Adem, günah işlemesine kaderi gerekçe göstermemiştir

Bunlar arasında, Adem’in (a.s.) işlediği günaha kaderi gerekçe gösterdiğini sananlar var. Bunlara göre, kaderi müşahede eden has veliler için böyle bir anlayış caizdir. İşte bu, büyük bir sapıklıktır. Çünkü Musa, Adem’i, yasak ağacın meyvesini yemesinden dolayı, zürriyetini etkileyen masiyetinden dolayı kınamış ve şöyle demiş:

“Niçin bizi de kendini de cennetten çıkarttın.” (Müslim, Kader, 13)

Kuşkusuz musibetler karşısında kul, kadere sarılmakla yükümlüdür. Çünkü kulun mutluluğu, emredilenleri yapmasına ve yasaklananlardan kaçınmasına bağlıdır.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Allah’ın izni olmadan hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğru yola götürür.” (Teğabun, 11)

İbni Mes’ud bu ayetle ilgili olarak şöyle der:

Burada, başına bir musibet geldiğinde, bunun Allah’tan olduğunu bilen, rıza gösterir teslim olan kimse kast edilmiştir.

Şu halde mutlu insan o kimsedir ki, kusurlardan dolayı bağışlanma diler ve musibetlere karşı sabır gösterir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Şimdi sen sabret. Çünkü Allah’ın vadi gerçektir. Günahının bağışlanmasını iste.” (Mü’min, 55)

Mutsuz insan da o kimsedir ki, musibetler karşısında feryadı basar, kusurlarla ilgili olarak da kaderin arkasına sığınır. Yoksa Adem (a.s.) işlediği günahtan tevbe etmiş ve Allah da onu seçerek ona yol göstermiştir. Musa’ya (a.s.) da bir kimseyi tevbe ettiği bir günahtan dolayı kınamak yaraşmaz. Üstelik bu kimse Allah’ın bağışladığı Adem (a.s.) ise...

Nitekim kendisi de işlediği bir kusurdan dolayı tevbe etmiştir. Yüce Allah buna şöyle işaret etmiştir:

“Rabbim! Ben kendime zulmettim; beni bağışla. Allah onu bağışladı.” (Kasas, 16)

Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz biz sana döndük.” (A’raf, 156)

“Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı.” (A’raf, 155)

Musa da Adem de kaderin, bir kimsenin günah işlemesinin mazereti olamayacağını bilecek peygamberlerdir. Daha önce İblis ve benzerlerine neler olduğunu öğrendik. İblis kendisinin de Adem’in de cennetten çıkarılmasına neden oldu. Adem ve eşi cennet yapraklarıyla ortaya çıkan avret yerlerini örtmeye başladılar. Öte yandan Allah Nuh kavmini, Hud kavmini ve Salih kavmini, daha başka kavimleri cezalandırdı. Hadlerini aşanları cezalandırmaya yönelik hükümler koymuştur. Kâfirler için de cehennemi hazırlamıştır. Böyleyken kaderin varlığı günahların mazereti olabilir mi?

Bunların kaderi işledikleri günahların mazereti olarak göstermeleri, ancak bilgiden yoksun olarak heva ve heveslerine tabi olmaları durumunda mümkündür. Çünkü kader eğer mahlûkat için mazeret olacaksa, hiç kimseyi ne dünyada, ne de ahirette kınamamak, cezalandırmamak gerekir. Kesinlikle zalimden söz edilmemesi lazım gelir. Bilakis, böyle bir şey varsa, o zaman insanların mutlak olarak dilediklerini yapmaları mümkün olur. Bilindiği gibi, böyle bir durumda da ne dünyada ne de ahirette hiç kimsenin maslahatının gerçekleşmesi mümkün değildir. Bilakis genel bir fesat kaçınılmaz olur. Böyle bir iddiada bulunan kimse de çelişkiler içindeki bir zalimden başka bir şey değildir. Çünkü birisi onu incitir veya ona haksızlık ederse, derhal cezalandırılmasını ister, asla kaderin mazeret olarak gösterilmesini kabul etmez. Ama haksızlık eden kendisi olunca, nefsine mazeret olarak kaderi ileri sürer. Dolayısıyla, ancak bilgisizce hevasının peşinden giden bir kimse kaderi işlediği günahların mazereti olarak gösterebilir. Tıpkı müşriklerin gösterdiği gibi.

Nitekim yüce Allah onların şöyle dediklerini bildirmiştir:

“De ki: Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.” (En’am, 148)

“Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı, Peygamberlerin üzerine açık seçik tebliğden başka bir şey düşer mi!” (Nahl, 35)

Bu yüzden işledikleri günahların gerekçesi olarak kaderi gösteren bu adamlardan birine, herhangi bir kimse saldırıda bulunacak olursa, derhal ona karşılık verir, onu öldürür, cezalandırır.“Eğer Allah dileseydi, sana saldırmazdım” deyip mazeret bildirmiş olsa da mazeretini kabul etmez. Tam tersine, zulmedip, saldırıda bulunan kimseleri daima ayıplarlar. Onların kendilerini kadere dayalı olarak mazur göstermelerini hiçbir şekilde kabul etmezler.

Fakat rableri tarafından kendilerine hak içerikli mesaj gelince, kaderi gerekçe göstererek buna karşı pozisyonlarını savunmaya geçtiler. Kendi koydukları emir ve yasakların çiğnenmesi bağlamında mazeret ve kanıt olarak kabul etmedikleri şeyleri, Allah’ın emir ve yasaklarının kendileri tarafından çiğnenmesinin gerekçesi olarak ileri sürmeye başladılar. Daha doğrusu aklı başında hiç kimsenin hakkının çiğnenmesi bağlamında mazeret ve kanıt olarak ileri sürülmesini kabul etmeyeceği şeyleri, Allah’ın hakkının çiğnenmesinin kanıtı ve mazereti olarak kabul etmekte bir sakınca görmediler.

Böylece, hiçbir insanın kendisiyle ilgili olarak kabul etmeyeceği gerekçe ve mazeretlerin arkasına sığınarak rablerine ve rablerinin resûllerine karşı çıktılar. İnsanlara Allah tarafından gönderilmiş hiçbir peygamber de bu gibi argümanların mazeret olabileceği yönünde herhangi bir şey söylememiştir. Kaderci müşriklerin bu söylediklerine bakılırsa, mahlûkatın emir ve yasakları, Allah’ın kullara yönelik emir ve yasaklarından daha büyük ve daha önemliymiş gibi görünür. Onların nazarında Allah’ın emri, yasağı ve kulları üzerindeki hakları, daha az saygınlıktadır. Buna karşılık kulların birbirlerine yönelik emir ve yasakları, birbirleri üzerinde olan hakları daha büyük saygınlığa sahiptir.

Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kendisine ibadet etmeleri ve hiçbir şeyi kendisine ortak koşmamalarıdır.

Nitekim sahih kaynaklarda Muaz b. Cebel’den şöyle rivayet edilir:

“Bir seferinde peygamberimiz (s.a.v.) bir merkebe binmiş, ben de onun terkisine binmiştim. Buyurdu ki:

Ey Muaz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun? Allah ve resulü daha iyi bilir, dedim. Buyurdu ki:

Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, Ona ibadet etmeleri ve hiçbir şeyi Ona ortak koşmamalarıdır. Peki, Allah’ın bu hakkını yerine getirdikleri zaman, kulların Allah üzerindeki haklarının ne olduğunu biliyor musun? Allah ve resulü daha iyi bilir, dedim. Buyurdu ki:

Onların Allah üzerindeki hakları da onlara azap etmemesidir.” (Buhari, Rikak, 37; Müslim, İman, 48-51)

Bu müşrikler insanların en cahilleriydiler ve Allah ve resulü’ne karşı en büyük düşmanlığı besleyen kimseler idiler. Çünkü ne kendilerinin, ne de aklı başında hiç kimsenin, bir mahlûkun koyduğu emir ve yasakların düşmesinin, haklarının ortadan kalkmasının gerekçesi ve mazereti olarak kabul etmeyecekleri şeyleri, Allah’ın emir ve yasaklarının düşmesinin, haklarının ortadan kalkmasının gerekçesi ve mazereti olarak ileri sürebiliyorlardı.

Zaten bu yüzden, bu cehaletlerinden dolayı Allah’a ortaklar koşmuş, Allah’ın kızlarının olduğunu ileri sürmüşlerdi. Üstelik hiçbiri kölesinin kendi ortağı olmasına razı olmazdı ve kızlarının olmasını da istemezdi.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Kendilerinin hoşlarına gitmeyen şeyleri Allah’a isnat ediyorlar. En güzel sonucun kendilerinin olduğunu anlatan dilleri de yalanın örneğini veriyor. Hiç şüphesiz onlar için sadece ateş vardır ve onlar, ateşe terk olunacaklardır.” (Nahl, 62)

“Onların biri, rahmana isnat ettiği kız çocuğuyla müjdelenince, hiddetlenerek yüzü simsiyah kesilir.” (Zuhruf, 17)

“Allah size kendinizden bir temsil getirmektedir: Mülkiyetiniz altında bulunan köleler içinde, size verdiğimiz rızıklarda, birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden çekineceğiniz derecede sizinle eşit ortaklarınız var mı?” (Rum, 28)

Sizin eşit statüde olan ortaklarınızdan korktuğunuz gibi, sizin mülkiyetiniz altında olan kölelerinizden kendilerinden çekindiğiniz ortaklarınız var mıdır?

“Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın mü’minlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzan’da bulunması gerekmez miydi?” (Nur, 12)

“Yaradanınıza tevbe edin de nefislerinizi öldürün.” (Bakara, 54)

“Sizler (kendiniz) ve bizler (kendimiz) dahil olmak üzere siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım.” (Al-i imran, 61)

Şu halde, peygamberlerin getirdiği ilâhî mesajı yalanlayanların ileri sürdükleri kanıtlar daima geçersizdir, çürütülmeye mahkumdur. Dolayısıyla onlar tamamen iftira ve eseri olan çelişkili sözler söylemektedirler.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Onların sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, onun karşılığında sana doğrusunu ve daha açığını getirmeyelim.” (Furkan, 33)

“İşte biz böylece her peygamber için suçlulardan düşmanlar peyda ettik. Hidayet verici ve yardım edici olarak rabbin yeter.” (Furkan, 31)

“İşte bu, kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz delillerinizdir. Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki senin rabbin hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.” (En’am, 83)

Buna göre, müşriklerin, Allah’a ortak koşmalarının, O’nun çocuklarının olduğunu ileri sürmelerinin kanıtı, emir ve yasaklarını yapmamalarının mazereti olarak ileri sürdükleri deliller çürüktür, geçersizdir. Başka yerlerde bu ve benzeri konularda geniş ve detaylı açıklamalara yer vermiştik.

Bunun yanında alemin kadim, ezeli olduğunu söyleyen, alemin bizzat gerekli olandan sadır olduğunu ileri süren yıldızlar gibi semavi yüce varlıklara tapan ve onlar adına aşağı alemden misaller ihdas edip putlarını diken Aristo ve tabileri gibi filozofların düşünceleri ise, Arap müşriklerinin anlayışına göre daha sapık ve daha koyu bir küfürdür.

Çünkü Arap müşrikleri en azından yüce Allah’ın gökleri, yeri ve ikisi arasındaki varlıkları dilemesi ve kudretiyle altı günde yarattığını kabul ediyorlardı. Fakat bir bilgiye dayanmaksızın O’nun için oğullar ve kızlar uyduruyorlardı. Allah’ın hakkında hiçbir kanıt indirmediği şeyleri ve kimseleri O’na ortak koşuyorlardı.