancak belayı hafifletir, zayıflatır.

Bu yüzden güneş ve ay tutulmaları karşısında namaz kılma, dua etme, istiğfarda bulunma, sadaka verme ve köle azat etme emr edilmiştir.

Allah herkesten daha iyi bilir.