Allah'ın kudretinin kapsamına her şey girer

Üçüncü mesele: Allah her şeye kadirdir:

Bunun kapsamına kulların fiilleri girdiği gibi, kulların fiillerinin dışındaki şeyler de girer. Mutezile mezhebine mensup olanların çoğu, kulların fiilleri, Allah’ın güç yetirdiklerinin (makdur olanların) kapsamına girmezler.

Dördüncü mesele: Allah’ın kudretinin kapsamına, kulun kendi fiilleri de girer.

Birçok nasta bu husus açıkça dile getirilmiştir.

“Gökleri ve yeri yaratan bunların benzerini yaratmaya kadir değil midir?” (Yasin, 81)

“Böyleyken, ölüleri diriltmeye kadir değil midir?” (Kıyamet, 4)

“Bilakis, biz, onların parmak uçlarını eski haline getirmeye kadiriz.” (Kıyamet, 4)

Buna benzer birçok ayet örnek gösterilebilir.

Allah’ın objelere güç yetirdiği, onları yaratmağa kadir olduğu şu şekilde dile getirilmiştir:

“Andolsun biz insanı yarattık.” (Kaf, 16)

“İnsan, hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?” (Beled, 5)

Bu gerçek kitap ve sünnette yer alan birçok nass’la vurgulanmıştır. Kitaptan aşağıdaki örnekleri verebiliriz:

“Biz seni onlardan alıp götürsek de yine onlardan intikam alırız.” (Zuhruf, 41)

Bu ayette yüce Allah onların kendilerine (nefislerine) de kadir olduğunu vurguluyor. Bu ayet, Allah’ın yapılmış-edilmiş (mef’ul) objelere de kadir olduğuna ilişkin bir nass’tır.

“Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin.” (Casiye, 22; Kaf, 45) gibi ayetler, sadece yüce Allah’ın kullar üzerinde zorlayıcı, onlara egemen olduğunu gösteriyor. Bu da Allah’ın onlara kadir olmasını, güç yetirmesini gerektirir.

“Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti.” (Enbiya, 87)

Ayetine gelince, bu ayetin de Allah’ın kudretine ilişkin olduğunu savunan el-Hasan ve benzeri selef (ilk kuşak) ulemasına göre, Allah’ın buna ve benzerlerine kadir oluşunun kanıtıdır.

Aynı şekilde ailesine vasiyet ederken, beni yakın ve küllerimi boşluğa savurun, “Eğer Allah beni bulmaya, küllerimi bir araya getirip hesap sormaya güç yetirirse, hiç şüphesiz alemler içinde hiç kimseye etmediği ağır bir azaba beni çarptırır” diyen adamın durumunu da buna örnek gösterebiliriz. Nitekim adam ölünce ailesi onu yakıp küllerini boşluğa savurmuştu. Allah onu yeniden bir araya getirip ona:

“Niçin böyle yaptın? demişti. O:

Senden korktuğum için, ya rab! demişti. Bunun üzerine yüce Allah onu bağışlamıştı. (Buhari, Tevhid 35, Müslim, Tevbe 24-25)

Bu adam “Eğer Allah beni bulmaya, küllerimi bir araya getirmeye güç yetirirse, beni azaba çarptırır.” derken yanlışlık içindeydi. Nitekim hadiste bu hususa işaret ediliyor. Nitekim Allah ona güç yetirmiş, ama kendisinden korktuğu ve iman ettiği için de onu bağışlamıştı.” Bu cehaletini ve işlediği bu hatasını affetmişti.

“Biz sizi dayanıksız bir sudan yaratmadık mı? (...) ve bizim gücümüz ne büyüktür!” (Mürselat, 20-23) ayetleri, bunu, kudretin kapsamına giren bir olgu olarak değerlendirenlerin sözlerine yönelik bir kanıt olarak değerlendirilmiştir. Çünkü burada, Allah’ın varlıkları yaratmağa güç yetirdiği gibi, onların kendilerine de güç yetirdiği gerçeğine işaret ediliyor. Bir hadiste peygamber efendimizin (s.a.v.) kölesini döven Abdullah İbn-i Mesuda şöyle dediği belirtiliyor:

“Senin şu köleye güç yetirdiğinden çok daha fazla ona güç yetiren Allah için dövme.” (Müslim Eyman 34-35-36, Ebu Davud, Edeb 124, Tirmizi, Birr 30, Ahmed, 3/120)

Bu hadiste, yüce Allah’

ın kölenin nesnesine kadir olduğu gibi, sahibinden daha çok ona kadir olduğu ifade ediliyor ki bu, aynı zamanda kulun da kudretinin olduğuna delalet etmektedir.

Alimler

“Rabbin ve kulun kudreti” üzerine yoğun bir tartışmaya girmişlerdir. Bir gruba göre, kudretin bu iki türünün her biri fail ile kaim olan fiili kapsadığı gibi failin güç yetirdiğini de kapsar. Bu, konuyla ilgili olarak ileri sürülen görüşlerin en doğrusudur. Kitap ve sünnet bunu ifade eder. Buna göre, bu kudretlerin her bir türü, kadir (güç yetiren) ile kaim olan fiili kapsadığı gibi, ondan farklı olan güç yetirilmişini de kapsar. Rabbin kudretini incelerken, bu gerçeğe delalet eden bazı nas’lara yer vermiştik.

Kulun kudretine gelince, kulun kendisiyle kaim olan fiillere kadir olduğu birçok yerde zikredilmiştir. Kulun bir yapabilirliğe (kudret) sahip olduğunu kabul eden ekoller, bu hususta görüş birliği içindedirler. Buna işaret eden bazı ayetler şunlardır:

“Gücünüz yettiğince Allah’a isyandan kaçınınız.” (Tegabun, 16)

“Art arda iki ay oruç tutar... Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur.” (Mücadele, 4)

“Gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık, diye kendilerini helâk edercesine Allah’a yemin edecekler.” (Tevbe, 42)

Peygamber efendimizin (s.a.v.) şu hadisi de buna ilişkin bir kanıt konumundadır:

“Ayakta dikilerek namaz kıl, eğer buna gücün yetmiyorsa oturarak kıl, buna da gücün yetmiyorsa yanın üzere yatarak kıl.” (Buhari, Taksiru’s-selat 19, Tirmizi, Selat 15, İbnu Mace, İkame 139, Ahmed, 4/426)

Kudretin belirginleştiği yere göre farklılık arz etmesine gelince, buna şu ayetleri; örnek gösterebiliriz:

“Allah size, elde edeceğiniz birçok ganimet vadetmiştir. (...) Henüz elde edemediğiniz başka ganimetler de vardır. (...) Allah her şeye kadirdir.” (Fetih, 20-21)

Bu ayetler, onların önceki ganimetlere güç yetirdiklerine delalet etmektedir. Diğer bir grup ganimet daha vardır ki, ona da başka bir zaman güç yetirmelerinin mümkün olduğuna işaret etmektedir. Bu, objelere güç yetirme, nesnelere kadir olmadır.

“Güçleri yettiği halde, onları yardımdan mahrum etmek niyet ve azmi ile erkenden yola düştüler. (...) Belki Rabbimiz bize bunun yerine daha iyisini verir.” (Kalem, 25-32)

Ebu’l Ferec, burada geçen “Güçleri yettiği halde” ifadesiyle ilgili olarak üç görüş ileri sürülmüştür, der.

Birincisi: Kendilerince bahçelerine güçlerinin yettiğini düşünüyorlardı. Bu görüşü Katade savunmuştur.

-Ben derim ki:- Bu, Mücahit ve Katade’nin görüşüdür. İbn-i Ebu Hatem her ikisinden de rivayet etmiştir. Mücahit der ki:

Onlar, kendi içlerinde buna güç yetirecek durumdaydılar.

Bağavi ise şunları söylemiştir:

Kendi yanlarında bahçelerine güç yetirecek durumda olduklarını, hiç kimsenin bahçelerinin meyvelerini devşirmelerine engel olamayacağını düşünüyorlardı.

Katade’nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Sabah erkenden bahçelerine gitmek üzere yola koyuldular. Kendilerince buna güçleri yetiyordu.

İkincisi: Yoksullara güç yetirdiklerini düşünüyorlardı. Bu görüşü eş-Şa’bi savunmuştur. Yani, yoksulların bahçelerin meyvelerinden yemelerine engel olma gücüne sahip olduklarını düşünüyorlardı. Bir görüşe göre, kastedilen anlam şudur:

Yoksullara vermeye güçleri vardı, fakat cimrilik onları vermekten alıkoyuyordu. Doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.

Üçüncüsü: Sabah erkenden, muktedir oldukları, yani varlıklı oldukları halde yola koyuldular. Bu görüşü İbn-i Kuteybe ileri sürmüştür.

Bana göre, ayet, onları, güçlerinin yettiğine dayalı bir azim ve kararlılıkla sabah erkenden yola koyuldular, şeklinde vasfediyor. “El-Hardu” kelimesi sonuç itibariyle kastetme anlamını ifade eder. Buna göre onlar, sabah erkenden kesin bir irade ve yapabilirlik özgüveniyle yola koyulmaya niyetlendiler. Fakat Allah onları aciz bıraktı. “Onlar kendilerince buna güç yetirdiklerini düşünüyorlardı.” diyenlerin bu sözüne gelince, bundan maksat şudur:

Onlar, işin hep böyle olacağını sanıyorlardı. Eğer böyle olsaydı, kudretleri tamamlanmış olurdu. Ancak bahçelerinin yok edilmesiyle güçleri ortadan kaldırıldı.

Bağavi şöyle der:

el-Hardu kelimesi sözlükte kastetme, engelleme ve öfke anlamına gelir.

El-Hasan, Katade ve Ebu’l Aliye şöyle derler:

Bir kararlılık ve çaba üzere... şeklinde bir anlam kastedilmiştir. Kurtubi, Mücahid ve İkrime’ye göre de:

Aralarında görüş birliğine varılarak kurdukları bir iş üzere harekete geçtiler, şeklinde bir anlam kastedilmiştir.

-Bağavi der ki:- Bu da netice de kastetme anlamına gelip dayanıyor. Çünkü bir işe niyetlenen kimse, işle ilgili olarak kararlı ve tüm gücünü veren bir kimse demektir.

Ebu Ubeyde ve el-Kuteybi şöyle demişlerdir:

İçlerinde, yoksulları engelleyeceklerine dair bir kararlılıkla yola koyuldular. Araplar:

Sene yağmursuz geçince “Haredeti’s Senetu”, devenin sütü olmayınca “Haredeti’n Naqetu” derler. Eş-Şa’bi ve Süfyan da şöyle demişlerdir:

Yoksullara karşı bir kin ve öfkeyle yola koyuldular. “Tefsir-ul Walibi”de şöyle deniyor:

İbn-i Abbas’tan, bir güce sahip olarak... şeklinde bir yorum rivayet edilmiştir.

Bana göre, el-Hardu kelimesi, şiddetli azim ve kararlılık anlamını da içerir. Çünkü bu lafız, böyle bir anlamı gerektirir. Senenin ve devenin yağmursuz ve sütsüz oluşları şiddet ve zorluğu da beraberinde getirdiği için bu kelimeyle ifade edilmişlerdir. Aynı şekilde kin ve öfkede de bir şiddet unsuru vardır. Bu demektir ki, onlar bahçelerin meyvelerini alma hususunda şiddetli bir kararlılık içindeydiler. Aynı şekilde yoksulları engellemeye de kesin kararlıydılar. İşte böyle bir kararla, güçlü kimseler olarak, kendilerini aciz bırakacak ve engelleyecek bir kimsenin olmadığını düşünerek sabahleyin erkenden yola koyuldular. Ne var ki, bahçeleriyle ilgili gökten bir emir geldi. Bütün planlarını bozdu, düzenlerini altüst etti. Bazılarına göre, el-Hardu, gayz ve gazap anlamına gelir.

Doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.

Kulun kudreti açısından maksadı daha açık ifade eden ve bu ayetle de benzeşen bir nass da şudur:

“Dünya hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir. (...) Gece veya gündüz ona emrimiz gelir de onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir hale getiririz.” (Yunus, 24)

Bu ayette yer alan:

“Sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sandılar.” (Yunus, 24) ifadesinden anlaşılıyor ki, şayet sahip oldukları şeyler helâk edilmeseydi bu zanları doğru olacaktı. Fakat, sahip oldukları şeylerin helâk edilmesine ilişkin ilâhî emir gerçekleşince, bu zanlarının yanlışlığı ortaya çıkmış oldu. Şayet onlar, mallarının yerinde durduğu zamanda da, bozulduğu zamanda da, onlara güç yetirecek durumda olmasalardı, yüce Allah, mallarını helâk etme yoluyla bu zanlarını boşa çıkarmazdı.

Yüce Allah bahçelerini helâk etmekle, zanlarını iptal etmemişti. Ayrıca onlar da bahçelerinin meyvelerini devşirmek için gitmiş değillerdi. Sadece bahçelere yönelik -eksiksiz kudretleri- olumsuzlanmıştı. Kuşkusuz kudretlerini gerçekleştirecekleri zemin, mekan olumsuzlandığı için, failin zayitliği için değil. Bundan dolayı yüce Allah “Güçleri yettiği halde, (...) niyet ve azmi ile...” buyurmuştur.

Sözgelimi “Kendilerince buna güç yetireceklerini düşünüyorlardı...” şeklinde bir ifade kullanmamıştır. Eğer “Kendilerince...” şeklinde anlam verenlerin dediği gibi demiş olsaydı, anlam aynı olurdu. Yani, “onların güçlerinin yetmesiyle”, nefislerinde bu gücü olumsuzlayan hastalık ve zayıflık gibi bir şey olmadığı, fakat güçlerini gerçekleştirecekleri yer iptal edilmişti şeklinde bir anlam kastedilmiş olacaktı. Bu da, paraya ve rızık kazanmaya gücü yettiği halde alacak bir şey bulamayan kimsenin durumuna benzer.

“Rablerini inkâr edenlerin durumu şudur: Onların amelleri fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler. İyiden iyiye sapıtma işte budur.” (İbrahim, 18)

Buna göre, onlar kazandıkları hiçbir şeye güç yetiremez haldedirler. Bu da gösteriyor ki, onlar, bu halin dışındaki durumlar-da kazandıklarına güç yetirmektedirler. Yine bundan anlaşılıyor ki onların dışındaki kimseler kazandıklarına güç yetiriyorlar. Buna göre, kazanılanlardan maksat, kazanılan maldır.

“Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak harcayan bir kimseyi misal verir.” (Nahl, 75)

Bu ayette yüce Allah, başkasının malı olmuş kölenin hiçbir şeye gücünün yetmediğini belirtince, bunun anlamı, diğeri (hür kimse) böyle değildir, şeklinde belirginleşiyor. Bilakis, bu hür kimse, köle kimsenin güç yetiremediği şeylere güç yetirmektedir. Bu, sahibi tarafından güç yetirilen, güzel rızkın ve kişinin bu güzel rızka kadir oluşunun ispatıdır.

Nitekim akıl sahibi olan herkes bunu ifade etmektedir.

“Falan adam şuna şuna güç yetirir.” “Falan da şuna şuna güç yetirir” derler. Herkesin güç yetirdi

ği alan, öbüründen farklıdır.

Bu konuya açıklık getirecek bir değerlendirme şudur:

Hiç kuşkusuz mülk, kullara, Allah

’ın kendilerini sahip kılmasıyla tevdi edilmiştir. Mülke sahip olmak ise gücü gerektirir. Kendi gücünden kaynaklanan veya velisi ve vekili aracılığıyla bir tasarrufu yapabilen kimseden başkası sahip olamaz. Akid ve menkul şeyler sahibinin mülkü sayılırlar. Bu, sahibin onlara güç yetirdiğini gösterir.

Nitekim Kur’an’da Hz. Musa’nın (a.s.) şu sözü aktarılmaktadır:

“Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına malik olamıyorum.” (Maide, 25)

Hz. Musa (a.s.), kardeşinin kendisine itaat etmesi sonucu onun üzerinde tasarrufta bulunuşunu kendisi açısından bir mülkiyet olarak değerlendiriyor. Bir ayette şöyle buyurulmuştur:

“Onlar bunlara sahip olmuşlardır.” (Yasin, 71)

Diğer bir ayette de şöyle buyuruluyor:

“Bunu bizim hizmetimize vereni tesbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik, diyesiniz.” (Zuhruf, 13)

Yani, bunları hizmetimize sokmaya gücümüz yetmezdi. Bundan da anlaşılıyor ki, bunlar, onların hizmetine verildiği için güç yetirecek duruma gelmişlerdir. İşte “Onlar bunlara sahip olmuşlardır.” ayetinde kastedilen anlam budur. Bir ayette:

“Bu sebeple onu ne aşmaya muktedir oldular ne de onu delebildiler.” (Kehf, 97) buyuruluyor.

Bu ayet gösteriyor ki, onlar delebilselerdi, delmeye güç yetirmiş olacaklardı. Delme, onların ellerinin bir hareketi değil, bir şeyin delinmiş kılınmasıdır. Dolayısıyla delme işinin kulların yapabilirliklerinin kapsamında olduğu anlaşılıyor.

Aynı şekilde Kur’an, objeler dünyasında yapılmış-edilmiş şeylerin de insanlar tarafından yapılmış, meydana getirilmiş olduklarına delalet eden ifadeler içermektedir. Onlar tarafından yapılmış bir şeyinde, zorunlu olarak onları güç yetirdikleri bir şey olduğu hususunda görüş birliği vardır. Ama buna karşı çıkanlar diyorlar ki:

Onların kudretlerinin mahallinin dışında olan bir şey, onlar tarafından meydana getirilmiş, yapılmış bir şey olamaz. Bu, Kur’an’

ın ifadelerine aykırı bir ifadedir.

Yüce Allah Hz. Nuh’a (a.s.) hitaben şöyle buyuruyor:

“Gözlerimizin önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap.” (Hud, 37)

Bir ayette de şöyle buyuruyor:

“Gemiyi yapıyor” (Hud, 38)

Ayrıca gemi, Ademoğulları tarafından yapılan bir şey olduğu halde, yüce Allah onun yaratılmış olduğunu haber veriyor ve onun ayetlerinden, işaretlerinden biri olduğunu belirtiyor:

“Onların zürriyetlerini dopdolu bir gemide taşımamız da onlar için bir ayettir.” (Yasin, 41)

“Size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etmiştir.” (Zuhruf, 12)

“Yonttuğunuz şeylere mi ibadet edersiniz? Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı.” (Saffat, 95-96)

Bu ayetlerde yüce Allah, yontulmuş heykellerin onlar tarafından imal edildiklerini belirttikten sonra, hem onların, hem de imal ettikleri şeylerin yaratıcısının kendisi olduğunu haber veriyor. Bu ayette geçen “ma” edatı, akıl sahibi varlıklara işaret etmek için kullanılan “ellezi” anlamındadır. Kastedilen de, insanların imal ettikleri heykellerin yaratılmasıdır. Allah imal edilen şeyin yaratıcısı olduğuna ve imal edilen şeyde de fiilin izi, etkisi bulunduğuna göre, kulların fiillerinin de yaratıcısıdır. Fakat, ayette geçen “ma” edatının mastariye olduğunu söyleyenlerin bu görüşü çok zayıftır.

“Firavun ve kavminin yapmakta olduklarını ve yetiştirdikleri bahçeleri helâk ettik.” (Araf, 137)

Helâk edilen, yerle bir edilen, onların yaptıkları binalar ve yetiştirdikleri bahçelerdir. Firavun ve kavminin, bunlarla hedefledikleri sonuçlar ise, suda boğulmalarından önce olumsuzlanmış, uçup gitmiştir. “Yetiştirdikleri bahçeler” ifadesi gösteriyor ki, bunlar, onlar tarafından yapılmışlardır. Diğer bir ifadeyle Firavun’un tahtını onlar yapmışlardır. Yani parçaları bir araya getirip kurmuşlardır. Buna şu ayeti de örnek gösterebiliriz:

“Siz her yüksek yere bir alamet dikerek eğleniyor musunuz?” (Şuara, 128)

Bu ayet, bina edilip dikilen şeyi onların kurduklarına delalet ediyor. Çünkü:

“Dikerek eğleniyor musunuz?” buyuruyor. Başka bir ayette de şöyle buyuruyor:

“Dağlarda ustaca evler yontuyorsunuz.” (Şuara, 149)

Bu ayet “yonttuğunuz şeylere mi ibadet ediyorsunuz?” (Saffat, 95) ayetine benziyor. Ayrıca “O vadide kayaları yontan...” (Fecir, 9) ayeti, onların kayaları kesip yonttuklarına delalet etmektedir.

Buna bir örnek de aşağıdaki ayettir:

“Haram aylar çıkınca müşrikleri öldürün.” (Tevbe, 5)

Burada yüce Allah müslümanlara müşrikleri öldürmelerini emrediyor. Emri ancak kulun kudretinin dahilinde olan bir şeyle ilgili olabilir. Dolayısıyla bundan, öldürmenin kulun yapabilirliğinin kapsamında olduğu anlaşılıyor. O da (yani, öldürme) bir şahsa karşı yaptığı ve sonunda ölmesine neden olduğu bir fiildir. Bu tıpkı hayvan boğazlama gibidir. Dolayısıyla aşağıdaki ayetler de buna örnek oluşturmaktadır:

“Yetişip kestikleriniz.” (Maide, 3)

“...Avı öldürmeyin.” (Maide, 95)

“İçinizden kim onu kasten öldürürse öldürdüğü hayvanın dengi ona cezadır.” (Maide, 95)

Bu ayet gösteriyor ki, av, kendisini öldüren insan tarafından öldürülmüştür. Ama şu ayette bundan farklı bir anlama işaret edilmiştir:

“Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları.” (Enfal, 17)

Bu ifade, anlam itibariyle aynı ayette yer alan şu ifadeye benziyor.

“Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı.” (Enfal, 17)

Çünkü, o sırada müşriklerin öldürülmeleri, müslümanların kudretlerinin dışındaki sebeplerle gerçekleşmişti, meleklerin indirilmesi, müşriklerin kalplerine öldürücü bir korkunun salınması gibi.

Aynı şekilde, atma eylemi de peygamberin (s.a.v.) kudreti dahilinde değildi. Çünkü görünürde peygamberin (s.a.v.) attığı toprak bütün müşriklerin gözlerine girmiş, kalplerine korku salmıştı. Şu halde, burada yüce Allah’ın kulun alışıla gelmiş kudretinin dışında tuttuğu atma eylemidir bu ayette olumsuzlanan...

Ebu Ubeyd bu ifadeye şu açıklamayı getirir:

Zaferi sen kazanmadın ve attığın zaman da hedefi sen tutturmadın, fakat Allah seni başarılı kıldı ve seni destekledi.

Ez-Zeccac ise şu açıklamada bulunur:

Bir avuç toprak veya çakıl taşı atmış olman, o kalabalık ordudaki her askerin gözünü dolduramazdı, fakat Allah bunu gerçekleştirdi.

İbn-ul Enbari şöyle der:

“Onların yüzlerine doğru toprak savurduğun zaman, yüreklerine korkuyu sen salmadın.”

Dolayısıyla bu, peygamberin (s.a.v.) yapabilirliğinin dışında bir olaydı, ama onun peygamberliğinin de bir işaretiydi.

Bir görüşe göre, yüce Allah, yaratılmış, ayrı, ama güç yetirdiği bir fiille kaim olmayan şeylere kadirdir. Kul ise, ancak kaim olan şeylere güç yetirir. Kendisinden ayrı olan bir şeye güç yetirmez. Bu görüşü Eş’ari ve kelâm imamlarının tabilerinden Kadı Ebu Ya’la, İbn-i Akil ve İbn-i Zağuni gibi zatlar savunmuştur.

Bir diğer görüş de şöyledir:

Kul, kendisiyle kaim olana da, kendisinden ayrı olana da güç yetirir. Yüce Allah ise, ayrı olana güç yetirir. Bu görüşü Mutezile mezhebinin mensupları savunmuştur. Bir diğer görüş de şöyledir:

Allah da, kul da ancak kendisiyle kaim olana güç yetirir, ayrı olana değil. Allah da, kul da ayrı olana güç yetirir, bitişik olana değil, diyen birini bulamazsınız.