Kul gerçek fail mi?

Eğer desen ki:

Bu taktirde sana şu soruyu yöneltirim:

Onların olumsuzlayıp iptal ettikleri cebri takdirin dışına çıktığımda ve yine onların ileri sürdükleri ve açıkladıkları görüş üzere sebat ettiğim zaman, bir insanın fiili ile ilintili olarak sevap ve ceza olguları nasıl bina edilebilir?

Bir insanın gerçek anlamda fail olarak isimlendirilişi ve fiilinin kudretine dayandırılması nasıl mümkün olabilir?

Buna cevap olarak derim ki:

-Doğru yola ileten Allah’tır- Bil ki, yüce Allah, kulun fiilini, övülen veya yerilen sonuçların sebebi olarak yaratmıştır. Bir insan, salih bir ameli, örneğin namazı, kalbiyle yönelerek kılsa, kendini tam anlamıyla verse, her türlü aykırı duygu ve düşünceden ayıklanmış halde ihlasla yerine getirse, üzerinde durup bu görevi yerine getirse, namazın içerdiği güzel sözlerin anlamını derinliğine kavrasa, kapsadığı salih amellerin gerisindeki anlam ve amacı algılayarak hareket etse, kısa vadede kalbi nurlanır, göğsü açılır, nefsi mutmain olur, bilgisi artar, kesin inancının düzeyi artar, aklı güçlenir. Bunun gibi daha birçok bedensel fonksiyonlarında artış olur. Bunun yanı sıra yüzünde bir parlaklık meydana gelir. Çirkin hayasızlıklardan ve kötülüklerden uzak durur. İnsanların kalplerine ona yönelik bir sevgi telkin edilir. Belalar kendisinden savılır. Ve bunun gibi Allah’ın bilip de bizim bilmediğimiz daha neler olur!

Sonra nur, ilim ve yakin gibi kişide meydana gelen bir etkilenimler, kendi türünden veya başka türden sonuçlara yol açan sebepler işlevini de görürler... vs. Bu yüzden:

İyiliğin sevaplarından biri de kendisinden sonra bir başka iyiliğe yol açması, kötülüğün cezalarından biri de kendisinden sonra bir başka kötülüğe yol açmasıdır, denilmiştir. Aynı durum herhangi bir kötü amel için de geçerlidir. Örneğin yalan söylemeyi ele alalım. Yalan söyleyen kişi, yalan söylediği andan itibaren kalp karanlığı, katılık ve göğsün daralması ile cezalandırılır. Nifak, kararsızlık ve öğrendiklerini unutma musibetine duçar olur. Öğrenmek istediği ilmin kapısı yüzüne kapanır. Yakini inancında ve aklında eksilme meydana gelir. Yüzü kararır, insanların kalbinde ona karşı nefret ve kin duyguları uyanır. Yalan söylemesinin ardından aynı cinsten veya başka türden günahlara da cüret eder..vs.Ancak Allah’ın rahmetinin kendisine ulaşması başka.

Şu halde, sözünü ettiğimiz bu sonuçlar, amellerin etkileridir ve biz bunlara sevap ve ceza deriz. Amellerin bunlara havale edilmesi ve bunlara tabi olması, yüce Allah’ın var ettiği bütün sebeplerin müsebbeplerine havale edilmesine benzer. Bir insan yediği, içtiği zaman, doyar ve susuzluğu ortadan kalkar. Allah doyma ve suya kanma ile yeme ve içme arasında sağlam bir bağ var etmiştir. Yeme ve içmeye rağmen doymasını ve suya kanmasını dilemezse, bunu yapabilir. Bunu da ya yiyecekte doyurucu olma özelliğini kaldırarak veya doyma mahallinde bir engel meydana getirerek gerçekleştirir. Ya da dilediği başka bir şeyle bunu sağlar. Şayet yüce Allah, bir insanın yemesiz ve içmesiz veya alışılan yiyecek ve içeceklerin dışındaki bir şey aracılığıyla doymasını ve suya kanmasını dilerse, bunu da yapabilir.

Aynı durum ameller için de aynen ve tıpatıp geçerlidir. Sevap kazandıran ve ceza gerektiren tüm ameller için...

Sevaba bu ismin verilmesinin nedeni, bir amel işleyen kimseye işlediği amelden dönen sonuç olmasıdır. Cezaya da (ikab) denilmesinin nedeni, ameli takip etmesi, yani ondan sonra olmasıdır. Eğer Allah salih bir amel işleyen kimseyi, bu amelinden dolayı sevaplandırmak istemeseydi, bunu ya amelde sevap gerektirici özellik var etmemekle veya sevabın gerçekleşmesini engelleyen etmenler var etmekle ya da başka etkenlerle bunu yapardı. Aynı durum cezalandırmalar için de geçerlidir.

Konunun açıklamasına gelince:

Yeme ve içmenin kendisi kulun seçimi ve dilemesiyledir. Bu, aynı zaman da Allah’ın da fiilidir. Yemeden sonra doymanın gerçekleşmesinde kesinlikle kulun hiçbir etkisi yoktur. Hatta doymayı gerektiren sebeplere başvurduktan sonra doymayı ortadan kaldırmak istese bile buna güç yetiremez. Amelin kendisi de kulun iradesi ve seçimi ile gerçekleşir. Eğer kul ameli gerektiren olguların meydana gelmesinden sonra, yani amelin fiilen gerçekleşmesinden sonra, söz konusu amelin etkisini ve sevabını yok etmek istese bile buna güç yetiremez.

İşte bu, dünya ve ahirette Allah’ın var ettiği tüm sebeplerin gerisindeki ilâhî hikmet ve dilemedir. Fakat ahiret yurdu için faydalı ve zararlı olan amellerin çoğu insanların aklında yoktur, bunlardan habersizdirler. Yine kulların bu dünya yurdundan sonra varacakları akıbet ve dönecekleri mekan da akıllarında olmaz. Bu yüzden yüce Allah müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberlerini göndermiş, kitaplarını indirmiştir. Ki peygamberlerin gönderilmesinden sonra insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri, bir gerekçeleri bulunmasın. Allah’ın bu olaya egemen olan hikmeti, bütün sebeplerin ve müsebbeplerin yaratılmasının gerisindeki sebebe benzer.

Bunun böyle olmasının nedeni, Allah’ın ezeli ilminin, geçerli iradesinin ve karşı konulmaz kudretinin, bazı toplulukların, işledikleri bazı ameller gereğince cennete gitmelerini gerektirmesinden, öngörmesinden başka bir şey değildir. Yani Allah, bu toplulukların amellerin amellerini yaratmış ve bu amelleri aracılığıyla onları hoşnutluğuna iletmiştir. Aynı durum cehennem ehli için de geçerlidir.

Nitekim doğru sözlü ve sözü her zaman doğrulanan Peygamberimiz (s.a.v.) de buna işaret etmiştir. Bazıları peygamberimize (s.a.v.) şöyle dediler:

“Amel etmeyi bıraksak ve kaderde yazılanlara güvensek daha doğru olmaz mı? Buyurdu ki: Hayır, siz amel edin; her şeye, yaratılışının amacı olan şey kolaylaştırılır. Kim mutluluk ehli olarak yaratılmışsa, onun için mutluluğa götürücü ameller kolaylaştırılır. Kim mutsuzluk ehli olarak yaratılmışsa, onun için mutsuzluğa götürücü ameller kolaylaştırılır.” (Buhari, Kader, 4; Müslim, Kader, 6)

Burada peygamberimiz (s.a.v.) mutlu insan için, yüce Allah’ın kendisini mutluluğa ulaştıracağı amellerin kolaylaştırıldığını açıklıyor. Bu durum mutsuzluk bağlamında da geçerlidir. Allah’ın bu amelleri kolaylaştırması, bu amelleri ilham etmesinin ve sebeplerini hazırlamasının kendisidir. İşte Allah’ın, kulların amellerini yaratmasının açıklaması budur. Dolayısıyla Allah’ı ameli yaratmasının kendisi, mutluluğa veya mutsuzluğa yol açan sebeptir. Dileseydi Allah, bunu amelsiz de yapabilirdi. Hatta bazı kimseleri amelsiz de mutluluğa iletecektir de, diyebiliriz. Çünkü cennette fazla yer kaldığı zaman, buraya yerleştirmek için bir topluluğu yaratacaktır.

Geride şunu demek kalıyor:

Şu halde, sonuçları gerçekleşmesini gerektiren hikmet, ilk sebeplerdendir ve işlerin sonuçta gelip dayandıkları bir hakikattir. Şahıslar ve objeler açısından geçerli olan özellikler ve ayrıcalıklar gibi kader olgusunun bütünsel meseleleri, kulların fiillerinin yaratılması meselesinin kapsamına girmezler. Şu anki, fetva oturumu da bu amaçla gerçekleşmiş değildir. Burası bu gibi meseleleri, bırakın bir ölçüde ayrıntılı olarak el almayı, genel olarak ele almanın dahi yeri değildir.

Akıl sahibi bir kimse için şunu bilmek yeterlidir:

Allah her şeyi bilir, hikmet sahibidir, merhamet edendir. Akıllar hikmeti karşısında şaşkına dönmüşlerdir ve rahmeti her şeyi kapsamıştır. Her şeyi ilmiyle kuşatmış ve levhinde kalemle bunları birer birer kaydetmiştir. Ve bunlar kaderinin kapsamında gizli sırlardır. Saklı bilgilerdir ki, bütün mahlûkatını bunlardan haberdar kılmamıştır. Bütün varlıklar içinde bu bilgileri kendine özgü kılmıştır. İlim sahipleri ve velayet derecesine ulaşmış kimseler, bunlardan sadece bazı genel noktalara erişebilirler. Bazen ulaştıkları bu bilgileri açıklamalarına da izin verilmeyebilir. Bazen bu bağlamda insanlarla akıllarının kapasitesi oranında konuşurlar.