Fiillerde benzeşme, sıfatlarda ayrışma

Fiillerde müşebbihe ve sıfatlarda muattile olarak belirginleşen Mutezile ekolünün fasit ilkelerinden biri şudur:

Onlar Allah’ı alemde yarattığı şeylerle vasfederler. Çünkü onlara Allah’ın kendisiyle kaim bir sıfatı, kendisiyle kaim bir fiili yoktur ki, Allah’ı onunla vasfetsinler. Bu yüzden Allah’ı alemde yarattığı şeylerle vasfetme yoluna giderler. Diyorlar ki:

Allah’ın rızası, gazabı, sevgisi ve buğzu yarattığı sevabın ve cezanın kendisidir. Ve şunu söylüyorlar:

Eğer Allah’ın kulun zulmünün ve yalanının yaratıcısı olduğunu kabul edersek, zalim ve yalan söyleyen O olur. Bunun gibi daha birçok görüşleri vardır ki, bunlar üzerinde iyice düşünüldüğü zaman kesinlikle yanlış ve fasit oldukları ortaya çıkar. Bu yüzden selef uleması ve mezhep imamları onlara sert eleştiriler yöneltmişlerdir. Özellikle Kur’an’ın mahlûk olduğunu söyledikleri zaman bu eleştiri ve saldırıların dozu iyice yükselmiş, şiddetlenmiştir. Selef uleması bu söylemin gerçekte Allah’ın kelâmını inkâr etmek olduğunu biliyordu. Çünkü Allah’ın kelâmı, O’nun yarattığı bir şey olsaydı, bu durumda yaratılan her kelâmın O’nun kelâmı olması gerekirdi. Kıyamet günü derileri konuşturması, dağları ve çakıl taşlarını tesbih getirerek konuşturması, elleri ve ayakları şahit tutması gibi şeyler de O’nun kelâmı olurlardı. Her şeyin yaratıcısı olduğu için de mevcut olan her kelâm, insanların her konuşması da aslında O’nun kelâmı, O’nun konuşması olurdu. İşte “Fusus” yazarı gibi, Cehmiye’nin hululcu (tanrının insanın içine hulul ettiğini savunan) ekolüne mensup olanların söylediği de budur zaten. Bu yüzden diyorlar ki:

Varlıktaki her söz O’nundur,

bizim nesir veya nazım olarak telafuz etmiş olmamız

fark etmez...

Oysa açık bir akli kanıt olarak bilinmektedir ki, yüce Allah bir sıfatı bir mahalde yarattığı zaman o bu mahallin sıfatı olur. Bir hareketi bir mahalde yarattığı zaman, hareket eden bu mahaldir. Bir rengi veya kokuyu bir cisimde yarattığı zaman, renklenen ve kokan bu cisimdir. Bir mahalde bir bilgi veya kudret ya da hayat yarattığı zaman alim, kudretli ve hayat sahibi olan bu mahalin kendisidir. Aynı şekilde bir irade, bir sevgi ve bir öfke bir mahalde yarattığı zaman da irade eden, seven ve öfkelenen söz konusu mahaldir. Bir kul için bir fiil yarattığında da fail kulun kendisidir. Dolayısıyla kul için yalan, zulüm veya küfür yarattığında yalancı, zalim ve kâfir olan kulun kendisidir. O’nun için namaz, oruç ve hac yaratırsa, namaz kılan, oruç tutan ve hacca giden kulun kendisidir.

Yüce Allah mahlûkatından hiçbir şeyle vasfedilmez. Bilakis O’nun sıfatları O’nunla kaimdirler. Seleften gelen temel prensiplerde ve gerek ehl-i sünnet ve gerekse başka gruplardan oluşan müslümanların çoğunluğunun düşüncesinde bu temel prensibin sıkça vurgulandığını görmek mümkündür. Müslümanların büyük çoğunluğu şu düşüncededir:

Allah’ın gökleri ve yeri yaratması göklerin ve yerin kendisi değildir, bilakis yaratma yaratılandan ayrıdır. Özellikle selefin mezhebi ve Allah’ın sıfatlarını ve fiillerini ispat hususunda selefle görüş birliği içinde olan ehl-i sünnet imamları bu düşünceyi özellikle vurgulamışlardır. Mutezile mezhebinin mensupları ile bu hususta onlarla aynı noktada buluşan Cehmiye ve Kaderiyeci ekoller, Eş’arî ve onunla görüş birliği içinde olup:

Yaratma yaratılandan ayrıdır, demeyenlere karşı bu prensibin kendileri açısından çelişki oluşturduğunu söylemişlerdir ve şu görüşü ileri sürmüşlerdir: Sıfat bir mahalde kaim olduğu zaman, bu sıfatın hükmü kaim olduğu bu mahale döner, başkasına değil,-Nitekim hareket, ilim ve kudret gibi arazlarla ilgili olarak bunu söylemektesiniz- dediğiniz zaman, ihsan ve adalet gibi Allah’ın sıfatları söz konusu olduğunda çelişkiye düşmüş olursunuz. Çünkü Allah başkasında yarattığı adaletle adil, başkasında yarattığı ihsanla ihsan sahibi ve başkasında yarattığı kelâmla kelâm sahibi olarak isimlendirilir.

Ehl-i sünnet ve başkaları ise bu temel prensibe bağlı kalarak onlara şu cevabı vermişlerdir:

Allah kendisi ile kaim olan adaletle adildir ve kendisiyle kaim olan ihsan ile ihsan sahibidir. Kul açısından hasıl olan mahlûk (Adalet ve ihsan olarak) ise, bunun eseridir. Nitekim Allah sıfatı olan rahmetle rahmandır, rahimdir. Ama yarattığı rahmet ise, bu sıfatının eseridir. Sıfatın ismi bazen, masdarın müsemması olan sıfata ad olur. Bazen de mütaallakı da olan mef’ulun müsemmasına ad olur. “Halk” (yaratma) lafzının bazen fiil, bazen de mahlûk anlamında kullanılır. Rahmet ismi de her ikisi için kullanılır. Aynı şekilde emir de “emere / ye’muru / emren” fiilinin masdarı anlamına geldiği gibi, bu fiilin mef’ulu anlamına da gelir. Aşağıdaki ayette olduğu gibi:

“Allah’ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.” (Ahzab, 38)

Aynı şekilde “ilim” lafzı da malûm için ve “kudret” lafzı da güç yetirilen için kullanılır. Bunun benzerleri çoktur.

İmam Ahmed gibi ehl-i sünnet imamları Allah’ın kelâmının mahlûk olmadığını kanıtlarkan peygamber efendimizin (s.a.v.) şu sözünü de kanıt olarak kullanmışlar:

“Allah’ın eksiksiz kelimelerine sığınırım.” (Müslim, Zikir, 54,55; Ahmed, 2/181)

Buna dayanarak: İstiaze (sığınma isteği) mahlûk olan bir şeyle olmaz, demişlerdir. Peygamberimizin (s.a.v.) şu hadisi de buna örnek oluşturmaktadır:

“Allahım! senin kızgınlığından hoşnutluğuna sığınırım, cezalandırmandan affına sığınırım, senden sana sığınırım.” (Müslim, Salat, 222; Ahmed, 1/58)

Bu mesele üzerinde iyice düşünenler göreceklerdir ki, bid’at ve sapıklık ehli olanlar, sünnet ve hidayet ehli olan herhangi bir gruba yüklendikleri zaman mutlaka içlerine bir takım bid’at ve sapıklıklar karıştırırlar. Özellikle bir hususta onlarla aynı noktada birleştikleri zaman, bunu başka hususlarla ilgili birer kanıt olarak kullanırlar ve gereklerini yerine getirmelerini isterler. Taki yapabilirlerse onları tıpkı hamurdan kıl çeker gibi dinden çıkarıncaya kadar uğraşırlar. Batıni Karamite grubu ve felsefecilerin bazı müslüman gruplara yaptıkları budur.