Kulun gerçek anlamda fail olmadığını söyleyenler

Çünkü açıkça söylenmiştir: “Kul; irade hususunda zorlama altındadır...

Fiillerinin faili değil, gerçekte...

Bu hüküm meşhurdur” sözüne gelince:

Buna cevap olarak denir ki:

Kulun gerçek anlamda fail olmadığını söyleyenler, Cehm b. Safvan’ın tabileri olan Cehmiye mezhebinin mensupları ile son kuşak alimler arasında onların görüşlerini paylaşan kimselerdir. Sahabelerden ve onlara güzellikle uyan tabiin kuşağına mensup alimlerden ve ümmetin imamlarından hiç kimse böyle bir şey söylememiştir. Dört imam da, başkaları da böyle bir görüş belirtmiş değildir. Bilakis, gerçek ve mecazi lafızlarla kelâmi görüşlerini belirten ve bu temel meselelerin tümünde selefin yolunu izleyenler:

Kul gerçek anlamda faildir, demişlerdir. Ebu Hanife, Malik, Şafii ve Ahmed b. Hanbelin izleyicisi büyük imamların tümü ve başkaları bu gerçeği dile getirmişlerdir. Kitapları buna ilişkin ifadelerle doludur.

Kulun mecazi anlamda fail olduğunu söyleyenler, şunu da söylüyorlar:

Fiil fail ile kaim değildir. Bilakis, fiil mef’ulun (yapılmışın, edilmişin) kendisidir...

Bunu söylemiş olmaları, onlar açısından kulun fiilinin failinin olmamasını gerektirir. Ne rabbin ne de kulun fail olmaması gibi bir durumu gerektirir. Kulun fail olmamasına gelince; fiiller onunla kaim olsa da, onlara göre kul, fail değildir. Rabbe gelince, onlara göre, fiil onunla kaim değildir. Ne bu, ne de şu. Oysa aklen kabul edilen fail, fiilin kendisiyle kaim olduğu kimseye denir. Tıpkı akıl normlarına göre, konuşmanın kendisiyle kaim olduğu kimseye konuşan, iradenin kendisiyle kaim olduğu kimseye irade eden, hayatın, bilginin ve kudretin kendisiyle kaim olduğu kimseye diri, bilen ve kudret sahibi denilmesi gibi. Hareket eden de, hareketin kendisiyle kaim olduğu kimseye denir.

Şu halde bunların, fiilin kendisiyle kaim olmadığı bir failden söz etmeleri, Cehmiye’nin ve Mutezile’nin ilk kuşak alimlerinin konuşmanın kendisiyle kaim olmadığı bir konuşandan, iradesini kendisiyle kaim olmadığı bir irade sahibinden, bilginin kendisiyle kaim olmadığı bir bilenden, kudretin kendisiyle kaim olmadığı bir kudret sahibinden.... söz etmelerine benzer. Bunların tümü batıl değerlendirmelerdir. Nitekim Allah’ın kelâmı ve sıfatlarının ispatı bağlamında bu görüşlerini dile getirmişlerdir. Bu konular ilgili bölümlerde geniş bir biçimde ele alınmışlardır.

Ehl-i sünnet imamlarının üzerinde birleştiği ve Mutezile’ye karşı bir kanıt olarak ileri sürdüğü temel ilke şudur:

Bir anlam bir yerde kaim olduğu zaman, hükmü bu yere egemen olur ve bu yer için, bu anlamdan bir isim türetilir. Bu anlamda başka yer için isim türetilmez. Hükmü de bir yere ait olur ve başka bir yer için geçerli olmaz. Nitekim hareket, siyahlık, beyazlık, sıcaklık ve soğukluk bir yerde kaim oldukları zaman, hareket eden, siyah, beyaz, sıcak ve soğuk olan bu yerdir, başka yer değil.

Ehl-i sünnet alimleri şunu da söylemişlerdir:

Kelâm ve irade için de aynı durum geçerlidir. Bu anlamlar bir yerde kaim oldukları zaman, konuşan ve irade eden bu yer olur, başkası değil. Demişlerdir ki:

Konuşan, ancak kendisiyle kaim olan bir konuşmayla konuşan olabilir. İrade eden de ancak kendisiyle kaim olan bir iradeyle irade eden olabilir. Aynı şekilde, ancak kendisiyle kaim olan hayat, bilgi ve kudretle diri, bilen ve kudret sahibi olabilir. Bunun kaçınılmaz sonucu da şudur:

Bir kimsenin fail olması, kendisiyle kaim olan bir fiilin bulunmasına bağlıdır.

Bu yüzden peygamber efendimiz (s.a.v.), Allah’ın sıfatlarına, fiillerine ve zatına sığınmış ve şöyle buyurmuştur:

“Allahım! Senin öfkenden hoşnutluğuna, cezandan affına, senden sana sığınırım. Seni eksiksiz bir şekilde övemem. Sen, kendini övdüğün gibisin.” (Müslim, Salat, 222; Ebu Davud, Salat, 148; Muvatta, Messul Kur’an, 31; Ahmed, 2/261)

İşte Ahmed b. Hanbel ve diğer bazı kimseler, bu hadisi, Allah’ın kelâmının mahlûk olmadığının kanıtı olarak göstermiş ve demişlerdir ki:

Çünkü Allah’ın sıfatına sığınılır. Mahluk olan bir şeye sığınılır mı?