Kulların fiillerinde cumhurun görüşü

Ulemanın çoğunluğu ise şu görüştedir:

Kulların fiilleri, Allah tarafından yaratılmışlardır, ama kul tarafından işlenmişlerdir. Bunlar kulun fiilleridir ve kul ile kaimdirler.Allah’ın fiilleri olmadıkları gibi, O’nunla da kaim değildirler. Bilakis, Allah’ın yaptığı şey, fiilinin kendisi değildir. Allah, kendisi tarafından yaratılan bir şeyle vasfedilmez. Yalnızca kendisi ile kaim olan şeyle vasfedilir. Böylece ulemanın çoğunluğunun görüşleri doğrultusunda, Allah’ın zulmetmiş olması gibi bir sonuç çıkmaz.

Fakat öbürleri, Allah, kendisinden ayrı varlık olan mahlûkla vasfedilir, diyorlar. Kendisinin yarattığı ve varlığı itibariyle kendisinden ayrı olan şeyin varlığından dolayı adil ve yaratıcı olarak vasfedilir. Böylece, bu kanaatte olanlar, Allah’ın zalim olmasını gerektirici bir çıkarsamada bulunmuşlardır. Çünkü Allah tarafından yaratılan ve varlığı itibariyle de kendisinden ayrı olan zalim kimseler vardır. Çünkü bunlar, varlığı itibariyle kendisinden ayrı olan bir şeyin, başkasının sıfatı ve kendisinin fiili olması ile böyle olmaması arasında bir fark görmezler. Hepsi de onlara göre, Allah’ın kudretine, dilemesine ve yaratmasına nispet edilme bağlamında aynı düzeydedirler.

Bunlar, güç yetirilmeyen yükümlülüğün de varlığını mutlak olarak ifade ederler. Oysa selef kuşağından hiçbir alim, güç yetirilmeyen yükümlülüğün varlığını mutlak olarak dile getirmemiştir. Nitekim onlar içinden mutlak olarak cebrin varlığını savunan da olmamıştır.Yine,Allah’ın mutlak olarak kullarını zorladığını söyleyen de çıkmamıştır. Bunun gibi, Allah’ın kullarına güç yetiremedikleri yükümlülüğü yüklediğini de söylememişlerdir. Bunu söylemek, kulların emredildikleri şeye güç yetirmelerini olumsuzlamak anlamına gelir. Bu da güç sahibi fail olmalarını olumsuzlamak demektir.

Bu yüzden, bunlar arasında, Kadı Ebu Bekir b. Bakıllani, Ebu’l-Hasanın arkadaşlarının çoğu, Malik’in, Şafii’nin ve Ahmed b. Hanbel’in Kadı Ebu Ya’la gibi arkadaşlarının büyük bir çoğunluğu gibi, orta yolu tutanları, güç yetirilmeyen yükümlülüğün öngörülmesi hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunmuşlardır. Nitekim daha önce de işaret ettiğimiz gibi, cebir hakkında da ayrıntılı açıklamalarda bulunmuşlardır. Bunlar diyorlar ki:

Güç yetirilmeyen yükümlülüğün varlığı, kulların böyle bir yükümlülüğü yerine getirmeleri mümkün olmayacağı için, caiz değildir. Fakat, karşıtı olan bir şeyle uğraştığı için, güç yetiremeyeceği bir yükümlülüğün varlığı ise, caizdir. Çünkü insan, aynı anda, hem ayakta hem de oturan olamaz. Ayakta olduğu bir durumda, aynı zamanda oturan da olmaya güç yetiremez. Ama, oturur vaziyette iken ayakta durma emri yöneltilebilir. Müslümanlar bunun caiz olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Hatta emir ve yasakların geneli bu kapsama girer. Fakat bu duruma, güç yetirilmeyen bir şeyin emredilmesi denebilir mi? İşte bu hususta görüş ayrılığı vardır.

Bazılarına göre, kul ancak fiil esnasında güç yetiren olabilir. Kudret ancak fiille beraber söz konusudur. Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ve kaderi olumlayan tartışmacıların çoğu bu kanaattedir. Bunların anlayışına göre, teklif esnasında her mükellefe, güç yetiremeyeceği bir yükümlülüğe muhataptır. Fiil zamanında Allah’ın kendisinde yarattığı bir kudret sayesinde bu yükümlülüğe güç yetirse de. Ama teklif esnasında buna güç yetiremez. Çünkü karşıt olan bir şeyle meşguldür ve çünkü fiille eş zamanlı kudret kendisinde mevcut değildir. Ama bunun nedeni, bundan mutlak olarak aciz olması değildir. Yürümekten aciz olan yatalak hasta, görmekten aciz olan kör gibi bir fiili işlemekten aciz olanlara gelince, bunlar, aciz oldukları şeylerle yükümlü değildirler. Tıpkı şeriatta yer almayan bir şeyin teklif edilmemesi gibi. Bunda bütün müslüman gruplar görüş birliği içindedirler. Ancak son kuşak alimlerden küçük bir grup, şeriatta bu gibi yükümlülüklerin yer almasının caiz olduğunu iddia etmişlerdir. Bu yönde açıklamaları da Eş’arî’den ve arkadaşlarının çoğunluğundan nakletmişlerdir. Fakat bu, adı geçen kimselere karşı işlenmiş bir hatadır.

Böyle bir yükümlülüğün aklen caiz olup olmadığı meselesine gelince, ümmetin çoğunluğu böyle bir yükümlülüğün varlığın olumsuzlar. Kaderi olumlayanlardan Ebu’l-Hasan el-Eş’arî’nin bağlılarından bir grup aklen bunun olabileceğini savunmuştur. Malik, Şafii ve Ahmed’in arkadaşlarından da bu görüşü benimseyenler vardır. İbn-i Akil ve İbn-i Cevzi gibilerini buna örnek gösterebiliriz. Bir üçüncü grup daha vardır ki, bunlar, güç yetirilmeyen bir şeyin emredilmesinin aklen caiz olması meselesinde, zihin dışında varlığı tasavvur edilen bizzat mümkün olan insanın uçması gibi bir şeyle, iki zıddın bir arada olması gibi aklen mümkün olmayan bir şeyi birbirinden ayırırlar.

Razi gibi, bizzat imkânsız olan yükümlülüğün olduğunu ileri sürenler, yüce Allah’ın, iman etmeyeceğini bildiği ve haber verdiği Ebu Leheb’e iman etme yükümlülüğünü getirmiş olmasını kanıt gösterirler. Böylece Allah, Ebu Leheb’i iki zıt şeyi bir arada bulundurmak, tasdik etmeyeceği şeyi tasdik etmekle yükümlü tutmuştur. Dolayısıyla o, tasdik gerçekleşmediği zaman, bu davranışıyla asıl konumunu tasdik eden bir vaziyettedir. Bu nedenle, yukarıda işaret ettiğimiz kimseler, Ebu Leheb’in, bilinenin aksi olan bir şeyle mükellef tutulduğunu buna dayanarak ileri sürmüşlerdir. Bilinenin aksinin olması da imkânsız olduğuna göre, bunlar, gerçekte Allah’ın bilgisini cehalet konumuna indirgemiş olurlar. Bu ise bizzat imkânsız bir şeydir.

Bunlar, güç yetirilmeyen (malayutak) lafzını her fiili içine alan genel bir ifade olarak algılamışlardır. Çünkü onlara göre, kudret, ancak fiille beraber olabilir. Dolayısıyla bunun içine, bilinenin aksi de girer. Aciz olunan, bizzat imkânsız olan şey de öyle. Sonra bu tür şeylerin caiz olabileceğine dair ona yakın kanıt sıralamışlardır. Ama bu kanıtları iyice irdelendiği zaman, onların aciz olunan veya bizzat imkânsız olan yahut mümkün olan şeyleri güç yetirilmeyenler kapsamına almaya ilişkin değerlendirmelerinin tümüyle batıl olduğu, hiçbir kanıta dayanmadığı anlaşılacaktır. Kulun güç yetirebildiği ibadetlerin caiz olmasına gelince, kendileri şunu söylüyorlar:

Kul, ancak bunları işlediği esnada bunlara güç yetiren olabilir. Bu da, bütün grupların, teklif edilmesinin caiz olduğu hususunda görüş birliği içinde oldukları bir şeydir. Fakat, güç yetirilmeyenler kapsamına girmesiyle ilgili olarak lafzi ve anlamsal bir takım ihtilaflar baş göstermiştir. Böylece bu isim altında değişik kavramlar ve anlamlar değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Caiz veya vakî oluşu hakkında ihtilaf edilenler. Vakî oluşuyla ilgili değil, ismi ve niteliği hakkında ihtilaf edilenler gibi.

Ebu Leheb ve benzerlerinin iman etmekle yükümlü tutulmalarına gelince, böyle bir teklifin olduğu gerçektir. Ebu Leheb peygamberin bütün söylediklerini ve haber verdiği her şeyi tasdik etmekle yükümlü tutulurken, aynı zamanda, onun peygamberi tasdik etmeyeceğinin, kâfir olarak öleceğinin bilinmesi arasında bir çelişki yoktur. Ayrıca, iki zıt şeyi bir arada gerçekleştirmekle de yükümlü tutulmuş değildir. Çünkü o, peygamberi (s.a.v.), tebliğ ettiği her şeyle ilgili olarak tasdik etmekle emrolunmuştur. Ama bu tasdik ondan sâdır olmamıştır. Ona, biz sana bir şey emrettik, bununla beraber, senin onu yapmayacağını biliyoruz, denildiğinde, bu, iki zıt şeyi bir arada gerçekleştirilmesinin teklif edilmesi anlamına gelmez.

Diyelim ki Ebu Leheb şöyle dese:

Her söylediğinizi tasdik etmem, bu tasdik edişim mü’min olmamı gerektirir. Ama sizi tasdik etmem, aynı zamanda mü’min olmamamı da gerektirir. Çünkü siz, benim peygamberin (s.a.v.) haber verdiklerinin tümünü tasdik etmeyeceğimi haber verdiniz.

Ona şöyle denir:

Eğer peygamberi (s.a.v.) tasdik etme durumu senin tarafından gerçekleşirse, bu konuyla ilgili diğer haber vakî olmayacak. Senin mü’min olmayacağın da sana haber verilmeyecek. Çünkü sen bizi tasdik etme gücüne sahipsin. Senin bizi tasdik etmenin gerçekleşmesi durumunda böyle bir haber de olmayacaktır. Böyle bir haber, senin güç yetirebildiğin bir şeyi terk etmen ve yalanlamandan sonra gerçekleşti. Sana genel bir tasdiki emrettiğimiz esnada, üstelik senin de buna gücün yetiyorken, böyle bir haberi sana vermiş değiliz.

Sana şöyle denilseydi:

İman et; ama biz senin, bu habere inanmayacağını biliyoruz. Sana, inanman emredilen şey de, Muhammed’in (s.a.v.) Allah’ın resulü olduğunu bildirmendir. Senin buna gücün yetiyor. Ama sen bunu yapmayacaksın...

Biz sana bunları söylediğimizde, senin, bizim sana söylediğimiz, inanmayacaksın, şeklindeki haberimizi tasdik etmende bir çelişki yoktur. Fakat, senin bu tasdikinle imanın bir arada bulunması mümkün değildir. Çünkü böyle bir şey vakî olmadığı gibi, biz de sana bunu emretmiş değiliz. Bilakis, sana, güç yetirebildiğin mutlak imanı emrettik. Ama bunun yanında, senin güç yetirdiğin bu şeyi yapmayacağını haber verdik. Sana, aynı anda, hem iman etmeyle ilgili emrimizi, hem de inanmayacağına dair sana verdiğimiz haberi tasdik et, demedik ki. Senin yapman gereken mutlak tasdiktir. Bu taktirde bizim sana verdiğimiz bu haberi tasdik etmen gerekmez. Eğer sen mutlak olarak bizi tasdik edersen, zaten bizden taraf sana böyle bir haber verilmeyecektir. Bilakis, biz böyle bir haberi sana verdik, çünkü, senin mutlak anlamda bizi tasdik etmeyeceğini anladık.

Bütün bunlar, Ebu Leheb’in bu ayeti duymuş olması ve bunları tasdik etmesinin emredilmiş olması varsayımına göre geçerlidir. Ama durum böyle değildir. Ancak:

“O, alevli bir ateşte yanacak.” (Mesed, 3) ayeti indiğinde, Allah’ın, peygamberine (s.a.v.) bu hitabı Ebu Leheb’e dinletmesini ve Ebu Lehebe bu haberi tasdik etmeyi emrettiğini söylemelerine imkân yoktur. Bilakis, hiç kimse Ebu Leheb’e peygamberimizin (s.a.v.) bu surenin inişini tasdik etmesini emrettiğini dahi ileri süremez. Dolayısıyla:

Ebu Leheb’e, inanmayacağına dair sözü tasdik etmesinin emredildiğine ilişkin söz batıldır, müslüman alimlerden hiçbirinden böyle bir haber nakledilmemiştir. Bu yüzden böyle bir şeyi peygamberden (s.a.v.) nakletmek, bilgisiz bir söz, daha doğrusu peygambere iftira atmaktır.

Eğer denilse ki:

Ebu Leheb’in iman etmesi vacipti. İmanın bir gereği de bu haberi tasdik etmesiydi.

Buna cevap olarak denilir ki:

Bu surenin inişinden sonra, peygambere (s.a.v.) bunu Ebu Leheb’e tebliğ etmesinin vacip olduğun kabul etmiyoruz. Hatta bu sureden başkasını ona teblig etmesi de gerekli değildi. Çünkü artık azap sözü onun hakkında kesinlik kazanmıştı. Tıpkı Nuh kavmi hakkında kesinlik kazanması gibi. Çünkü Nuh’a (a.s.) şu haber verilmişti:

“Kavminden iman etmiş olanlardan başkası artık sana asla inanmayacak. Öyle ise onların işlemekte olduklarından dolayı üzülme.” (Hud, 36)

Bundan sonra resul, onlara tebliğ etmekle yükümlü değildir. Çünkü onlara tebliğde bulunmuş, onlar ise kendisini yalanlamışlar. Artık onlar hakkında azap kesinlik kazanmıştır.

Allah, peygambere belli kimselerin iman etmeyeceklerini haber verir, fakat bu haberi onlara bildirmesini emretmez. Bilakis, peygamber, onların inanmayacaklarını bilmekle beraber onlara genel mesajı tebliğ etmekle yükümlüdür. Örneğin yüce Allah bazı kimseler hakkında şöyle buyurmuştur:

“Gerçekten haklarında rabbinin sözü sabit olanlar, kendilerine bütün mucizeler gelmiş olsa bile, elem verici azabı görünceye kadar inanmayacaklardır.”(Yunus, 96-97)

“Gerçek şu ki, kâfir olanları korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler.” (Bakara, 6)

Bu gibi insanların şahıs olarak iman etmeyeceklerini, bazı melekler ve peygamberler veya başka insanlar bilebilirler. Bununla beraber Allah’ın emir ve yasaklarını onlara tebliğ etmekle yükümlüdürler. Bunda ise, iki zıddı bir arada gerçekleştirmek gibi bir çelişki söz konusu değildir. Kaldı ki, tebliğ etme yükümlülüğü, bilinenin de hilâfınadır. Çünkü yüce Allah kudretiyle dilediği şeyi yapar. Dilemediği şeyi de yapmayacağını bilir. O, bunu yapmayı dilese yapmaya kadirdir de. Yapmayacağını bilmesi, ona kadir olmasını engellemez.

Yüce Allah, kendi iradeleriyle, dilemeleri ve kudretleriyle itaat edeceklerini bildiği kulların, bu durumlarının yaratıcısıdır. Allah’ın onların bu özelliklerinin yaratıcısı olması, bu özelliklerinin fiilen ortaya çıkmasından önce bilmesi açısından daha vurgulayıcıdır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Mülk, 14)

Dolayısıyla kendilerine emredilen şeylerden yapmadıkları şeyleri, Allah olmayacaklarını bilir. Bu, onların buna güçlerinin yetmemesinden dolayı değil, buna yönelik bir iradelerinin olmamasından dolayıdır. Bu bakımdan bunların emredilmesi, aciz olunan bir şeyin emredilmesi anlamına gelmez. Bilakis, isteseler güç yetirebilecekleri bir şeyin emredilmesi söz konusudur. Fakat onlar, irade etmedikleri için bunu yapmıyorlar.