Kader, sevgi ve iradede Cebriye ve Kaderiye'nin görüşü

İyiyi güzel ve kötüyü de çirkin görmeyene gelince, böyle birinin nezdinde olgular, hak nazarında sevilen ve sevilmeyen şeklinde iki kısma ayrılmazlar. Bilakis, yaratılan her şey, hak nezdinde irade edilen olduğu gibi sevilendir de. Çünkü bu görüşte olanların temel düşünceleri kaderiyeci Cehm b. Safvan’ın düşüncesinin aynısıdır. Dolayısıyla kader bağlamında bunlara Cebriyeci Cehmiyecilerin aşırıları diyebiliriz. Sıfatlar hususunda Cehmiye’yi ve sıfat olumsuzlayıcıları tekfir etseler de. Buna “Menazilu’s Sairin”, “Zemm-ul Kelam” “el-Faruk” ve “Tekfir-ul Cehmiye” gibi kitapların yazarı Ebu İsmail el-Ensari’yi örnek gösterebiliriz. Çünkü adı geçen şahıs, Allah’ın sıfatlarını ispat hususunda Cehmiye’ye ve sıfatları olumsuzlayanlara karşı oldukça sert bir tavır sergiler. Buna karşılık fiiller ve kader hususunda Cehm’e ve aşırı Cebriyecilerden tabilerine katılır. Bu aynı zamanda Eş’ari ve tabilerinin de görüşüdür. Dört imama bağlı fıkıhçıların, hadisçilerin ve tasavvufçuların çoğu da -fiiller ve kader bağlamında- bu görüştedir.

Bunlar da kader noktasında selefi ve imamların büyük çoğunluğunu onaylıyorlar. Bu tutumları doğrudur da. Kaderi olumsuzlama bağlamında Mutezile’den ve başka gruplardan oluşan akımlara da karşı çıkmışlardır. Ancak yukarıda işaret ettiğimiz hususta Cehm b. Safvan’ın ve adamlarının yolunu izlemişler ve şunu iddia etmişlerdir:

“İstediğini seçmede serbest olan Kadir, gerektirici bir etken olmaksızın, birbirine denk olan iki şeyden birini tercih edebilir.”

Her iki grup da şunu söylüyor:

İrade, sevgi ve rıza arasında fark yoktur.

Ardından Kaderiye şunu söylüyor:

Kitap, sünnet ve selefin icmaıyla biliyoruz ki, Allah imanı ve salih ameli seviyor. Buna karşılık fesadı sevmiyor ve kullarının küfre sapmalarına razı değildir. Küfürden, fısktan ve günahtan hoşlanmıyor. Buna binaen diyorlar ki: Bu, varlık alemindeki bütün günahların, masiyetlerin Allah’ın emrine aykırı oldukları gibi, O’nun iradesi ve meşiyeti olmaksızın vakî olmalarını gerektirir. Sevgisinin ve rızasının hilâfına olmalarını da. Sonra şunu diyorlar.

“Allah’ın kullarının amellerine ilişkin sevgisi ve rızası, onları emretmesi anlamındadır. Bunları irade etmesi de emretmesi anlamındadır.”

Onlara göre, Allah hiçbir şekilde emrettiklerinden başkasını irade edemez... Sonra da bunlar, Kur’an’da, Allah’

ın meydana gelen her şeye ilişkin iradesini, kullarının fiillerini yaratmasını ifade eden ayetleri sapkın tevillerle yorumlamaya kalkmışlardır.

Cehmiye ve bu hususta onlara tabi olan eşariler ve benzeri gruplar diyorlar ki:

Kitap, sünnet ve icma ile biliyoruz ki, Allah herşeyin yaratıcısı, rabbi ve malikidir. O, ancak kudreti ve dilemesiyle yaratıcıdır. Dolayısıyla O’nun dilediği olur, dilemediği de olmaz. Bu da gösteriyor ki, varlık aleminde olan her şey O’nun dilemesiyle ve kudretiyle olur ve O, her şeyin yaratıcısıdır. Bu hususta kulların fiilleriyle başka şeyler arasında fark yoktur. Allah her şeyi irade ettiğine göre ve O’nun iradesi de sevgi ve rıza olduğuna göre, O, olan herşeyi seviyor ve herşeyden razıdır...

Buna dayalı olarak şu çıkarsamada bulunuyorlar:

Varlık aleminde küfür, fısk ve isyanın tümünden Allah razıdır, tümünü seviyor...

Tıpkı tümünü irade ettiği gibi.

Bunlara

“Allah: “Fesadı sevmez...” (Bakara, 205) ve

“Kullarının küfre sapmasına razı olmaz.” (Zümer, 7) buyurmuştur.” denildiğinde, şöyle diyorlar:

Bu tıpkı şöyle demek gibidir:

Fesadı istemez... Kullarının küfre sapmasını istemez...

Bu da iki açıdan doğru olabilir, diyorlar:

Birincisi, kendisinden küfür ve fesad vakî olmamış kimseye has olması. Hiç kuşkusuz Allah, onlarda vakî olmamış şeyi istemez ve sevmez. Diyorlar ki:

Bunun anlamı şudur: Allah, mü’min kulları açısından fesadı sevmez, onlar arasından bundan razı olmaz.

Aslında bu sözlerinin gerçek anlamı şudur:

Allah -aynı zamanda- kafirler açısından imanı sevmez ve ondan razı olmaz. Çünkü onlara göre sevme ve rıza, tıpkı irade gibi, vakî olmayanla değil, vakî olanla ilintilidir. Bunun emredilen veya yasaklanan bir şey olması fark etmez. Yine kulların mutluluklarının veya mutsuzluklarının sebeplerinden olması da fark etmez. Onlara göre Allah, var olan küfrü, fıskı ve günahı sever, ama var olmayan ibadeti sevmez. Var olan küfür, fısk ve günahı irade edip, var olmayan iman ve ibadeti irade etmediği gibi.

İkincisi: Diyorlar ki:

Allah, din olarak fesadı sevmez ve din olarak ondan razı olmaz. Bunun hakikati de, O, din olarak fesadı irade etmez. Çünkü Allah, bir şeyin bir sıfat üzere vakî olmasını irade ettiği zaman, bu sıfatın hilâfına olmasını irade etmemiş olur. Allah, bir şeyi başka bir şeyle beraber irade ettiği zaman, onu, yalnız başına irade etmemiş olur. Yani, Allah, Zeyd’i Amr’dan yaratmak istediği zaman, onu başkasından yaratmayı istememiş olur, yağmuru yağdırıp onunla yeryüzünde bitkilerin yeşermesini irade ettiği zaman, yağmurun bu nitelikte yağmasını irade etmiş olur. Bir topluluğun deniz yolculuğuna çıkmalarını, bir kısmının boğulmasını, bir kısmının kurtulmasını ve bir kısmının da kâr etmesini irade ettiği zaman, bunu tam da bu nitelikte irade etmiş olur. İman ve küfür için de aynı durum geçerlidir. İmanla beraber, iman sahiplerinin nimetlere kavuşmalarını, küfürle beraber de, kafirlerin azaba çarptırılmalarını öngörmüştür...

Gerçi onlara göre, bir şeyin başka bir şeyin sebebi, bir şeyin bir hikmetten dolayı yaratılması diye bir şey yoktur... Ancak, iman ve küfür bağlamında bu hususları birbirleriyle bağlantılı olarak zikretmişler.

Onlara göre mutluluk imanla beraber kılınmıştır, imanın bir sonucu değil. Nitekim diyorlar ki:

Doyma yemeyle beraber yaratılmıştır, yeme ile ve yemenin sonucu olarak değil. Dolayısıyla emredilen din, beraberinde sahibinin mutluluğu olan dindir...

Küfür, fısk ve isyan, Allah’ın irade ettiği şeyler oldukları gibi, sevdiği ve razı olduğunu şeylerdir de. Fakat bunları, sahiplerinin mutluluğuyla beraber sevmemiştir. Din olarak da sevmemiştir. Din olarak sahiplerinin mutluluğuyla beraber olmasını irade etmediği gibi.

İşte, rububiyet tevhidinde yok olanların tanık oldukları şühud budur. Onlar, yüce Rabbin her şeyi iradesiyle yarattığını, ileride olacak her şeyi bildiğini gördüler...

Onlara göre hiçbir şeyin sebebi de hikmeti de yoktur. Bilakis bütün hadiseler iradeyle meydana gelirler.

Öte yandan Cehm b. Safvan ve Mutezile mezhebi gibi sıfatları olumsuzlayan diğer gruplar, bizzat kendisiyle kaim olan bir iradeyi de olumlamıyorlar. Bilakis ya tamamen olumsuzluyorlar, ya da yaratma ve emretme anlamına alıyorlar. Yahut da:

“Bir yerde olmaksızın irade var etti” diyorlar.

İbn-i Kilab ve Eş’ari gibi sıfatları olumlayanlar da, belki bir iradeden başkasını olumlamıyorlar. Onlara göre her hadiseye taalluk eden bir tek irade vardır. Her işitilene taalluk eden bir tek işitme vardır. Her görülene taalluk eden bir tek görme vardır. Ve her türlü kelama taalluk eden bir tek kelam vardır. Nitekim bunların mezheplerinin konuya ilişkin yaklaşımlarını daha önce incelemiştik. Bunlar diyorlar ki:

Bütün hadiseler bu bir, belli ve tek iradeden sadır olurlar. Bu irade de arada tercih ettirici bir etken olmaksızın denk olan iki şeyden birini tercih eder. Bu da sevgi ve rızanın kendisidir. v.s.

İşte bunlar, bu düzeydeki gözleme geldiklerinde, onların nazarında bütün hadiseler arasında iyilik ve kötülük bakımından bir fark olmaz. Sadece bazı hadiselerin insana uygun olması, bazısının da aykırı olması söz konusudur. İnsanın isteğine ve sevgisine uygun olan, ona göre iyidir. Bunlara aykırı olan da, ona göre kötüdür. Ama aynı zamanda, güzel olup da Allah tarafından sevilen ve çirkin olup da, Allah tarafından buğzedilen olmazlar. Sadece onları işleyenlerin lezzet almasına eşlik etmeleri açısından iyi ve acı çekmesine eşlik etmeleri bakımından da kötü olmaları söz konusudur. Özleriyle ilgili bir farklılıkları yoktur. Fiillere taalluk eden bir farklılık da asla yoktur. Bu yüzden, değindiğimiz bu anlayışta onların nazarında iyi-güzel ve kötü-çirkin diye birşey yoktur. İnsan doğasına uygun olması ve olmaması anlamında değil kuşkusuz. Şer'i iyilik ve kötülükse, işleyenin lezzet aldığı ve acı duyduğu şeylere delalet etmesinden ibarettir.

Bu nedenle, onlara göre, Allah’ın küfür, fısk ve günah dahil her şeyi emretmesi caiz olduğu gibi, iman ve tevhid dahil her şeyi nehyetmesi de caizdir. Yasakladığı her şeyi emrederek emrettiği her şeyi neshetmesi de mümkündür. Onların nazarında varlık aleminde hayır ve şer, güzel ve çirkin diye birşey yoktur. Varsa, sadece bu itibarla vardır. Varlık aleminde olan menfaat ve zarardır. Menfaat ve zarar ise izafi olgulardır. Şuna faydalı olan öbürüne zararlı olabilir. Nitekim:

“Bir kavme gelen musibetler başka bir kavim için faydalardan ibarettir.” diye bir darb-ı mesel vardır.

İnandıklarından ve gözlemlerinin gerçek anlamı bu olduğuna göre, onları iki grup halinde irdelemek mümkündür.

Bir grup kelam ve rey ehlidir. Doğal farklılığı kabul eder ve şöyle derler:

Doğal farklılıktan başka bir fark yoktur. Allah’ın şunu sevdiğini, şuna da buğzettiğini gösterecek anlamda bir fark söz konusu değildir.

Sonra bunlardan bazılarının anlayışında ilahi vaad ve tevhit olguları da gittikçe zaafa uğramıştır. Ya ircai-ertelemeci bir anlayışa sahip olmalarından dolayı, ya da bunun insanların yararına olmak üzere dünyada adaleti ikame etmeye uygun olduğunu sanmalarından dolayı. Nitekim bu görüşte olan felsefeciler de vardır. Dolayısıyla onlara göre iki fiil arasındaki tek fark birini sevmesi ve birinden buğzetmesidir. Bu bakımdan kendisinin sevdiği şey, güzeldir, yapılması gerekir. Buğzettiği şey de çirkindir, terk edilmesi gerekir. Bu, kader hususunda Cehm’in ve Eş’ari’nin görüşlerini benimseyen kelam ve rey ehli olanların çoğunun görüşüdür. Onların sevgi, buğz, dostluk ve düşmanlık hususunda sadece kendi hevalarına ve iradelerine dayandıklarını görürsün. Bunu belirleyen de doğal farklılıktan başka birşey değildir.

Bunlardan ilahi vaade inananlar vacipleri yerine getirir, haramlardan da kaçınırlar. Fakat bunlarla ilintili olup da ahirette elde edecekleri yeme, içme ve evlenme gibi doğal olgular için yaparlar. Onlar Allah’ın sevgisini ve O’na nazar edip lezzet almayı da inkar ederler:

“Kullar Allah’a nazar ettiklerinde lezzet alırlar.”

Denildiğinde, bunun onların anlayışındaki anlamı şudur: Allah’a nazar ettikleri zaman, Allah, lezzet aldıkları türden mahlukatların şahsında onlar için lezzet yaratır. Yoksa Allah’a nazar etmenin kendisi lezzet almayı gerektirmez. Bu düşünceyi birçok kişi dile getirmiştir.

Örneğin, Ebu’l Mali “er-Risaletu’n Nazzamiye” adlı eserde bundan söz eder ve bunun tevhidin sırlarından biri olduğunu söyler. Oysa bu, tevhide şirk bulaştırmaktan başka bir şey değildir. Ama bu olumsuzlayıcılar buna tevhid demeye devam ediyorlar. Yani, Allah’ın elçileriyle gönderdiği, kitaplarıyla indirdiği tevhidin sırlarıyla bir ilgisi yoktur. Çünkü sevgi, sevilen şeyde sevenin sevmesini gerektiren bir şeyin var olmasından başka bir anlam ifade etmez. Onlara göre varlık aleminde, irade etmesi anlamından başka Allah’ın sevdiği bir şey yoktur. Allah da her şeyi irade eder. Yine onlara göre, Allah’ın katından kulun sevdiği bir şey de yoktur. Kul canının çektiğini sever. Kulun canını da kendi doğasına uygun doğal olgular çeker. Onların nazarında kulun doğasına uygun şeyler de yeme, içme ve cinsel ilişki gibi bedensel lezzetlerdir.

İkinci grup: Sufiler. Ki bu gözlem, onların süluklarının son merhalesini oluşturur. Bunlar doğal farklılık olgusunu kabul ederler. Ama çabaları bu doğal farklılığı bir kenara bırakma yönündedir. Nefsin hazlar ve arzuları aleyhine zühd yolunu seçiyor ve nefisleri için hiçbir şey istemiyorlar. Onlara göre, cennette yiyip içmek için bir şey talep eden kimse, hevasını ve nefsani hazzını talep etmiş olur. Bütün bunlar, onlara göre, rububiyet tevhidinde yok olma hakikatiyle çelişen noksanlıklardır. Çünkü nefisle ve hazlarıyla var olma devam etmek demektir.

Onlara göre, tevekkül ve sevgi gibi bütün makamlar, hakikat pınarına doğru yol alan şeriat ehlinin geçtiği menzillerdir. Ama rububiyet tevhidini gözlemleyecek düzeye geldiklerinde, bütün bunlar, gerçekte illetler ve kusurlar olarak belirginleşirler. Hala bu menzillerde olmanın nedeni, onlar açısından, ya marifet ve şühud eksikliğidir, ya da nefisten ve hazlarından sıyrılma noktasında kusurlu davranmadır. Çünkü varlık aleminde bulunan herşeyi Allah’ın sevdiğini, razı olduğunu ve irade ettiğini düşünen kimse açısından, bir şeyle diğer birşey arasında herhangi bir fark kalmaz. Fakat bazı olgular vardır ki, bunlarla beraber, bazı insanlara isabet eden lezzet vardır. Bazılarıyla beraber de insanların bir kısmına isabet eden acılar bulunur. Bu gözlem düzeyinde olan bir kimse, kesinlikle, bir şeyle başka birşey arasındaki fark gören bir kimsenin, bu yaklaşımının marifetinin ve şühudunun eksikliğinden kaynaklandığını düşünür. Yani, Allah’ın, her şeyin rabbi, her şeyin irade edicisi, her şeyi seven -onların iddiasına göre- olması hususunda eksik bilgi ve gözleme sahiptir. Bu, olsa olsa onun nefsinin hazzına ve hevasına dönük bir farktır. Yani, nefsinden uzaklaşayım derken kendi hazzının peşine düşmüş olur. Onlara göre bu da, bir hastalık ve kusurdur.

Böylece onlara göre, varlıklar arasında iyilik ve kötülük esasında fark gören kimsenin ya bilgisi ve şühudu eksiktir veya niyet ve iradesinde bir noksanlık vardır. Bunların her ikisi de hastalık belirtisidir. Çünkü rububiyet şühudunda yok olan kimsenin haline aykırı bir görünümdür bu. Onlara göre rububiyet şühudu derecesine ulaşan kimse, varlıktaki her şeyi sevgisi ve rızasıyla görür. Dolayısıyla herhangi iki şey arasında fark yoktur. İyiyi iyi, kötüyü de kötü görmez. Tıpkı “Menazilu’s-Sairin” yazarının dediği gibi.

ez-Zebili’den ve Bayezid-i Bestami’den şöyle nakledilir:

Cennet ehlinin cennette nimetlerden yararlandıklarını ve cehennem ehlinin de cehennemde azap çektiklerini görür de içinde bunların birbirinden farklı olduklarına dair bir düşünce uyanırsa, tevekkül hakikatının dışına çıkmış olursun.. Ya da:

Tevekkülün aslı olan tevhid hakikatının dışına çıkmış olursun....

Bilindiği gibi, varlıkların farklılığının bilincinde olmak, farkında olmak hiçbir canlının soyutlanamadığı bir temel özelliktir. Bilakis, bir canlı her zaman yemek ve içmek zorunda olduğu şeylere eğilim göstermek durumundadır. Fakat bir canlı yokluk (fena) halindeyken bu sahnede kendini yitirmiş olabilir. Bununla beraber, ihtiyaç duyduğu şeylere eğilim gösterip bunları istemesi kaçınılmazdır. Yine kendisine zarar veren şeylerden kaçınması, onlardan uzaklaşmaya çalışması da bir zorunluluktur. Bu, doğal bir farklılıktır ve insanlar bu bilinç ve özellikten yoksun değildirler.

Öte yandan varlıklar arasında fark görmemek gerektiğini savunan bu gruplar, hayatın zorunlu ihtiyaçları dediğimiz olgular açısından farklılık görmekten kendilerini kurtaramıyorlar. Çünkü yemek ve giysi gibi bu zorunlu ihtiyaçlar olmadan insanın hayatını sürdürmesi mümkün değildir. Bu yüzden dünya ve ahiret açısından zorunlu olan yemek ve giysiyle (bir lokma, bir hırka) yetinme yönüne giderler. Bunu da zühd ve asıl gaye olarak isimlendirirler. Bunların dışında kalan her şeyden uzak durmaya çalışırlar. Yani bunların dışındaki şeyleri istemezler, ama ikrah da etmezler. Sevmezler, ama buğz da etmezler. Bu nedenler onların mescidlerdeki zühtleri, meyhanedeki zühtlerinden farksızdır. Bundan dolayıdır ki, onların büyük şeyhlerinden biri bir memlekete gittiğinde, o memleketin meyhanelerdeki yoldan çıkmışlarıyla sohbete başlar ve: Allah’ın kaderindeki haliniz nasıldır? der...

Çünkü onun için bu sahnede mescid ile kilise ve meyhane arasında herhangi bir fark yoktur. Namaz, ihram ehli ve Kur’an okuyanlar ile küfür ehli, yol kesenler, Rahman olan Allah’a ortak koşanlar arasında bir fark yoktur.

Hiç kuşkusuz, onların fena buluşları, ilâhî ve nebevi şühuddan uzaklaşmaları, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın resulü olduğuna ilişkin şehadet cümlesinin, farklılık öngören içeriğinden uzaklaşmaları, onların bilgi, şühud, iman ve tevhid açısından büyük bir eksiklik ve kusur içinde olduklarının göstergesidir. Yani, yüce rabbin sıfatlarından birini seyrederlerken, diğer sıfatlarını yitirmişlerdir. İşte asıl kusur, asıl ayıp budur.

Onlara göre zatın şühudu en mükemmel sıfatlardan mücerred durumda gerçekleştiğine inanırlar. Çünkü önce fiillerin şühudunu, ardından sıfatların şühudunu ve sonra da mücerred zatın şühudunu öngörürler. Bazen ilk aşamayı nefse, ikinci aşamayı kalbe ve üçüncü aşamayı da ruha nispet ederler. İmanlarının, bilgilerinin ve şühudlarının bu eksikliğini ve kusurunu tevhidin gayesi olarak ileri sürerler. Böylece Allah’ın sıfatlarını inkâr eden Cehmiye mezhebiyle aynı paralele düşmüş oluyorlar. Çünkü Cehmiye mezhebi de sıfatlardan soyutlanmış bir zatı ispata çalışır ve:

Kemal derecesi budur, der. Bunlar da, sıfatları dış alemde olumsuzlama eğilimindedirler ve diyorlar ki:

Biz bunların yokluğunu seyrederiz, bunlar ise onların dış alemde varlıklarını bilgi ve inanç olarak ispat ederler. Fakat diyorlar ki:

Kemal, bunların gözlemden kaybolmalarıdır, onların yokluklarının ispat edilmesi değildir. Bununla beraber ispatlarını da gözlemlemezler. İşte bu, büyük bir eksiklik ve büyük bir cehalettir.

Birincisi: Çünkü meseleyi olduğundan farklı bir şekilde gözlemliyorlar. Her şeyden önce sıfatlardan soyutlanmış bir zatın harici bir gerçekliği olamaz.

İkincisi: Bu, şeytanın Cehmiyecilik ve sıfatları olumsuzlama fikrinin gerisindeki amacıdır. Çünkü sıfatları müşahede etmeme ile sıfatların yokluğuna inanan Cehmiye anlayışı arasında bir fark yoktur....

Muhammed’in Allah’ın resulü olduğuna inanmıyorum, diyen birisi ile O’nun Allah’ın resulü olduğuna inanıyor; ancak bu inançta yok oluyorum, bu inancı dile getirmiyorum, bu inanca şehadet etmiyorum, diyen birisi arasında hiçbir fark yoktur. Bu ikincisi de tıpkı birincisi gibi kâfirdir. Çünkü küfür, resulü tasdik etmemekten ibarettir. Bu tasdik etmeyişin altında onu yalanlama anlayışı olsa da olmasa da fark etmez. Hatta onun getirdiğini ikrar etmeme ve onu sevme anlayışı olsa da, olmasa da netice itibariyle bir değişiklik olmaz. Bu nedenle bir kimse, kalbini, Allah’ın zatını bildiği gibi, onun sıfatlarını görmemeye zorlasa ve de kalbini sıfatlardan yoksun bir zatı müşahede etmeye zorlasa, kalbini sıfatlara iman ile hasıl olacak maksattan da uzaklaştırmış olur. İşte bu, büyük sapıklıklardan biridir.

Rububiyet tevhidinde yok olma anlayışına sahip olanlar, Rabbin fiillerinden başka bir şeye tanıklık etmedikleri zaman, bunun herhangi bir günahının olmadığını sanıyorlar. Bu anlayışlarıyla onlar, öldürücü bir zehir yedikten sonra:

Bunu bana yedirenin Allah olduğuna tanıklık ediyorum. Bu yüzden bana zarar vermez, diyen kimsenin anlayışından farksızdır. Bu ise, büyük bir cehalettir. Çünkü günahların ve kötülüklerin insana verdiği zarar, zehirin verdiği zarardan çok daha büyüktür. Bunu yapanın Allah olduğuna şahitlik etmesi, zehirin zararını ortadan kaldırmaz. Eğer bu anlayış zararını giderecek olsaydı, Allah’ın peygamberleri ve velileri, günahların kendileri üzerindeki zararlarını bu tür bir tanıklıkla gidermeye çok daha muktedir olurlardı.

Bunlardan bazıları da, hakkın kendilerine bir hal bahşetmesi durumunda, bunun üzerinde diledikleri gibi tasarrufta bulunacaklarına ve bir keşif gerçekleştirdiklerinde, bundan dolayı hak tarafından hesaba çekilmeyeceklerini sanıyorlar. Bu yaklaşımlarıyla onlar, yüce Allah’ın kendilerine bir mülk bahşetmesi durumunda, bu mülk üzerindeki tasarruflarından dolayı kendilerini hesaba çekmeyeceğini sananlardan farksızdırlar.

Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Allahım! Senin verdiğini engelleyecek ve senin engellediğini verecek kimse yoktur. Talihli olanın talihi, senin katında bir fayda sağlamaz ona.” (Buhari, el-Ezan, 155; Müslim, es-Sala, 194)

Bu hadisinde peygamberimiz (s.a.v.) veren ve vermeyen Allah olmakla beraber, talihlinin talihinin ona bir fayda sağlamayacağını, aksine, iman ve salih amelin ona bir fayda sağlayacağını vurguluyor.

Bu, bilinmesi gereken temel gerçeklerden biridir. Bununla beraber birçok insan yanılgıya düştüğü için sapmıştır. Öyle ki, bunların bir kısmı, Allah’ın müttaki velilerini peygamberleri öldürenler, Allah’ın düşmanlarına yardım edenler gibi göstermiş hatta onların görevlerinin bu olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu, şeytani, kaderci bir yaklaşımdır. Bu anlayışlarından dolayıdır ki, onlardan bazıları şöyle demişlerdir:

Allah’ın velilerinden müslümanları koruyanlar, müslümanlara koruyuculuk yapanlar olduğu gibi, kâfirleri koruyanlar ve kâfirlere koruyuculuk yapanlar da vardır...

Bunların birçoğu, sıfat ehlinin peygambere (s.a.v.) karşı savaştığını sanmaktadır. Buna göre savaşların birinde peygamberimiz:

“Ey ashabım! Beni yalnız mı bırakıyorsunuz? Benden uzaklaşıyor musunuz? demiş, onlarsa şöyle cevap vermişler:

Biz Allah ile beraberiz. Kim Allah ile beraber olursa, onunla beraberiz...”

Böylece peygamberlerle savaşmayı, onların öldürmeyi caiz görüyorlar. Nitekim onların meşhur şeyhlerinden biri Şam’dayken şöyle demişti:

Yetmiş peygamberi dahi öldürsem, hata etmiş olmam....

Çünkü onlara göre Allah, vuku bulandan başka bir şeyi sevmez, razı olmaz ve irade etmez. Bu yüzden vuku bulan her ne olursa olsun, Allah onu sever, ondan razı olur. Bir şey de vuku bulmamışsa, Allah onu sevmez ve ondan razı olmaz. Vakıa kadere, Allah’ın dilemesine ve kudretine tabi oluştan ibarettir. Çünkü Allah’ın dilediği olur ve dilemediği de olmaz. Bu yüzden onlar galip gelenin yanında olurlar. Çünkü bir kimse galip geliyorsa bu, kaderin onunla beraber olduğunun göstergesidir. Onlara göre takdir edilen şey, hakkın sevdiği şeydir. Bu yüzden kâfirler galip geldiklerinde onların yanında yer alırlar. Müslümanlar galip geldiklerinde bu sefer oların yanında yer alırlar. Peygamber bir zafer kazandığında onunla beraber olur, ama ashabı yenilgiye uğradığında, onlara galip gelen kâfirlerin yanında olurlar.

Bu anlayışı bu düzeye kadar ileri götürenlerin birçoğu, uhrevi tehditleri de bilmiyorlar. Çünkü uhrevi tehditleri bilen ve bunun kâfirler için olduğunun farkında olan bir kimsenin, uhrevi azabı gerektirici eylemlerinde kâfirlere yardımcı olması, onlara dostluk beslemesi mümkün değildir. Bu yüzden uhrevi tehditlerin bütünüyle sakıt olduğunu söylüyorlar. Diyorlar ki, rububiyet tevhidini müşahede eden için bu tehditler sakıt olmuştur. Bunda takdiri bir hakikat vardır.. Şeyhlerinden bir grup bu anlayıştadır. Yukarıda zikrettiğimiz şeyh gibi.

Bundan dolayıdır ki, sırf kadere şahitlik eden ve her şeyi kaderden ibaret gören bu kimseler, ibadet ehlinin nimetini ve günah ehlinin azabını da kaderin gerekçesiz bir yansıması olarak gören bu insanlar, maruf emretmez, münkeri de nehyetmezler. Hatta Allah yolunda cihad dahi etmezler. Ayrıca kâfirlere karşı mü’minlere yardım etsin diye Allah’a dua da etmezler. Bunlardan biri, herhangi bir kimsenin Allah’a dua ettiğini görecek olsa, bu derviş veya muhakkik yahut arif kişi! şöyle der:

Ne oluyor bu adama! Allah neyi dilerse onu yapar. İstediğine yardım eder....

Çünkü ona göre, mü’minlerle kâfirler Allah katında birdirler. Kendisi de mü’minlerle kâfirleri aynı görmektedir. İki gruptan birine yardım etme bağlamında, gerek rabbi açısından ve gerekse kendi açısından herhangi bir amaç yoktur. Çünkü onun görüşüne göre, Allah katında bunlar arasında bir fark yoktur. Kendisine göre de öyle. Çünkü kâfirlerin istilasıyla onun dünyadaki nasibi veya payı eksilmez. Bilakis kâfirlerin, münafıkların ve zalimlerin egemenlikleri altında daha büyük dünyevi nasiplere kavuşma imkânını bulur. Böylece heva ve hevesi daha büyük boyutlarda tatmin olma imkânına kavuşur.

Bunlarla beraber olan dervişlerin büyük kısmı bu gruba girerler, bu anlayışa sahiptirler. Çünkü kâfirlerin, münafıkların ve zalimlerin egemenlikleriyle kavuşacakları büyük dünyevi paylar söz konusudur. Bunların hiçbirini de mü’minlerin egemenlikleri altında elde etmeleri mümkün değildir. Şeytanları kendilerine bu yerilmiş dünyevi hazları sevdirmekte, bunların peşine düşmelerini teşvik etmektedirler. Şeytanları onlara emir ve nehiy nitelikli hitaplar yöneltirler. Bazı keşifler gösterirler ki, bunlar onları Allah tarafından kendilerine bahşedilmiş lütuflar olduklarını sanırlar. Allah’ın kendilerine emrettiğini ve kendilerini nehyettiğini zannederler. Allah’ın bu keşifleri kendilerine bahşettiğini düşünürler. Onların vehimlerine göre, bunlar, Allah’ın müttaki velilerinin gördükleri keşiflerin türünden şeylerdir. Oysa bunların tamamı şeytanlardan kaynaklanmaktadır. Onlar Rahmani haller ile şeytani halleri birbirlerinden ayırt etmezler. Çünkü fark görmek, Allah katında böyle bir farklılığın bulunduğuna inanmaktan kaynaklanan bir durumdur. Ama onlara göre, Allah açısından meydana gelen bütün hadiseler arasında hiçbir fark yoktur. Sadece bir tek irade vardır ve o da her şeyle aynı nitelikte ilintilidir. Allah bir şeyi sevip bir diğer şeyden de buğzetmez...

Bu yüzden bunların, insanın içinde sevgi, vecd ve zevk duygularını harekete geçiren müzikli toplantılara iştirak ettikleri sıkça görülür. Bu tür müzikler de dinleyenlerin kalbindeki sevgi ve heves duygularını galeyana getirici nitelikte olur. Değişik heva ve heveslerin harekete geçmesini sağlar. Çünkü Allah ve Resulü’nün sevdiği bir muhabbet üzere toplanmazlar. Onların anlayışlarına göre, hakkın sevdiği şey, takdir edilen ve vuku bulan şeydir. Bunların vecd esnasındaki hevaları değişiklik gösterince şeytanlarının hevaları da buna paralel olarak değişir. Nitekim şeytanlarının telkini sonucu birbirlerini öldürdükleri de çok görülmüştür. Şeytanı daha güçlü olan diğerini öldürebiliyor. Daha güçlü şeytanlar, diğer şeytanların velilerinin sahip oldukları keşif gibi becerileri yok edebiliyor, etkisizleştirebiliyorlar. Bir anlamda bazılarının şeytanları, diğer bazılarının şeytanlarının önünden kaçarlar. Şeytanları kaçanlar da zayıf düşer, sahip olduğu bazı güçlerini yitirir. Yardımcıları olan bir kralın elinden yardımcılarının ve mülkünün alınması sonucu zelil ve mülksüz kalması gibi.

Bunlar da birbirlerine düşman olan zalim krallara benzerler. Neticede ya öldürülürler, ya esir alınırlar veya ağır bir hezimete uğrarlar. Çünkü zalim kralların bazısı diğer bazısını esir alır ve bu esir krallar onların tasarrufları, egemenlikleri altına girerler. Bazılarının varını yoğunu da başkaları talan eder. Geride hiçbir hali kalmamış olarak kalakalırlar. Tıpkı yenilmiş bir kral gibi. Bütün bunlar, cebir ve kader konusunda aşırı giden Cehmiye anlayışından kaynaklanan detaylardır.