İnsanların üç fırkaya ayrılması

Sözünü ettiğimiz bu grup, bu noktada üç ayrı fırkaya bölünüyorlar.

Birinci Fırka:

Allah’ın iradesi, sevgisi, rızası ve benzerleri kadimdirler. O, mü’min olarak öleceğini bildiği kimseden ezelden beri razıydı. Kâfir olarak öleceğini bildiği kimseye de ezelden beri öfkeliydi. Nitekim Kulabiyye, hadis ehli ve sofular da bu görüştedirler. Bunlar açısından, hadiselerin olması teselsülü gerektirmez; ancak sevilen hikmet meselesi çerçevesinde bunlarla tartışan grupların büyük bir kısmı bu noktada onlara itiraz etmektedirler. Nitekim irade konusunda da onlara itiraz etmişlerdir. İtiraz edenler diyorlar ki:

Madem ki irade ezelden beri vardı ve kadimdir, ayrıca bütün zamanlar ve bütün hadiselerle münasebeti aynı düzeydedir, bu demektir ki, bütün zamanlar içinde bir zamanı bir oluşa, bütün yapılmışlar içinde de bir yapılmışa özgü kılmak, özgü kılmayı gerektirici bir etken olmaksızın gerçekleştirilmiştir.

Bunlar da itirazcılara şu karşılığı vermişlerdir:

İradenin bir özelliği de özgü kılınmasıdır. Bu sefer itirazcılar şöyle demişler:

İradenin özelliği özgü kılınmanın cinsidir. Fakat şu muayyen şeyi şu muayyen şey karşısında özgü kılmak iradenin bir gereği, vazgeçilmezi olamaz. Bilakis bunlardan birini iradeyle öbürüne göre özgü kılmayı gerektiren bir sebebin olması kaçınılmazdır. Bir insan kendi içinde bir şeyi özgü kılma duygusunu hissedebilir. Ancak bu insan bilir ki, şundansa şunu özgü kılması, özgü kılmayı gerektiren bir sebebe dayanmaktadır. Ancak iradesinin gerçekleşebileceği her açı birbirine eşit olsaydı, bütün benzerleri içinde birinin özgü kılınmasının imkânı olmazdı. Çünkü bu, tercih edeni olmayan tercih olurdu. Böyle bir şey de caiz görüldüğü zaman yaratıcıyı ispat etmenin kapısı kapanmış olur. Diyorlar ki: Bunun üzerinde düşünen, bakışlarını meselenin derinliklerine yönelten kimse gerçeği anlar. Ama başkasının sözünü, işin aslını araştırmadan tekrarlayan bir kimse de doğal olarak meseleye itirazını sürdürecektir.

Cumhurun bunlara karşı söylediği ise şudur:

Diyelim ki, söylediğiniz gibi, yüce Allah ezelden beri, yapacağı şeyden yapma-sından önce razıydı, onu seviyordu ve onunla seviniyordu; acaba bu şeyi yaptığı zaman, onu yapmasıyla sevdiği, razı olduğu ve sevindiği bir hikmet de hasıl olur mu, yoksa ezelde olandan başka bir şey hasıl olmaz mı? Eğer, ezelde olandan başka bir şey hasıl olmaz, derseniz, size şöyle denir: Bu demektir ki, o şey, yaptığı şeyleri ihdas etmesi olmaksızın hasıl olmuşlardır. Böylece yapılmış şeylerin, öbürünün hasıl olması için yapılmaları imkânsız olur. Çünkü sizin bu sözünüz, yapılmış şeyler, Allah’ın meydana getirdiği bir sebep olmaksızın meydana gelmişlerdir, anlamını içerdiği gibi, O’nun bunları, sevdiği ve razı olduğu bir hikmet olmaksızın yaptığı, anlamını da içeriyor. Ardından şunu diyorlar: Dolayısıyla sizin bu sözleriniz, bir fiilin gerçekleşmesini mümkün kılan mukarin iradenin, sevginin ve hikmetin olumsuzlanması anlamına gelir.

İkinci Fırka:

Fiile taalluk eden hikmet, Allah’ın dilemesi ve kudretiyle hasıl olur. Tıpkı fiilin O’nun dilemesi ve kudretiyle hasıl olması gibi. Ardından şunu söylüyorlar:

Eğer bu, Allah’ın zatıyla kaim olursa, bu, O’nun haber verdiği sair sıfatlarının ve fiillerinin O’nunla kaim olması gibidir. Mutezile ise, sıfatların ve fiillerin O’nunla kaim olmasını olumsuzlar ve sıfatları araz, fiilleri de sonradan olma (hadis) olarak isimlendirir. Bundan da şu sonucu çıkarıyorlar: Araz ve hadis şeyler O’nunla kaim olmaz...

Onların bu sözlerinin gerçek anlamını bilmeyenler de onların Allah’ı eksikliklerden, ayıplardan ve kusurlardan tenzih ettikleri vehmine kapılırlar.

Kuşkusuz yüce Allah’ın her türlü ayıptan, eksiklikten ve kusurdan tenzih edilmesi gerekir. Çünkü O, küddustur, selamdır ve sameddir. Yani her türlü kemal sıfatına sahip olmak bakımından eksiksizdir. Bu öyle bir kelamdır ki, kulların bunu bütün gerçekliğiyle kavramalarına imkân yoktur. Her türlü noksanlıktan münezzehtir ve bu öyle bir münezzehliktir ki, kulların bu münezzehliğin kemalını idrak etmeleri imkânsıdır. Bir varlık açısından eksikliği gerektirmeyecek şekilde kemal niteliği gerçekleşmişse, bilinmelidir ki, yüce yaratıcı bu hususta O’ndan daha çok kemal sıfatına layıktır ve ondan daha mükemmeldir. Bir mahlûk herhangi bir noksanlıktan tenzih ediliyorsa, bilinmelidir ki, yüce yaratıcı O’ndan daha münezzehtir, bu eksiklikten tenzih edilmeye, beri kılınmaya ondan daha çok hak sahibidir.

Osman b. Said ed-Darimi, Ebu Cafer et-Taberi ve Ebu Bekir el-Beyhaki gibi birçok kanaldan, Ali b. Ebu Talha’nın İbni Abbas’a dayanarak “es-Samed” kelimesini şöyle açıkladığını rivayet etmiştik:

“Efendiliğinde kemale ermiş efendi, şerefinde kemale ermiş şerefli, azametinde kemale ermiş azim, hikmetinde kemale ermiş hikmet sahibi, zenginliğinde kemale ermiş zengin, ceberutunda kemale ermiş cebbar, ilminde kemale ermiş alim, hilminde kemale ermiş halim.. Şeref ve üstünlüğün her türünde kemale ermiş zat yani. O da yüce Allah’tır. Bu sıfatlar da O’ndan başkasına yaraşmaz. O’nun dengi yoktur, O’na benzeyen hiçbir şey yoktur. Bir ve kahhar olan Allah münezzehtir.” (İbni Cerir, 30/223, Beyhaki, el-Esma ve’s Sıfat 1/108)

“Samed” kavramına ilişkin bu tefsiri Abdullah b. Ebu Salih Muaviye b. Salih’ten, o Ali b. Ebu Talha el-Valibi’den rivayet etmiştir. Fakat denilmiştir ki:

Ravi bu tefsiri İbni Abbastan dinlemiş değildir, bilakis böyle bir tefsir selef alimlerinden sabittir. Said b Cübeyr’in “Samed” kavramını şöyle açıkladığı rivayet edilmiştir:

Sıfatları ve fiilleri bakımından kamil olan...

Ebu Vail Şakik b. Seleme’nin şöyle dediği rivayet edilir:

Samed, üstünlüğünün en son sınırında olan efendi demektir.

Bu ve benzeri görüşlerle Said b. Müseyyeb, Said b. Cübeyr, el-Hasan, es-Süddi ve ed-Dahhak gibi selef ulemasının birçoğundan aktarılan- samed, boşluğu olmayan demektir, şeklindeki açıklama ile çelişmezler. Bu son açıklama Abdullah b. Mesud’dan ve Abdullah b. Büreyde’den, o da babasından mevkuf ve merfu olarak rivayet etmiştir. Başka yerlerde uzun uzadıya açıkladığımız gibi, samed kavramına ilişkin bu yorumların her ikisi de gerçektir.

Araz kelimesi sözlükte insana arız olan hastalık ve benzeri şeylere denir. Aynı şekilde havadis ve muhaddesat kelimelerinden de insanın meydana getirdiği yerilmeyi gerektiren fiiller ve meşru olmayan bid’atlar anlaşılır. Ya da insanda meydana gelen hastalık ve benzeri şeyler anlamını ifade eder. Yüce Allah’ı, bunlardan çok daha basit, az buçuk noksanlık ima eden niteliklerden dahi tenzih etmek gerekir. Böyleyken bu gibi olgulardan tenzih edilmez mi?

Ancak Mutezililer, Allah araz ve havadisten münezzehtir, derken asıl maksatları O’nun sıfatlarını ve fiillerini olumsuzlamaktır. Çünkü onlara göre, bilgi, kudret, meşiyet, rahmet, sevgi, rıza, sevinç, yaratma, ihsan, adalet, gelme, varma, inme, istiva etme gibi olgular O’nunla kaim değildirler. Aynı durum yüce Allah’ın diğer sıfat ve fiilleri için de geçerlidir.

Müslümanların büyük çoğunluğu bu hususta onlarla ihtilaf halindedir. Bazı gruplar sıfatlar hususunda onlarla tartışırlarken, fiiller konusunda ihtilaf etmemektedirler. Bazı gruplar sıfatların bir kısmı hakkında onlarla tartışırlarken, diğer bazı sıfatlarla ilgili olarak onlardan farklı düşünmemektedirler. Bazı gruplar kadim fiil hakkında onlarla tartışmakta ve:

Edilmiş ve sonradan olma olsa da Allah’ın kadim fiilidir, demektedirler. Kimileri de irade hakkında böyle bir açıklama getirmektedir. Başka yerlerde bu görüşleri, bu görüşleri savunanları ve bunlara ilişkin kanıtlarını uzun uzadıya ele aldık.

Bizim maksadımız burada sözü edilen soruya grupların verdikleri cevapları ana hatlarıyla insanların dikkatlerine sunmaktır.

Bu ikinci gruba:

Daha önce yokken meydana gelen bir hikmeti ispat ettiğiniz zaman, zincirleme oluşu da kabul etmiş olmuyor musunuz? diye sorulduğu zaman, şu cevabı verirler:

Bu hikmetin meydana gelişi ile ilgili olarak söyleyeceklerimiz, Allah’ın meydana getirdiği sair edilmişlerin meydana gelişi hakkında söyleyeceğimiz sözden farklı olmayacaktır. Biz bu bağlamda Allah’ın önceden yokken bazı hadiseleri meydana getirdiğini kabul edenlere hitab ederiz. Biz, O, hadiseyi sonradan olma bir hikmetle meydana getirir, dediğimiz zaman, artık bu, zincirleme oluşu gerektirir, diyemez. Aksi taktirde ona şu karşılığı veririz:

Hikmeti takip eden olayın oluşu hakkında söylenecek söz, ayniyle hikmetin oluşu hakkında da geçerlidir. Senin buna vereceğin cevap neyse, o, aynı zamanda bizim de cevabımızdır.

Üçüncü Fırka:

İkinci grup birinci grupla tartışınca, hadis, fıkıh, tasavvuf ve kelâm imamlarından oluşan üçüncü grup onlara şöyle demişlerdir:

Bu, cedelle ilgili zorunlu bir kanıttır. Sizin elinizde bu zincirleme oluşu olumsuzlayacak ne şeri, ne de akli bir kanıt vardır. Bilakis zincirleme oluş iki türlü olduğu gibi, devir de iki türlüdür.

Birincisi, illetler ve malullar hususunda zincirlemedir ki, bu, ilim ehlinin ortak görüşüyle imkânsızdır.

İkincisi, şartlar ve sonuçlarla ilgili zincirleme oluştur. Bunun caiz oluşuyla ilgili olarak da müslümanlar ve başka zümreler iki görüş ileri sürmüşlerdir. Kelâm, hadis ve felsefe ehlinden bazıları bunu caiz görürler.

Selef kuşağı ve Allah dileyince her zaman kelâm sıfatına sahiptir ve Allah’ın meşiyetine ve kudretine taalluk eden fiiller ve benzeri şeyler daima O’nunla kaimdirler, diyen imamlar da bunu caiz görenler arasında yer alırlar.

Bu gruplar, hasımlarının sonuçların zincirleme oluşunu olumsuzlamak, geçmiş zamanda mütenahi olan bir şeyin varlığının imkânsızlığını ortaya koymak hususunda ileri sürdükleri kanıtların zayıflığını ortaya koymuşlardır. Birinin fazla olmasına rağmen iki cümlenin mütabık oluşu ile ilgili kanıt ve çift ve tek kanıtı gibi. Ki bu gruplar bunların yanlışlığını ortaya koymuşlardır ve gelecekte de hadiselerin meydana gelişini göstererek bu kanıtların çelişkili olduklarını gözler önüne sermişlerdir. Yine söz konusu kanıtlarının yanlışlığını, sayıların dizilişi, Allah’ın güç yetirdikleriyle birlikte bildikleri gibi başka yerlerde uzun uzadıya açıklanan kanıtlar aracılığıyla ortaya koymuşlardır.

Devir de iki türlüdür. Bir şeyin önde ve öne geçmişliği şeklindeki bir daire imkânsızdır. Şu ancak şundan sonra, şu da ancak şundan sonra olur gibi. Buna illetler dairesi de denir. Olguların beraberliği ve mukarinliği şeklindeki bir daire ise, şöyle izah edilir:

Şu ancak şununla beraber olur, şu da ancak şununla beraber olur. Buna da şartların ve izafeler ve mütelazim olgular dairesi diyoruz. Böyle bir devir caizdir.

İşte başta zikrettiğimiz soruya çeşitli grupların verdikleri cevaplar bunlardan ibarettir. Bunun sonucunda çeşitli görüşler ortaya çıktı.

Birincisi: Allah’ın fiillerinin de hükümlerinin de illetlerinin olmadığını belirtenlerin görüşü.

İkincisi: Bunların illetlerinin olduğunu söyleyen, ama mef’ulları arasında onlardan ayrı ve farklı illetler öngörenlerin görüşü.

Üçüncüsü: Bunları Allah ile kaim ve kadim olgularla illetlendirenlerin görüşü.

Dördüncüsü: Bunları Allah ile kaim, O’nun kudretine ve dilemesine taalluk eden olgularla illetlendiren, ancak cinslerinin hadis (sonradan olma) olduğunu söyleyenlerin görüşü.

Beşincisi: Bunları Allah’ın dilemesine ve kudretine taalluk eden olgularla illetlendirenlerin görüşü. Bunlar şunu da söylüyorlar:

Eğer hikmetin gerektirdiği fiil, tür olarak hadis ise, hikmet de öyledir. Eğer dilemesine taalluk eden bir söz veya fiilin O’nunla kaim olduğu ve bunun ezelden beri böyle olduğu takdir edilirse, hikmet de bu nitelikte olur. Dolayısıyla içindeki parçaları hadis olsalar da tüm olarak tür kadim olur.

Aslında hasrediciyi bölmek sûretiyle de söz konusu soruya cevap vermek mümkündür. Şöyle ki:

“Yüce Allah’ın daima daha önce olmayan olguları var ettiği kuşku götürmez bir gerçektir. Dolayısıyla meydana gelen bu fiillerin bir başlangıçlarının olması zorunlu olacaksa, başlangıç itibariyle sonsuz olmamaları caiz olduğu gibi, sonları itibariyle de sonsuz olmamaları da caiz olacaktır. Bunların başlangıçlarının olması gereklilik olarak ortaya çıkarsa, bu durumda hadiselerin zincirleme oluş söz konusu olmaksızın oluşlarının mümkün olduğu da ortaya çıkacaktır. Biri dese ki:

Eğer Allah sonradan olma (muhdes) bir illetle bir fiili işliyorsa, bu illetin oluşu ile ilgili olarak söylenecek şey, malulunun oluşu için de geçerli olur. Bu da zincirleme oluşu kaçınılmaz kılar.”

Bu taktirde verilecek cevap şudur:

Hadiselerin başlangıçlarının olması gerekir. Eğer Allah bir fiili bir hikmete dayalı olarak işlerse ve bu fiil de, hikmeti de sonradan olmadır. Ancak sonradan olma bir illetin sonradan olma bir illetinin olması zorunlu değildir. Hadiselerin başlangıçlarının olmasının caiz görülmemesi durumu başka. Ancak hadiselerin başlangıçlarının olması caiz görüldüğünde böyle bir sorunun da anlamı kalmaz. Hadiselerin başlangıçlarının olmasının caiz görülmesi durumunda böyle bir sonuç çıkıyorsa, vacip görülmesi durumunda böyle bir sonucun çıkması çok daha gerekli olmaz mı?

Eğer: Müslümanlara, diğer dinlerin mensuplarına ve hatta insanların büyük bir kısmına göre hadiselerin son itibariyle sonsuz olmamaları caiz olduğu gibi başlangıç itibariyle de sonsuz olmamaları da caizdir, denilse, bu hususta bizim söyleyecek bir sözümüz yoktur. Fakat bazı bid’atçı gruplar buna karşı çıkmışlardır. Bunlardan Cehm b. Safvan gibileri cennet ve cehennemin yok olacağını söylemişlerdir. Ebu’l Hüzeyl gibileri de cennet ehlinin hareketlerinin yok olacağını söylemişlerdir. Çünkü sözünü ettiğimiz bu iki kişi, hadiselerin cinslerinin sonlarının olmasını zorunlu görürler, başlangıçlarının olmasını da zorunlu gördükleri gibi. Fakat hadiselerin başlangıçları hususunda onlarla aynı görüşü paylaşanların büyük çoğunluğu, hadiselerin sonları hususunda onlara muhalefet etmişler ve:

Hadiselerin başlangıcı vardır, ama sonları yoktur, demişlerdir.

Üçüncü bir grup da, hadiselerin ne başlangıcı vardır, ne de sonu vardır, demişlerdir. Bu üç görüş de müslüman gruplar arasında bilinen görüşlerdir.

Bu açıklamaları yaparken maksadımız şudur:

Cevap iki taktir esasında belirginleşiyor. Buna göre, hadiselerin başlangıç itibariyle nihayetlerinin olmamasını caiz görenler, hadiselerin zincirleme oluşlarını da caiz görürler. Diyorlar ki:

Bu ise, sonuçlar ve şartların zincirleme oluşunu doğurur. İlletler ve müessirlerin zincirlemesini değil. Oysa imkânsız olan birincisi değil, ikincisidir. Buna karşı çıkanlarsa şunu diyorlar:

Kelâm ehlinin ilk kuşağı ile son kuşağı, hadis ehlinin ilk kuşağı ile son kuşağı tarafından dile getirildiği gibi, bu, ikinci şıkkın imkânsızlığına ilişkin bir kanıt oluşturmaz. Hadiselerin başlangıçlarının olmasını gerekli görenler, mef’ulun (yapılmış) meydana gelişi hakkında dediklerini illetin meydana gelişi hakkında da diyorlar. Çünkü onlara göre, bu anlamda ikisi arasında bir fark yoktur.

Aslında mevzuyu hasredici cevaplardan biri de şudur:

Allah’ın yaratmasını bir illete dayandırmak ya caizdir, ya da değildir. Eğer caiz değilse, bu, ilk şıkkın vurgulanması anlamına gelir. Bu taktirde de buna abes demenin imkânı yoktur. Müsemma bunu abes olarak isimlendirirse, bu isimlendirmesi abes olmayacağı gibi, gerçekleşen şey açısından da bir ayıp sayılmaz. Çünkü biz illetlendirmenin imkânsız olması ihtimalini esas alarak konuşuyoruzdur. İlletlendirme imkansız olduğu zaman, bunu söylemek bir zorunluluk halini alır. Müsemma artık dilediği şekilde onu isimlendirebilir. Şayet Allah’ın yaratmasını bir illete dayandırmak caiz görülürse, bunun da hadis bir illete dayandırılması ya caiz olur, ya da olmaz. Eğer bu caiz değildir, denilirse, illetin kadim olması gereği ortaya çıkar. Bu taktirde de malulun kadim olması imkânsız olur. Çünkü biz böyle bir durumda yapılan ve hadis olan bir şeyin kadim bir illetle illetlendirilmesinin caiz olması ihtimalini esas alarak konuşmuş oluruz. Eğer bunun sonradan olma bir illetle illetlendirilmesi caizdir, denilirse, bunu söylemek de mümkün olur.

Ya da şöyle demek gerekir:

Hadiseleri faile ait sonlu bir illetle gerekçelendirmek gerekir ki, takdir edilmiş ve irade edilmiş olsa da, bir hikmete dayalı olarak onunla kaim olması gereken sonradan olma bir şeyin onunla kaim olmasını gerektirmesin. Eğer birincisi kabul edilirse bu, sonradan olma illetin ondan ayrı olmasını gerektirir. Bu taktirde de failin, olmayan hadiseleri, kendisinden başkası tarafından meydana getirilmiş bir illete dayalı olarak, hem de hadiselerin evvelini gerektiren bir sebebin oluşu ve de meydana getiricinin meydana getirileni yapması da söz konusu olmaksızın, yapması gibi bir durum zorunlu olarak ortaya çıkar. Eğer denilse ki:

Aksine kendisine dönük olmayan bir anlam söz konusu olmaksızın hadiseleri meydana getirmesi caiz değildir, bilakis, hadiselerin meydana gelişinde sebep ve hikmet rolünü oynayan şeyin onunla kaim olması gerekir. Bu taktirde de bunu söyleme gereği doğar.

Ya da şöyle denir:

Bu zincirleme oluşu gerektirir veya gerektirmez. Eğer, gerektirmez, denilirse, zincirleme oluş da zorunlu olmaz ve sakınca da ortadan kalkmış olur. Şayet, zincirleme oluş gereklidir, denilirse, bu taktirde de zincirleme oluş sakıncalı olmaktan çıkar. Çünkü esas alınan taktir şudur:

Zincirleme oluşu gerektirse de Allah’ın fiillerini sonradan olma bir illete dayalı olarak gerekçelendirmek caizdir.

Bilindiği gibi, caiz olan bir olgu imkânsız olan bir olguyu gerektirmez. Çünkü eğer imkânsızı gerektirirse, bu, onun, kendisi açısından caiz olsa da, başkasının etkisiyle imkânsız olduğunu gösterir. Takdir edilen şudur:

Bu, mutlak olarak caizdir ve imkânsız olmasını gerektiren bir durum yoktur. Bir şey de imkânsız olmasını gerektiren bir şey olmadan mutlak olarak caiz olursa, sabit oluşunu imkânsız kılan bir şey de onunla beraber gündeme gelmez. Bu taktirde de zincirleme oluşun imkânsız olmayışı ortaya çıkar.

İşte bu, görüşlerden herhangi birini bizzat gerekli görmeden soruya verilmiş bir cevaptır. Bilakis biz, meselenin özünde bir sakınca olmadığını genel olarak açıklıyoruz. Fakat soru, tümünü olumsuzladığımız fiilin abes oluşunun, yapılmış şeyin kadim oluşunun ve zincirleme oluşunu gerektiren altı önermesine dayanıyor.

Dolayısıyla birinci görüşün sahibi bunun abes olmayı gerektirdiğini kabul etmiyorum, ikinci görüşün sahibi, bunun yapılan şeyin kadim olmasını gerektirdiğini kabul etmiyorum.

Üçüncü görüşün sahibi de, bunun zincirleme oluşu gerektirdiğini, ya da sonuçlar açısından zincirleme oluşun imkânsız olduğunu kabul etmiyorum, diyor. Bunlar, gündeme gelmesi zorunlu olan dört imkânsızdır ve bunların tümünün birden fasit olması da imkânsızdır. Bilakis, bunlardan birinin mutlaka sahih olması gerekir. Hangisinin doğru olduğu ortaya çıkarsa, soru da anlamını yitirmiş olur ki, maksat da budur. Çünkü akli bir taksim, sözü edilen bu kısımların sınırlandırılmasını gerektirir. Artık bir kimse bu kısımlardan hangisini daha yakın görüyorsa, düşüncesini ona dayandırır. Biz, bu meselenin temel prensipleriyle, bu prensiplerin gerektirdiği sonuçlarla ve başka grupların bu konuyla ilgili serdettikleri düşünceleriyle ilgili görüşlerimizi geniş bir şekilde sunduk. Burası bu açıklamaları uzunca ele almanın yeri değildir.

Burada bizim maksadımız müslümanların birliğini savunmaktır. Çünkü bu soru, alemin kadimliğini savunan grupların ortaya attıkları fikirlerden birini oluşturuyor. Biz, alemin kadim olduğunu savunanların şüphelerine cevap vermek maksadıyla kaleme aldığımız kitabımızda buna ilişkin değişik cevaplara yer vermiştik.

Bunlara verilecek cevaplardan biri şu olabilir:

Bu soru sırf alemin meydana gelişine özgü değildir. Bilakis varlık aleminde meydana gelen her hadiseyle ilgili olarak gündeme gelebilir. Meydana gelişse, gözlemlenen somut bir olgudur. Aklı başında olan herkes bu konuda görüş birliği içindedir. Dolayısıyla bir kimse göklerin ve yerin meydana gelişiyle ilgili olarak bu soruyu ortaya atarsa, ona karşı aynı soru, gözlemlenen hadiselerin oluşuyla ilgili olarak ortaya atılır.

Biz, her grubun bu bağlamda dayandığı kanıtların cinsine dikkat çektik. Fakat bu meseleyi bir de grupların cevapları bağlamında yeniden ele almak bu bir kaç sayfaya sığmaz. Zaten konunun akışı da böylesi geniş çaplı bir değerlendirmeyi kaldırmaz.

Bu yazılanları anlayan bir kimse için konunun kapısı açılmış sayılır. Dolayısıyla buna benzer başka meseleleri irdelemekle konunun bütününü kavramasına imkân vardır. Çünkü bu konuyla ilgili açıklamaları tedrici olarak irdelemek gerekir, bir makamdan öbürüne geçerek yani. Ancak bu tedricilikle maksada erişilebilir çünkü. Aksi taktirde görüşlerin kanıtlarını ve yöntemlerini, karşı çıkan grupların verdikleri cevapları iyice özümsemeden bu konuyla ilgili olarak ortaya atılan görüşlere patavatsız bir şekilde hücum ederse, bunları hiç de gerekmediği halde, tasdik etmektense, reddedip yalanlamaya daha yakın olur.

Bu nedenle bu gibi müşkül meseleleri ele alırkan her görüşün dayandığı kanıtları, karşı tarafın argümanlarını birer birer incelemek gerekir. O zaman yüce Allah’ın doğru yola iletmeyi dilediği kimse için bu konuyla ilgili hak yol belirginleşmiş olur. Allah bir kimseye nur vermemişse, onun nuru olmaz. Allah hakkı söyler ve doğru yola iletir.

Allah en iyi bilen ve en hikmetli olandır.

Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Salat ve Selam Hz. Muhammed’in, ehl-i beytinin ve ashabının üzerine olsun.