İkinci mesele

Soruyu soran kimsenin:

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56)

Şayet ayetin orijinalindeki “lam” edatı, işin sonunda bu sonuca varılacağını bildirmek içinse, böyle bir sonuç gerçekleşmemiştir. Şayet amacı bildiriyorsa, o zaman da yaratılan hiçbir varlığın Allah’a kulluktan sapmaması gerekirdi. Durumun böyle olmadığı ortadadır. Bu çıkmazdan nasıl çıkabiliriz? şeklindeki sözlerine gelince;

Ona diyeceğimiz şudur:

Bu ayette yer alan

“lam” edatı nahivcilerin akıbet ve varış edatı adını verdikleri türden değildir. Bu ayetle ilgili olarak da kimse böyle bir şey söylemiş değildir. Dolayısıyla soruyu soran kişinin, henüz sonuca varılmış değildir, şeklindeki sözü anlamsızdır. Yalnızca, bu ayette geçen “bana ibadet etsinler” ifadesini “beni tanısınlar” şeklinde anlamlandıran bazı müfessirler bu yönde görüş belirtmişlerdir. Onlara göre, burada kastedilen mü’mine de kâfire de emredilen tanıma ve bilmedir. Fakat bu, son derece zayıf bir görüştür. Sadece bazı müfessirler, Hud suresinin sonunda yer alan “Onları bunun için yarattı..” (Hud, 119) ayetindeki “lam” edatı hakkında bu yönde bir kanaat belirtmişlerdir. Şöyle ki:

Kaderiyecilerin bazısı, bunun akıbet ve sonuca varış anlamını cümleye kazandıran ‘lam’ olduğunu söylemişlerdir. Yani, onların akıbeti rahmete varmak ve ihtilafa düşmek şeklinde gerçekleşmiştir. Yaratıcı bunu kast etmiş olmasa da. Böylece sözünü ettiğimiz ayeti, aşağıdaki ayetle aynı kategoriye sokmuşlardır:

“Nihayet Firavun ailesi onu yitik çocuk olarak aldı. O, sonunda kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı.” (Kasas, 8)

Bir de şairin şu sözü örnek verilir:

Ölmek için doğdular, harab olmak için yaptılar...

Bu değerlendirme de bu bağlamda yanlıştır. Çünkü akıbet anlamını kazandırmaya dönük ‘lam’ edatı, işlerin akıbetini ve varacağı sonucu bilmeden bir fiili işleyen kimseler için kullanılır. Firavun ailesi gibi. Ama bütün fiillerin akıbetlerini ve varacakları sonuçları bilen birinin, akıbetini bilmeden bir fiili işlemesi tasavvur edilemez. Böyle biri işlediği fiilin bir akıbetinin olduğunu bilince de olmayacağını bildiği bir şeyi fiiliyle gerçekleştirmeyi amaçlamaz. Çünkü böyle bir şey sadece temennidir, irade değil.

Bizim üzerinde durduğumuz ayette geçen ‘lam’ ise, marife, yani tanımlama edatıdır. Nasıllığı ve nedenselliği bildirmeye, cümleye bu anlamı kazandırmaya dönüktür. Dolayısıyla bu edat hazfedildiği zaman, onun etkisiyle mecrur olan masdar, mef’ulu leh konumuna geçip mansup olur. Böylece de amaçsal illet adını alır. Ve bu bilgi ve iradeden de önce gelir. Ama varoluştan, husule gelişten sonradır. İşte fiille istenen ve kastedilen murad edilmiş illet budur. Ancak Allah’ın kitabında geçen iradenin iki türlü olduğunu bilmek gerekir:

Birincisi: Kevnî irade.

İrade edilen şeyin vuku bulması için gerekli olan irade budur. Şu söz bu iradeyle ilgilidir:

Allah’ın dilediği olur, dilemediği de olmaz. Aşağıdaki ayetlerde geçen irade kavramını bu esasa göre anlamak gerekir:

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâma açar; kimi saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.” (Enam, 125)

“Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez.” (Hud, 34)

“Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; lakin Allah dilediğini yapar.” (Bakara, 253)

“Bağına girdiğinde: Maşaallah! Kuvvet yalnız Allah’ındır, deseydin ya!” (Kehf, 39)

Buna benzer daha birçok ayeti örnek gösterebiliriz. Aşağıdaki ayette geçen ‘lam’ edatının işaret ettiği de bu tür iradedir:

“Onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler. Ancak rabbinin merhamet ettikleri müstesnadır. Zaten rabbin onları bunun için yarattı.” (Hud, 118-119)

Selef uleması bu ayetle ilgili olarak şunu söylemişlerdir: Allah bir grubu ihtilaf etmeleri için yaratmıştır, bir grubu da rahmetinin kapsamına almak için. Burada işaret edilen rahmet irade olduğundan ve bu irade de kevni olduğundan murad edilen şey vuku bulmuştur. Dolayısıyla bir topluluk ihtilaf edegelmiş, bir topluluk da rahmetin kapsamında olagelmiştir.

İkincisi: Dini, Şer’i irade.

Bu, murad edileni sevmek ve ondan razı olmak, murad edilen şeyi yapanları sevmek ve onlardan razı olmak, onlara iyi bir karşılık vermek anlamındadır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.” (Bakara, 185)

“Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size nimetini tamamlamak ister.” (Maide, 6)

“Allah size açıklamak ve sizi, sizden öncekilerin yollarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor. Allah hakkıyla bilicidir, yegane hikmet sahibidir. Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister; şehvetlerine uyanlar ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler. Allah sizden hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır.” (Nisa, 26-28)

Şu halde bu tür bir irade için murad edilen şeyin vuku bulması gerekli değildir. Ancak birinci tür iradenin bir şekilde buna taalluk etmesi başka. Bu yüzden şu dört kısım söz konusu olmuştur:

1 - Her iki iradenin de taalluk ettiği şeyler.

Bunlar, varlıkta meydana gelen salih amellerdir. Çünkü yüce Allah bunları dini ve şer’i iradeyle irade etmiş ve emretmiştir. Bunları sevmiş ve bunlardan razı olmuştur. Ayrıca kevni iradeyle de irade etmiş, bunlar da olmuşlardır. Eğer kevni iradesi olmasaydı, onlar da olmazlardı.

2 - Sadece dini iradenin taalluk ettiği şeyler.

Bunlar yüce Allah’ın emrettiği salih amellerdir. Kâfirler ve günahkârlar da bunlara karşı gelmişlerdir. Bunlar bütünüyle dini iradenin kapsamına girerler. Gerçekleşseler de gerçekleşmeseler de Allah onları sever ve onlardan hoşnuttur.

3 - Sadece kevnî iradenin taalluk ettiği şeyler.

Allah’ın takdir ettiği, dilediği, fakat emretmediği hadiseler bunlardandır. Mübahlar ve günahlar gibi. Çünkü Allah bunları emretmemiş, bunlardan razı olmamış ve bunları sevmemiştir. Çünkü Allah hayasızlığı emretmez ve kullarının küfür işlemelerinden razı olmaz. Ama eğer dilemesi, kudreti ve yaratması olmasaydı, bunlar olmazdı ve meydana gelmezdi. Çünkü Allah’ın dilediği olur ve dilemediği de olmaz.

4 - Ne dini, ne de kevni iradenin taalluk ettiği şeyler.

Olmamış çeşitli mübah ve günah çeşitleri de bu kapsama girerler. Böyle olduğuna göre:

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) ayetinin orijinalinde yer alan ‘lam’ edatının dini, şeri iradeye işaret etmiş olması gerekir. Bu tür iradenin murad ettiği de gerçekleşebilir de gerçekleşmeyebilir de.

Dolayısıyla bunun anlamı şöyledir:

Allah’ın onlar için sevdiği, razı olduğu ve işlemelerini emrettiği amaç ibadettir. Ki ibadet, Allah’ın kullarının yaratılış gayesi kıldığı ameldir. Yani, bununla kulların kemali gerçekleşir, ıslah olmaları mümkün olur. Bu sayede Allah’ın hoşnutluğuna ve sevgisine nail olurlar. Bu amacı gerçekleştirmeyen bir kimse, sevilmesini ve hoşnut olunmasını sağlayacak, dini iradenin kapsamında kendisinden istenen ve mutluluğunun ve kurtuluşunun aracı olacak şeyden yoksundur demektir. Kemal ve salah derecesinden de yoksun olur. Bu öyle bir yoksunluktur ki, fesada uğramasına ve azab görmesine neden olur. Dolayısıyla ibadet, azimettir ve fıtridir diyenlerin görüşleri zayıftır, fasittir. Fasitliği birçok açıdan ortaya konulabilir.