Allah ve peygamberi sevmenin delili

Allah’ı sevdiğini iddia edip de resule tabi olmayan kimse, yalan söyler. Onun sevgisi sırf Allah için değildir. Bilakis, eğer Allah’ı seviyorsa, mutlaka onun sevgisinde şirk vardır. O, mutlaka hevasına tabi oluyordur. Tıpkı Yahudi ve Hıristiyanların Allah’ı sevdiklerini iddia etmeleri gibi. Çünkü onlar, sevgiyi sırf Allah’a özgü kılmıyorlar, sırf O’nun sevdiğini sevmiyorlar, çünkü resule tabi olmuyorlar. Fakat Allah’ı sevdiklerini iddia etmelerine rağmen, Allah’ın buğzettiği şeyleri de sevdikleri için bunların sevgileri müşriklerin sevgileriyle aynı olmuştur. Aynı durum bid'atçılar için de geçerlidir. Dolayısıyla bir kimse, Allah için mürid olduğunu ve Allah’ı sevdiğini iddia edip de bununla resule tabi olmayı ve resulün emrettiklerine uymayı, nehyettiklerini de terk etmeyi kasdetmiyorsa, onun sevgisinde müşriklerin, Yahudi ve Hıristiyanların sevgisinden izler, kalıntılar vardır. Bu kalıntı ve izin oranı, anlayışındaki bid’at’ın oranıyla paraleldir. Çünkü meşru olmayan ve resulün davet etmediği şey demek olan bid’at’ı Allah sevmez. Çünkü Hz. Resul (s.a.v.) Allah’ın sevdiği her şeye davet etmiş, her türlü marufu emretmiş ve her türlü münkeri nehy etmiştir.

Öte yandan Allah ve resulü’nün sevmenin bir gereği de, Allah’a ve Resulü’ne karşı çıkanlara buğzetmek ve Allah yolunda cihad etmektir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir toplumun- babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Resulü’ne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir.” (Mücadele, 22)

“Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Allah onlara gazap etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar! Eğer onlar Allah’a, peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı onları dost edinmezlerdi; fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Maide, 80-81)

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.” (Mümtehine, 4)

Burada yüce Allah, müşrikler tek ve ortaksız Allah’a iman edinceye kadar, onlara karşı düşmanlıklarını ve nefretlerini ortaya koyan İbrahim ve beraberindekilerin mü’minler tarafından örnek alınmasını emrediyor. Şimdi bu emir nerede, iyiye iyi ve kötüye de kötü demeyenlerin çarpık anlayışları nerede!..

Bunlar, irade ve muhabbet yolunu genel olarak benimsemişler ve kitap ve sünnete bağlılık diye bir şeyi esas almamışlar. Tıpkı kelâm ve rey ehlinin gözlem ve araştırmayı esas almaları ve kitap ve sünneti dikkate almaları gibi. Dolayısıyla bunlar çeşitli sapıklıkların, öbürleri de daha başka sapıklıkların girdabına düşmüşlerdir.

Yüce Allah bunların durumuna şöyle işaret ediyor:

“... Benden size hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz. Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O: Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim! der. Buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana ayetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bu gün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!” (Taha, 123-126)

“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır.” (En’am, 153)

“Şüphesiz ki bu Kur’an en doğru yola iletir..” (İsra, 9)

“Size rabbinizden hak gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır.” (Yunus, 108)

Buna benzer birçok ayet vardır Kur’an’da...

Başka yerlerde bu temel konuyla ilgili detaylı bilgiler vermiştik.

Biri çıkıp da şöyle diyebilir:

Rububiyet tevhidinde yok olan (fena ehli) kişi, Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğuna tanık olur. Bu arada her şeyin gerisinde bir hikmetin olduğuna inanan biri de olabilir. Bu yüzden şöyle diyebilir:

Allah mahlûkatı bir hikmete dayalı olarak yaratmıştır. Allah bu hikmeti seviyor ve bundan razıdır. Allah sevmediği şeyleri de sevdiği şeyler için yaratmıştır. Dolayısıyla muhabbet ve rızayı birbirinden ayıranlar diyorlar ki:

Hasta, ilacı ister; ama onu sevmez. İlaçla elde edilen sonucu sever. O da sağlıktır, hastalığın ortadan kalkmasıdır.

Yüce Allah da bütün mahlûkatı meşiyetiyle yaratmıştır. Dolayısıyla O, yarattığı her şeyi irade etmiştir. Yarattığı her şeyin arkasında da sevdiği hikmet vardır. Yarattığı bazı varlıkları ve fiilleri sevmese de, onların yaratılışlarının gerisindeki hikmeti sever.

Arif kişi de bu gerçeği gözlemlediği zaman, bu hikmetten dolayı yaratıldıkları için bunları sever. Dolayısıyla varlıklar, hak tarafından irade edilip sevildikleri gibi onun tarafından da irade edilir ve sevilirler.

Arif kişi, küfrü, fıskı ve günahı sevmese de, Allah tarafından yaratılan şeyler bir hikmetten dolayı yaratıldıkları için, bunları da kendilerinden dolayı değil, ama sonuç ve gayeleri için irade eder ve sever.

Buna cevap olarak deriz ki:

Bu sahneyi gözlemleyen kişi, Allah’ın iyi gördüğünü, sevdiğini ve razı olduğunu iyi görür, Allah’ın kötü gördüğünü, sevmediğini ve buğzettiğini kötü görür. Fakat Allah bu sevilmeyen varlığı da sevdiği bir hikmetten dolayı yarattığı için, arif kişi de Allah’ın onu sevmemesi gibi ondan ikrah eder ve ona buğzeder; fakat Allah’ın, onun yaratılışının esası kıldığı hikmeti sever. Bu durumda arif kişinin sevgisi ve bilgisi Allah’ın bilgisine ve sevgisine uygun olur, muhalif olmaz.

Allah her şeyi bilendir ve her yaptığı yerindedir, hikmet sahibidir. O, varlıkları oldukları gibi bilir. O’nun sevdiği ve irade ettiği, söylediği, emrettiği ve yaptığı şeylerin gerisinde hikmeti vardır. Eğer Allah falan fiilin ve falan şeyin, yerilmesini gerektiren bir niteliğe sahip olduğunu, bundan dolayı buğz ve nefrete mustahak olduğunu bilirse, ondan buğzetmesi ve ondan nefret etmesi hikmetinin bir gereğidir. Şayet bir fiilin ve bir şeyin varlığıyla sevilen ve övgüye değer bir hikmetin gerçekleşeceğini bilirse, o fiil ve şeyin meydana gelmesine vesile oldukları hikmet için onu yaratıp irade etmesi de hikmetinin bir gereğidir.

Denebilir ki:

Bu aracı da, bizzat sevilenin aracısı olduğu için sevilir, ama sahip olduğu kötü niteliklerinden dolayı da buğzedilir. Böyle bir yaklaşım aslında güzeldir. Nitekim denir ki: İnsan bir yönden ilaca buğzederken, bir yönden de onu sever. Bir yönden buğzedilirken, bir başka yönden sevilen çok şey vardır.

Ayrıca bir şeyin bizzat zararlı olması ve her bakımdan kötü sayılması ile Allah’ın onu bir hikmete dayalı olarak yaratmış olması arasına da bir fark koymak gerekir.

Yüce Allah her şeyi bir hikmete dayalı olarak yarattığına göre, bunda da bir hikmeti vardır. Kul, Allah’ın her şeyin gerisinde bir hikmetinin olduğunu müşahede eder duruma gelip, bunun bütün mahlûkatı birleştiren ortak bir özellik olduğunu gördükten sonra, bu durum, onun bütün varlıklar arasındaki farklılıkları görmesine engel olmamalıdır. Cennet ehli ile cehennem ehlini birbirinden ayıran farklılıkları yok sayması gerekmez. Bilakis, varlıklar arasındaki bu bütünlük içinde bu farklılığı görmek de bir zorunluluktur. İşte kulun gerçekleştireceği bu gözlem, Allah’ın bilgisine ve hikmetine uygundur. Bununla beraber Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, resulü’nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 24)

Burada yüce Allah, kişinin sevdiği bazı şeylerin Allah, resulü ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili iseler, o kişinin azap tehditine muhatap olanlardan biri olduğunu haber veriyor. Bir ayette de Allah’ın sevdiği ve Allah’ı seven kimselerle ilgili olarak şöyle buyuruyor:

“... Allah sevdiği ve kendisini seven mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. Bunlar Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından kormazlar.” (Maide, 54)

O halde Allah’ı seven kimsenin Resule tabi olması ve Allah yolunda cihad etmesi bir zorunluluktur. Daha doğrusu her mü’minin vazgeçilmez görevidir. Yüce Allah bu hususla ilgili olarak şöyle buyuruyor:

“Mü’minler ancak Allah’a ve Resulü’ne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurat, 15)

İşte mü’minin Allah’ı sevmesi budur.

Şirk nitelikli Allah sevgisi ise, Resule tabi olmayı, Allah’ın düşmanlarına buğzetmeyi ve Allah için cihad etmeyi gerektirmez. Bunu, Allah’ı sevdiklerini iddia eden Yahudilerde, Hıristiyanlarda ve müşriklerde gözlemleyebiliriz. Çünkü bu gruplar Allah’ı sevdiklerini söylemelerine rağmen peygambere tabi olmazlar, peygamberin düşmanlarına karşı da savaşmazlar.

Bir de kendilerince Allah’ı sevdiklerini ileri süren bid’at ehli kimseler vardır. Bunlar da bid’atçılıkları oranında peygambere tabi olmaktan kaçınırlar. Bu kaçınma da Allah’tan başkasını sevmelerini ifade eder. Bunların Allah Resulü’nün dostlarını dost edinmekten ve onun düşmanlarını düşman edinmekten en uzak insanlar olarak görürsün. Allah yolunda cihad etmekten de fersah fersah kaçarlar. Bunun nedeni zihniyetlerindeki bid’attır. Bu ise şirkin bir şubesidir.

Sufiler içinde Allah sevgisini esas aldıklarını söyleyip de, Cebriyeci Cehmiye’nin anlayışına sahip olanlar, son tahlilde sevilen rab adına sadece meydana gelen şeyleri ve takdir edilenleri müşahede ederler. Meydana gelen küfür, fısk ve günah gibi her şey onlar nezdinde sevimlidir.

Bu müşahede açısından Musa ile Firavun, Muhammed ile Ebu Cehil, Allah’ın velileri ile Allah’ın düşmanları ve de sırf Allah’a kulluk etmek ile putlara ibadet etmek arasında bir fark kalmaz. Onlara göre her şey Rububiyetin birliğinde yok olmuştur.

Sadece canlarının istediği gibi iki şey arasında herhangi bir ayırıma giderler. Bunun adı bir insanın hevasını, kişisel tutkularını ilah edinmesidir.

Sadece sevdiği şeyi yana yakıla ister, sadece arzuladığını sever, ama buna kendince Allah sevgisi demekten de geri durmaz. Oysa Allah’ın dışında bir takım ilahlar edinmiştir de, onları Allah’ı sever gibi sevmektedir. Allah’tan başka edindiği ilahlar da canının istediği, arzuladığı şeylerden ibarettir.

Bu sevgi ortaklığı da içinde Allah sevgisinden kırıntılar kaldığı sürece devam eder. Nihayetinde bu sevgi de tamamen yok olur ve artık iyice Allah sevgisini zihninde iptal eder. Durumları itibariyle Arap müşriklerinden ve benzeri topluluklardan çok daha kötü bir konumda olan Firavun gibiler buna örnek oluşturmaktadır.

Bunun için yukarıdaki kategoriye giren sufilerin, bilgisizce sevdiklerini ve bilgisizce buğzettiklerini söyleyebiliriz.

Bilgi Allah Resulü’nün getirdiğidir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenler...” (Al-i İmran, 61)

Bunun adı münzel (indirilmiş) şeriattır. Bu yüzden gerçekten arif olan birçok tasavvuf şeyhi müritlerine ilme ve şeriata tabi olmayı tavsiye etmişlerdir. Nitekim bu gibi arif, bilge şeyhlerden bazılarının konuyla ilgili sözlerini birçok yerde aktarmıştık...

Çünkü irade ve sevgi ilim ve şeriat ölçüleri içinde gerçekleşmediği zaman, kâfirlerin sevgilerine ve iradelerine benzemiş olur.

Dolayısıyla:

Salikler, müritler, sufiler, dervişler, zahitler ve abidler, irade ve sevgi yolunu izlediklerini söyleyenler;

- şayet münzel şeriata ve peygamberden (s.a.v.) miras kalan ilme tabi olmuyorlarsa,

- Allah ve Resulü’nün sevdiğini sevmiyor ve Allah ve Resulü’nün buğzettiğine buğzetmiyorlarsa,

Onlar hakkında küfür ve nifak şubelerinden biri hükmü verilir.

Resulün (s.a.v.) haber verdiğini tasdik etmeden, onun emrettiğine tabi olmadan Allah’a iman ve Allah’ı sevme gerçekleşmez.

Peygamberin (s.a.v.) kendisini vasfettiği vasfa iman etmek, peygamberin haber verdiğine inanmanın içindedir. Peygamber de kendisini Allah’ın resulü olarak vasfetmiştir. Bir niteliği yalanlayan haberi de yalanlamış olur.

Peygambere (s.a.v.) imanın bir gereği, emrettiğini yapmak, yasakladığını da terketmektir. İyilikleri sevmek ve kötülüklerden buğzetmek ve ölünceye kadar bu farklılığın bilincinde olmak da peygambere iman etmenin bir gereğidir. Çünkü emredilen iyiliği iyilik olarak görmeyen ve yasaklanan kötülüğü de kötülük görmeyen kimse de iman namına bir şey yoktur.

Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) sahih bir hadiste şöyle buyurmuştur:

“Sizden bir kötülüğü gören kimse, onu eliyle değiştirsin. Bunu yapamıyorsa diliyile değiştirsin. Bunu da yapamıyorsa kalbiyle buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman, 78; Tirmizi, el-Fiten, 11; Ahmed 3/20)

Yine Abdullah b. Mesud’dan rivayet edilen bir diğer sahih hadiste de şöyle buyurmuştur:

“Benden önce Allah’ın gönderdiği her peygamberin ümmetinde havarileri ve ashabı vardı. O peygamberin sünnetini benimser ve emirlerine uyarlardı. Sonra onların yerlerine başkaları geldiler, yapmadıklarını söylemeye ve emredilmediklerini yapmaya başladılar. Kim eliyle cihad ederse, o mü’mindir. Kim diliyle cihad ederse o mü’mindir. Kim kalbiyle cihad ederse o mü’mindir. Bunun ötesinde bir hardal tanesi kadar dahi iman yoktur.” (Müslim, İman 80)

Bu demektir ki, imanın en zayıf derecesi, kötülüğü kalben inkâr etmektir. Bir kimsenin kalbinde Allah ve resulü’nün buğzettiği kötülüğe karşı buğz yoksa, o kimsenin kalbinde iman namına bir şey yoktur.

Bu yüzden müşriklerin Allah sevgisine benzeyen yaldızlı ilâhî sevgi sözlerini tekrarlayan bid’atçıların birçoğunun bir başkasında kendilerinin hoşuna gitmeyen bir nitelik gördüklerinde, falan kötüdür, falan kötüdür... dedikleri çok görülür.

Nihayetinde topluca kötü dedikleri kimselerde haktan ve batıldan birçok özellik olduğu halde toptan kötü diyerek işin içinden çıkarlar. Böylece hakkı da batılı da tasdik eden, hakkı da batılı da seven, haktan da, batıldan da buğzeden Hıristiyanların tutumlarına benzer bir tutum sergilemiş olurlar. Sonunda ne Allah’ı severler, ne de Allah’a eş koştukları düzmece ilahları. Bilakis Firavun ve benzerlerinin Allah’a ibadet etmeye tenezzül etmemeleri gibi, Allah’a ibadet etmeye tenezzül etmez bir duruma gelirler.

Bu, bid’atçı tasavvuf ehli arasında yaygın olduğu gibi, bid’atçı kelâm grupları arasında da yaygın olan bir tavırdır.

Bid’atçı tasavvuf gruplarının hak-batıl anlayışları Hıristiyanlarınkine benzerken, bid’atçı kelâmcıların hak-batıl anlayışları Yahudilerinkine benzer.

İslâm dini, Kur’an ve iman ehlinin yolu ise, Allah ve resulü’nün buğzettiğini inkâr etmeyi, Allah ve resulü’nün sevdiğini sevmeyi, hakkı tasdik etmeyi ve batılı yalanlamayı gerektirir.

Dolayısıyla hak yolun izleyicileri, tasdik ve sevgilerinde orta yolu, adaleti öngörürler. Hakkı tasdik eder, batılı da yalanlarlar. Hakkı sever, batıla ise buğzederler. Mevcut olan hakkı tasdik eder, yitik olan batılı yalanlarlar. Allah ve resulü’nün sevdiği hakkı severler. Bu da Allah ve resulü’nün emrettiği maruftur. Allah ve resulü’nün nehyettiği münkere ise buğzederler. İşte bu, dosdoğru yoldur. Allah’ın nimetler bahşettiği peygamberlerin, sıddıkların (doğruların), şehitlerin ve salihlerin doğru yolu.

Hakkı bildikleri halde, onu tasdik etmeyen ve onu sevmeyen bu yüzden gazaba uğrayanların, Allah’ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeylere inanıp seven sapıkların yolu değil.

Kısaca şunu demek istiyoruz:

Sözünü ettiğimiz bu grupların içine düştükleri bu bid’atçı şirk nitelikli sevgi, onları öyle bir noktaya getirdi ki, artık iyiyi iyi göremez ve kötüyü de kötü göremez oldular. Bunun nedeni, Allah’ın, emredileni sevmediğini ve yasaklanandan da buğzetmediğini sanmalarıdır. Bu bakımdan, Allah’ın bir şeyi sevip bir başka şeye buğzetmesini inkâr edenlerin durumuna düştüler.

Nitekim Allah’ın sıfatlarının olmasını kabul etmeyen Cehmiye grubu bu anlayışa sahiptir. Bunların içinde bazıları Allah’ın sevmesini ve rıza göstermesini ilke olarak kabul edebilir, inançlarının aslı itibariyle Allah’ın sıfatlarının varlığına inanabilirler. Ancak iş kadere gelince, her şeyi kapsayan iradeden başka bir şeyi kabul etmezler. Sıfatları kabul eden birçok grubun içine düştüğü durum bundan ibarettir. Kader söz konusu olduğunda Cehm ve Eş’arîlerin dediklerine uygun şeyler söylerler. Fakat neticede sıfatları da kabul ettikleri için çelişkiye düşerler. “Menazilu’s Sairin” yazarı gibilerinin durumu buna örnektir.

Fakat Cüneyd b. Muhammed ve tabileri, Şeyh Abdulkadir ve benzerleri gibi tasavvuf imamları ve ilk kuşağın meşhur şeyhleri, insanlar içinde Allah ve resulü’nün emir ve yasaklarına en çok riayet eden kimselerdir. Buna uymayı sürekli olarak tavsiye etmişlerdir. Yukarıda işaret etitğimiz kimi tasavvufçuların yaptığı gibi kaderci bir tutum içinde olunmasını sürekli olarak eleştirmişlerdir, uyarılarda bulunmuşlardır. Bu da Cüneyd’in arkadaşlarına yaptığı açıklamalarda ve Şeyh Abdulkadir’in konuşmalarında dile getirdiği ikinci farktır. Bu açıklama ve konuşmaların tamamı, emredilenlere uyma ve yasaklananlardan kaçınma ekseninde dönüyor. Takdir edilene karşı sabretmeyi öngörüyor.

Bunlardan ve müslümanlarca makbul görülen hiçbir tasavvuf şeyhinden bunun aksi bir açıklama sadır olmamıştır. Makbul hiçbir tasavvuf şeyhi, emir ve yasakları göz ardı ederek salt kadere dayanılmasını tavsiye etmemiştir.

Fakat, yukarıda sözünü ettiğimiz bu sufiler kader ve rabbani tevhidi müşahede edince, Muhammedi şeriatta somutlaşan ilâhî farklılığı göremez oldular.

Oysa Muhammedi şeriat hakkın sevdiği ile sevmediği şeyi ayırmayı, Ondan başka ibadete layık ilah olmadığını kabul etmeyi öngörür.

Tasavvuf ve sülûk ehlinin buna özenle riayet etmesi gerekir.

Çünkü son kuşak tasavvufçuların çoğu doğru yoldan uzaklaşmışlardır. Bunlardan bazıları salt kalpleriyle rabbani hakikatlerle yüz yüze geldiklerinde, genel rububiyeti ve kuşatıcı kayyimliği gözlemlediklerinde, şayet hak ile batılı ayırt etmesini sağlayacak iman ve Kur’an nurundan yoksun ise, tevhid ve şirk ayırımını öngören ilâhî gerçekliği göremez, Allah’ın sevdiği şeylerle buğzettiği şeyleri ayıramaz. Resulün emrettikleriyle yasakladıkları arasındaki farkı algılayamaz.

Neticede bu ayırımı yapamadığı için de İslâm dininin dairesinden çıkarlar.Çünkü genel rububiyeti müşrikler de kabul ederler.

Nitekim yüce Allah onların bu tutumu hakkında şöyle buyurmuştur:

“Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah’a iman ederler.” (Yusuf, 106)

Bir insan, ancak Allah’tan başka ibadete layık ilah olmadığına şahitlik ettiği, sırf Allah’a ibadet ederek, uluhiyetine hiçbir şeyi ortak koşmadığı, sırf O’nu sevdiği, sadece O’na kulluk ettiği, sadece O’na yöneldiği, yalnızca O’na teslim olduğu, O’ndan başkasına dua etmediği, O’na tevekkül ettiği, O’nu dost edindiği, O’nun sevdiğini sevdiği, O’nun buğzettiğine buğzettiği, batıl şirkten uzaklaşıp hak tevhidle fena bulduğu zaman muvahhid, hanif bir müslüman olabilir.

Tevhidde bu şekilde fena bulması, aslında beka bulması demektir. Çünkü Allah’tan başkasını ilah edinmekten uzaklaşır ve Allah’tan başka ibadete layık ilah yoktur, sözünü gerçekleştirecek şekilde sadece Allah’ı ilah edinir. Böylece kalbinde Allah’tan başkasının ilahlık iddiası sürülür, yok olur. Sadece Allah’ın ilahlığı kalbinde sabitleşir, bakileşir.

Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) sahih bir hadiste şöyle buyurmuştur:

“Kim, Allah’tan başka ibadete layık ilah olmadığını bilerek ölürse, cennete girer.” (Müslim, İman, 43)

Bir diğer hadiste de şöyle buyurmuştur:

“Kimin son sözü, la ilahe illallah = Allah’tan başka ibadete layık ilah yoktur, olursa, cennete girer.” (Ebu Davud, 3116)

Sahih bir hadiste şöyle buyurmaktadır:

“Ölmekte olanlarınıza la ilahe illallah = Allah’tan başka ibadete layık ilah yoktur, demelerini telkin edin.” (Müslim, Cenaiz, 1-2; Tirmizi, Cenaiz, 7; Nesai, Cenaiz, 4)

Çünkü la ilahe illallah sözü, İslâm dininin hakikatidir. Kim bu hakikatin bilincinde olarak ölürse, müslüman olarak ölür.

Yüce Allah da birçok yerde, ancak müslüman olarak ölmemizi emretmiştir:

“Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Al-i İmran, 102)

Doğru sözlü Yusuf’un şu sözü de buna örnektir:

“Beni müslüman olarak öldür ve beni salihler arasına kat.” (Yusuf, 101)

Bu ayetin açıklamasıyla ilgili olarak rivayet edilen görüşlerden sahih olanı, Hz. Yusuf’un (a.s.) burada ölümü istemediğine, ölmeyi temenni etmediğine, bilakis, öleceği zaman İslâm üzere ölmeyi istediğine dair olanıdır. Dolayısıyla Yusuf (a.s.) sıfatı (müslümanlığı) istemiştir, mevsufu (ölmeyi) değil.

Nitekim yüce Allah da bize bunu emretmiştir. İbrahim’e ve İshak’a da bu emri yöneltmiştir. İbni Akil gibi birçok alim de yukarıdaki ayeti bu şekilde anlamıştır.

Bununla beraber doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.”