Adem ve Musa'nın tartışması

Hz. Adem (a.s.) Hz. Musa’yı (a.s.) tartışmada mağlup etti, çünkü Musa (a.s.) işlediği fiilden dolayı onu kınamıştı. Yasak ağacın meyvesini yemekle kendileri için bir musibetin meydana gelmesine neden olmuştu diye, eleştirmişti. Musa’nın onu kınaması, işlediği günahla Allah’ın hakkını çiğnemesinden dolayı değildi.

Nitekim Adem de yüce Allah’ın bize haber verdiği gibi bu günahtan tevbe etmişti:

“Adem rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti.” (Bakara, 37)

“Sonra rabbi onu seçkin kıldı; tevbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.” (Taha, 122)

Ayrıca Musa- Musa düzeyinde olmayan kimseler de- tevbe ve bağışlamadan sonra olmayacağını bilir. Hz. Adem, Allah’ın kendisine bildirmesi sayesinde, kaderin günahın bahanesi olarak algılanamayacağını, kadere dayanarak günahın savunulamayacağını çok daha iyi bilirdi. Ve yine Musa (a.s.) Allah’ın kendisine bildirmesi sayesinde bu gerekçeye karşılık vermeyi çok daha iyi bilirdi. Çünkü eğer bu savunma kınanma için geçerli olsaydı, Adem’in düşmanı olan İblis için de bir kanıt olurdu. Musa’nın düşmanı Firavun için de. Bütün kâfirler ve günahkârlar için de...

O zaman Allah’ın emir ve yasaklarının anlamı kalmazdı. Daha doğrusu kader, Musa’ya karşı Adem için bir gerekçe, bir savunma kanıtı olurdu. Çünkü Musa, başkasının işlediği bir fiilden dolayı başına bir musibet geldi diye başkasını kınamıştı. Üstelik bu başkasının yaratılmasından çok önce, bu fiil onun için yazılmıştı.

Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür.” (Teğabun, 11)

Enes şöyle der:

“On yıl boyunca peygamber efendimize (s.a.v.) hizmet ettim. Bir kere olsun bana öf demedi. Yaptığım herhangi bir iş için, niçin yaptın? diye çıkışmadı. Yapmadığım bir iş için de, niçin yapmadın? demedi. Eşlerinden biri, bir şeyden dolayı beni azarlayacak olsa “bırakın onu” eğer bir şey takdir edilmişse olur, derdi.” (Müslim, Fedail, 51, Ebu Davud, Edeb, 1, Darimi, Mukaddime10)

Hz. Aişe’nin (r) şöyle dediği rivayet edilir:

“Resulullah (s.a.v.) bir kere olsun eliyle bir hizmetçiyi, bir kadını veya bir hayvanı dövmedi. Allah yolunda cihad ettiği sıralar hariç. Kendisine yapılan hiçbir kötülükten dolayı intikam almaya kalkışmadı, ancak Allah’ın haramlarının çiğnenmesi durumu başka. Biri Allah’ın koyduğu haramları çiğnedi mi artık Allah için intikam alıncaya kadar hiç kimse onun öfkesinin karşısında duramazdı.” (Buhari, Edeb, 80, Hudud, 10, Müslim, Fedail, 77)

Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Eğer Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsa, mutlaka onun elinin keserim.” (Buhari, Hudud, 11; Müslim, Hudud, 9; İbni Mace, Hudud, 2547)

Şu halde peygamberimiz (s.a.v.) Allah’ın emir ve yasakları hususunda durmaksızın itaat etmeye koşardı, Allah’ın koyduğu hudutların dışına çıkanlara karşı Allah’ın öngördüğü cezai müeyyideleri derhal uygulardı. Allah için bir iş yaptığı zaman kınayanın kınamasından korkmazdı. Ama kendisiyle ilgili olmak üzere biri onu incitseydi ve bir kusur işleseydi, affeder ve kaderi göz önünde bulundurarak onu sorumlu tutmazdı.

İşte bu, Allah’ın nimet verdiği peygamberlerden doğrulardan şehidlerden ve salihlerden oluşan kimselerin yoludur. Ne güzel yoldaştır onlar! Böyle bir davranış, herhangi bir insanın fiili söz konusu olmaksızın semavi musibetler gibi takdir edilen olaylar karşısında takınılması gereken bir davranıştır. Ya da insanın fiili söz konusu olsa da, artık kişinin sorumlu tutulmasına imkân yoksa da bu davranışı esas almak gerekir. Adem (a.s.) peygamberin işlediği fiil gibi. Çünkü artık şeran onu kınamaya imkân yoktur; tevbe ettiği için. Kaza ve kaderin varlığından dolayı takdiri olarak da onu kınamaya imkân yoktur. Bir adam bir başka adama zulmederse, zulme uğrayan kimsenin adalete uygun olarak uğradığı zulüm kadar karşı taraftan intikam alma hakkına sahiptir. Ama onu bağışlaması kendisi için daha iyidir.

Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:

“Yaralar da kısastır. Kim bunu bağışlarsa kendisi için keffaret olur.” (Maide, 45)

Üçüncü grup:

Bunlar kaderi hiçbir şekilde dikkate almayan kimselerdir; ne kulların fiilleri kapsamına giren kusurlar, ne de başlarına gelen musibetler bağlamında...

Bilakis, bunların tümünü kula izafe ederler. Bir kötülük işledikleri zaman istiğfar ederler, bağışlanma dilerler. Kuşkusuz bu davranışları güzeldir; ancak bir kulun fiili sonucu başlarına bir musibet geldiği zaman, bu musibetin aleyhlerine gelişmesine esas oluşturan kaderi dikkate almadıkları gibi, kendileri hakkında kusur işleyen kimse için de, bırakın onu, eğer bir şeye kader kapsamında hükmedilmişse, mutlaka gerçekleşir, demezler. Özellikle başlarına gelen bu musibet kendi günahları nedeniyle gerçekleşmişse, kadere hiçbir şekilde ilgi duymazlar.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“İki katını düşmanınızın başına getirdiğiniz bir musibet, kendi başınıza geldiği için mi, bu nasıl oluyor, dediniz? De ki: O, kendi kusurunuzdandır.” (Al-i İmran, 165)

“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” (Şura, 30)

“Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nankördür.” (Şura, 48)