Yapabilirlik ve fiil

Meselenin izahı şudur:

Yapabilirlik, Allah’ın kitabında iki türlü kullanılmıştır:

1 - Fiil için şart olan yapabilirlik:

Bu, emir ve yasağın ilgili olduğu yapabilirliktir. Aşağıdaki ayetlerde buna işaret edilir:

“Yoluna gücü yetenlerin O evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.” (Al-i İmran, 97)

“O halde gücünüz yettiğince Allah’a isyandan kaçının.” (Teğabun, 16)

“İçinizden, imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse...” (Nisa, 25)

“(Buna imkân) bulamayan kimse, hanımıyla temas etmeden önce ardarda iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen altmış fakiri doyurur.” (Mücadele, 4)

“Oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakir doyumu kadar fidye gerekir.” (Bakara, 184)

Peygamber efendimizin (s.a.v.) İmran b. Husayn’e söylediği:

“Ayakta namaz kıl. Eğer yapamıyorsan, oturarak kıl. Bunu da yapamıyorsan, yanın üzere yatarak kıl.” (Buhari, Taksir-us Salah, 19) sözlerini de buna örnek gösterebiliriz.

Çünkü eğer bu nasslarda değinilen “yapabilirlik” ancak fiille beraber olan bir şey olsaydı, hac, ancak hac yapmakta olana, iki ay oruç ancak oruç tutmakta olana, namaz kılmak da ancak namaz kılmakta olana farz olurdu. Bu durumda da şöyle bir anlam karşımıza çıkardı:

“O ayda oruç tutanlara yoksulu doyurmak düşer...”

Oysa ayet, ramazan ayında oruç tutmakla yoksulu doyurmaktan birini tercih edecek kimseler hakkında inmiştir.

2 - Fiille beraber olan yapabilirlik.

Buna, gerektirdiği fiille eşzamanlı yapabilirlik de denir. Bu, yapabilirliğin ikinci türüdür. Aşağıdaki ayetlerin bu tür yapabilirlikle ilgili olduğu söylenmiştir:

“Ki onlar, beni zikretme (konusun)da gözleri bir perde içindeydi. (Kur’an’ı) dinlemeye katlanamazlardı.” (Kehf, 101)

“Onların azabı kat kat olacaktır. Çünkü onlar (gerçekleri) ne görebiliyorlar ne de kulak veriyorlardı.” (Hud, 20)

“Gerçekten biz onların boyunlarına, çenelere kadar (dayanan) halkalar geçirdik; bu yüzden başları yukarı kalkıktır. Biz onların önlerinde bir sed, arkalarında da bir sed çektik. Böylelikle onları örtüverdik, artık görmezler.” (Yasin, 8-9)

Dolayısıyla yukarıdaki ayetlerde olumsuzlanan yapabilirlik –ister haber olarak olumsuzlansın, ister başlangıç itibariyle olumsuzlansın- emir ve yasak için şart olan yapabilirliktir. Çünkü bu yapabilirlik olumsuzlandığı an, emir ve yasak da olumsuzlanır. Vaad ve tehdit, övgü ve yergi, sevap ve azap da öyle. Bilindiği gibi, insanlar yapabilirliğe sahip oldukları zaman emir ve yasağa muhatap olur, kendilerine bazı vaadlerde bulunulur veya azap tehditleri yöneltilir. Bundan da anlıyoruz ki, yukarıdaki ayetlerde olumsuzlanan yapabilirlik, “Elinizden geldiğince Allah’tan korkup sakının.” (Teğabun, 16) ayetinde zikredilen ve emir ve yasağın da şartı olan yapabilirlik değildir.

Fakat şöyle denebilir: Buradaki yapabilirlik, Hızır’ın Musa’ya söylediği:

“Sen benimle beraberliğe sabredemezsin?” (Kehf, 67, 72, 75) sözde olumsuzlanan yapabilirlik gibidir. Çünkü, eğer olumsuzlanan yapabilirlikten maksat, sırf yapan ve yapmayan arasındaki beraberlikse, bu durumda yerilenlerle mü’minler ve de Hızır ile Musa arasında bir fark olmazdı. Çünkü bir fiili yapsın veya yapmasın, fiilin yapılmasından önce hiçbirinde beraberlik olmaz. Oysa Kur’an, bu yapabilirliğin, fiili işleyenden değil, yapmayandan olumsuzlandığına delalet ediyor. Bundan da anlaşılıyor ki, buradaki yapabilirlik, kişinin kalbini bir fiili irade edip işlemekten alıkoyan engellerden farklıdır. Her halukârda bu yapabilirlik, fiili işleyeceği yazılan, daha doğrusu böyle hükmedilen kimse ile ilgili olarak olumsuzlanmıştır.

Bu taksim anlaşılırsa, “Kul, yaptığından başkasını yapamaz, Allah tarafından bilinen ve takdir edilenden başkasını yapamaz.” şeklindeki mutlak çıkarsama ile “Yapanla yapmayanın yapabilirlik gücü eşittir. Yapmayana göre yapan kimse özel bir yapabilirlik gücüne sahip değildir” şeklindeki mutlak çıkarsamanın ikisinin de yanlış ve bid’at olduğu da anlaşılır.

Bu yüzden ümmetin selefi ve imamları, kelâm ehlinin büyük bir kısmı, Allah’ın olmayacağını bildiği ve haber verdiği ve gücü yetmediği için değil, istemediği için kendisinden sadır olması imkânsız olan şeylere de kadir olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Sadece Cehmiye ve Kaderiye gibi bazı sapık gruplar ile Sabiilik çizgisindeki felsefeciler bundan farklı bir görüş benimsemişlerdir. Onlar, güç yetirileni var olanla sınırlandırırlar. O’nun kudretini de var olmasını dilediği ve varolacağını bildiği şeylerle sınırlandırırlar. Onlara göre, olmayacağını haber verdiği şeyler O’nun kudretinin kapsamına girmez. Nitekim Nazzam ve el-Esvari de bu görüşü tercih etmişlerdir. Bir başkası da şu iddiada bulunmuştur:

“Bu alemden başkası Allah’ın yapabilirliğinin kapsamında değildir ve sapmış olanı hidayete erdirmek gücünün dahilinde değildir.”

Oysa yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.” (Kıyamet, 3-4)

Halbuki, Allah, insanın parmak uçlarını bir araya getirmez.

“De ki: Allah’ın size üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azap göndermeğe ya da birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya gücü yeter.” (En’am, 65)

Cabir’den şöyle rivayet edilmiştir:

“De ki: Allah’ın size üstünüzden (...) bir azap göndermeğe gücü yeter...” ayeti inince, Resulullah:

“Senin zatına sığınırım” dedi. veya “ayaklarınızın altından...” ifadesi inince: “Zatına sığınırım, dedi. “Ya da birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya...” ifadesi inince: “Bu ikisi öncekilere göre daha kolaydır.” buyurdu.” (Buhari, Tefsir, 6. sure 2; Tirmizi, Tefsir, 6. sure, 2)

Yüce Allah bir diğer ayette şöyle buyurmuştur:

“Eğer isteseydik, her nefse hidayetini verirdik.” (Secde, 13)

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebine mensup kelâmcılardan:

“Kul, bilinenin hilâfına olarak, yaptığından başkasını yapmaya kadir değildir.” şeklinde bazı görüşler aktaranlar, kudreti mutlak olarak olumsuzlamış olmak bakımından yanılıyorlar. Ama, yapmayana değil, sadece yapana özgü olan kudreti olumsuzlamış olmakla da isabet etmişlerdir. Teklifi mala yutak (güç yetirilemeyeni teklif etme)’ın caiz olması hususunda çıkan tartışmaların temeli de budur.

Çünkü:

“Yapabilirlik ancak fiille beraber olur. Fiili yapmayanınsa o fiile hiçbir durumda gücü yetmez.” diyen kimse aslında şunu demiş oluyor:

“Allah’a isyan edene, Allah güç yetiremeyeceği bir şeyi emretmiştir.” Ayrıca şunu da demiş oluyorlar:

Bütün kullara güç yetiremeyecekleri şeyler emredilmiştir. “Fiili yapabilme gücü, onu terk etme gücüdür” diyen de aslında şunu demek istiyor:

“Kullar, takat getirmek, güç yetirmek ve yapabilmek bakımından eşit oldukları şeylerle mükellef kılınmışlardır. Bir fiili yapan kimse, onu yapmayan kimseye göre, özel bir yapabilirliğe sahip değildir.” Dolayısıyla:

Kul, güç yetiremediği şeyle mükellef kılınmıştır, demek:

Kul, yaptıklarını yapmak zorundadır, fiilleri hususunda bir zorlama tesiriyle hareket eder, demek gibidir. Çünkü, emre muhatap kimse ile ilgili olarak kudreti olumsuzlamakla, bir yasağa muhatap olan kimse ile ilgili olarak zorlamayı (cebri) olumlamak arasında bir fark yoktur. Bu da, kul, Allah’ın bildiğinin ve takdir ettiğinin aksine şeyler yapma gücüne ve yapabilirliğe sahiptir, demek gibidir.

Ümmetin geçmişi (selef kuşağı) ve imamları, bu tür değerlendirmeleri, mutlak tanımlamaları reddederler. Özellikle olumsuzlamaya ve olumlamaya dönük mutlak tanımlamaların her birini reddetmişlerdir. Ancak, her iki doğrultudaki bu mutlak tanımlamalarda haktan bazı kırıntıların olduğunu da kabul etmek gerekir. O halde yapılması gereken, güzel ve yerinde ibareler kullanmaktır. Bunlar da çeşitli kaynaklarda rivayet edilmişlerdir ve haklarında nasslar vardır. Bir diğer gereklilik de, din usulünün diğer bölümleriyle ilgili olarak belirginleşiyor. Dolayısıyla Allah’ın kelâmı, Resulullah’ın (s.a.v.) sünneti ve ümmetin selef kuşağının icma’ıyla sabit olan hususları muhkem nass olarak algılamak gerekir. Gerek olumsuzlama, gerekse olumlama doğrultusunda, karşılıklı olarak dile getirilen, hak ve batılı aynı oranda kapsama ihtimali bulunan son dönem ibarelerini ise, tafsilata ihtiyacı olan mücmel ve benzeşen metinler olarak değerlendirmek ve asla olumluluk veya olumsuzluk doğrultusunda mutlak tanımlar olarak algılamamak gerekir.

Başka yerlerde, Evzai’nin, Süfyan es-Sevri’nin, Abdurrahman b. Mehdi’nin, Ahmed b. Hanbel’in ve diğer imamların, mutlak cebri olumlayıcı ve mutlak olarak olumsuzlayıcı ifadeleri hoş karşılamayan açıklamalarına yer vermiştik.

Güç yetirilmeyeni emretme meselesi de öyle. Hiçbir imam, ne olumlama, ne de olumsuzlama yönünde mutlak bir ifade kullanmış değildir. El-Hallal’ın arkadaşı Ebu Bekir Abdulaziz “Kitab-ul Mukni” adlı eserin mukaddimesinde yer alan “Kitab-ul Kader” bölümünde şöyle der:

Bu meseleyle ilgili olarak Ebu Abdullah’tan uyacağımız bir söz gelmiş değildir. Bu hususta insanlar arasında ihtilaf vardır. Bazıları:

Güç yetirilmeyenin emredildiğini savunurken, başkaları, bunu tamamen olumsuzluyor ve böyle bir şeyi imkânsız görüyor... Bize göre, -ki Kur’an niyetimizin doğruluğunun tanığıdır- yüce Allah, mahlûkatın, hem güç yetirdikleri, hem güç yetirmedikleri hususlarda kendisine kulluk etmelerini öngörür... Bölümün sonunda şöyle der:

Biri bu sözümüze karşı çıkarak şöyle diyebilir:

“Eğer Allah’ın kuluna güç yetirmediği bir şeyi emretmesi caiz ise, bu durumda kör birine renkleri yapmasını, yatalak olana yürümesini, eli olmayana bir şeyi tutmasını... v.s. emretmesi de caiz olur!”

Buna şöyle cevap verilir: İbni Abbas:

“Kıyamet gününde onları, yüzükoyun haşrederiz.” (İsra, 97) ayetiyle ilgili olarak, “bu, onları yüzükoyun yürütürüz demektir.” demiştir. İbni Abbas’ın yüzükoyun yürümekle ilgili bu sözüyle birlikte, sordukları bütün soruların dayanağı ortadan kalkıyor.

Devamla şöyle diyor:

Daha önce Ebu’l Hasan’dan -Eş’arî’yi kastediyor- aktardığımız açıklama, bu konuyu yeterli oranda vüzuha kavuşturuyor. Kadı Ebu Ya’la şöyle der:

“Ebu’l Hasan’ın -Ebu’l Hasan el-Eş’ari- sözleri aktarılınca, görüldü ki, imkânsız olduğu için değil, ama kulun yapmaya güç yetirdiği şeyi emretmek caizdir. Fakat imkânsız olanı emretmek caiz değildir...” şeklinde bir ayırım yapıyor. Ebu’l Hasan el-Eş’ari’nin bu sözlerinden “varlığı imkânsız olanın emredilmesi doğru mudur, değil midir?” ihtimali de seziliyor. Doğru olanı, bizim sözünü ettiğimiz tafsilatı yapmaktır. Muhali emretmek, iki zıddın bir arada olması, sonradan olanın kadim, kadim olanın da sonradan olan olması gibi imkânsız olan şeyler, kulun yapmaya güç yetiremediği şeylerdir. Ya da acizliğinden dolayı güç yetiremediği şeyler vardır. Ayağa kalkamayan yatalak, konuşamayan dilsiz gibi. Bu gibi şeylerin emredilmesi de caiz değildir.

İkincisi:

İmkânsız veya aciz olduğu için değil, terk ettiği ve aksi bir şeyle meşgul olduğu için yapmaya güç yetiremediği şeylere gelince; buna, küfür halinde iman etmekle mükellef olan kâfiri örnek gösterebiliriz. Çünkü kâfir, iman etmekten aciz olmadığı gibi, iman etmesi imkânsız da değildir. Böyle birisi, geçimini temin etmekle uğraştığı için ilim öğrenmeye güç yetiremeyen kimse gibidir...

Kadı Ebu Ya’la’nın dedikleri bundan ibarettir. Fukahanın ve kelâmcıların çoğu bu görüştedir. İmam Ahmed’in arkadaşlarının çoğu da bu düşünceyi benimsemiştir. Kadı Ebu Ya’la’nın aktardıklarını Kadı el-Mansus da Eş’ari’den nakletmiştir. Diyor ki:

Ebu Bekir Abdulaziz, Ebu’l Hasanın konuyla ilgili sözlerini zikretmiştir. Nitekim musannif de onun sözlerine yer vermiştir. Ayrıca musannif onu destekleyenlerin ve karşı çıkanların görüşlerini de aktarmıştır. Çünkü o, İmam Ahmed ve diğer ehl-i sünnet imamlarına bağlı olduğu söylenen kelâmcılar arasında yer alır. Nitekim kendisi de kitaplarında bu bağlılığını ifade etmiştir.

Ebu’l Hasan’ın bağlılarına gelince, bazıları, Kadının aktardığı sözleri kabul etmişlerdir. Ebu Ali İbni Şazan ve tabileri gibi. Bazıları da karşı çıkmışlardır. Ebu Mahummed el-Lebban, Razi ve bazı gruplar gibi. Bunlar demişlerdir ki:

İki zıddın bir arada bulunması ve yapmaktan aciz olunan şey gibi imkânsız olanın emredilmesi caizdir.

Üçüncüsü:

Bu görüşü, Ebu Bekir Abdulaziz zikretmiştir. Yüzükoyun yürümek ve kör olanın yazıya noktalama işaretlerini koyması gibi normalde imkânsız da olsa, özünde mümkün olan şeylerin emredilmesi caizdir.

Kadı Ebu Ya’la’nın üstadı Ebu Abdullah b. Hamid “Usul” ünde diyor ki:

Tefrik etme ve mutlak olarak tanımlama ile ilgili değerlendirmelerin her ikisi de İmam Ahmed’in arkadaşlarından aktarılmıştır.

Diyor ki: Kadericiyelerin Sınıfları