Güç yetiremeyeni teklif etme

Bu meseleden “teklifi malayutak” (güç yetirilemeyeni teklif etme) meselesi doğar. Çünkü “takat” yapabilirliktir. Ve yapabilirlik te mücmel bir kavramdır. Çünkü yüce Allah, hiç kimseye emir ve yasaklamanın çerçevesini oluşturan şeri yapabilirlik dışında herhangi bir yükümlülük yüklememiştir.

Bu anlamda takat getirilemeyeni teklif etme söz konusu değildir. Fakat sadece fiilin işlenişi esnasında olan takata gelince, bu anlamda bütün emir ve yasaklar “teklifi malayutak” (güç yetirilemeyeni emretme) sayılırlar. Çünkü bütün müslümanların ittifakıyla emir ve yasaklarla ilgili böyle bir yapabilirlik şart değildir.

Aynı şekilde kulun bilinenin aksine olan bir şeye kadir olup olmadığı hususunda da tartışma çıkmıştır. Şayet kudretle

“Gücünüz yettiğince Allah’a isyandan kaçının.” (Teğabun, 16) ayetinde zikredilen ve emir ve yasakların çerçevesini oluşturan şer’i (yasama nitelikli) kudret kast ediliyorsa, kul, Allah’ın bütün emir ve yasakları hususunda yapabilirliğe sahiptir, onun bu emir ve yasaklara itaat etmediği bilinse dahi. Eğer bununla, sadece yapılanla (mef’ul) eş zamanlı kadersel kudret kast ediliyorsa, fiili yapmadığı bilinen bir kimse için böyle bir kudret sabitleşmemiş olur.

İnsanların emir ve irade kavramlarıyla ilgili tartışmaları da bu konunun kapsamına girer. Allah irade etmediğini emreder mi veya irade ettiğini emretmemesi mümkün müdür? Kuşkusuz irade kavramı da mücmel bir kavramdır.

İrade derken, bütün hadiseleri kapsayan kevni irade kast ediliyorsa, müslümanların:

Allah’ın dilediği olur, dilemediği de olmaz, demeleri bu tür bir iradeye işaret etmektedir.. Şu ayette de buna işaret edilir:

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini islâma açar; kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.” (Enam, 125)

Hz. Nuh’un (a.s.) şu sözü de buna ilişkin bir örnektir:

“Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez.” (Hud, 34)

Bu anlamda, Allah’ın kullarına irade etmediği şeyleri emrettiği kuşku götürmez. Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur:

“Biz dilesek elbette herkese hidayetini verirdik.” (Secde, 13)

Bu ayet gösteriyor ki, yüce Allah herkese hidayete ermeyi emrettiği halde, herkese hidayet vermemiştir.

Bütün alimler şu hususta görüş birliği içindedirler:

Bir kimse, Allah dilerse, yarın borcumu ödeyeceğim veya bendeki emaneti yahut gasp ettiğim malı geri vereceğim yahut Allah dilerse öğlen veya ikindi namazını kılacağım ya da Allah dilerse ramazan orucunu tutacağım, diye Allah adına yemin ederse, sonra da yemin ettiği şeyi yapmazsa, Allah kendisine yemini yerine getirmesini emrettiği halde, yeminini bozmuş sayılmaz.

Çünkü yemin ederken “Allah dilerse..” demiştir. Bundan da anlaşılır ki, Allah yeminini yerine getirmesini emrettiği halde, yeminini yerine getirmesini dilememiştir.

Dinsel iradeye gelince, bu, sevme ve razı olma anlamını ifade eder. Bu anlamda irade, emretmenin ayrılmaz bir unsurudur. Aşağıdaki ayette bu anlamda irade ile emrin ayrılmazlığına işaret ediliyor:

“Allah size açıklamak ve sizi, sizden öncekilerin yollarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor.” (Nisa, 26)

Müslümanların, çirkin hayasızlıklardan birini işleyen bir kimseye:

Bu adam, Allah’ın istemediği bir şeyi yapıyor, dediklerini sıkça duyarız. Bununla Allah’ın o işi sevmediğini, ona razı olmadığını, bilakis yasakladığını ve ondan hoşnut olmadığını anlatmak isterler.

Bunun gibi

“cebir” kavramında da mücmellik vardır. Bununla failin, rızası olmadan bir fiili işlemeye zorlanması kastedilebilir. Örneğin denilir ki:

Baba, kadını nikaha zorlar...

Yüce Allah, bu anlamda zorlayıcı olmaktan münezzehtir, yücedir. Çünkü Allah kul için, yaptığı şeye yönelik rıza ve seçme özelliğini yaratmıştır. Bu da işaret ettiğimiz anlamda cebir sayılmaz. Öte yandan cebir kavramıyla nefislerdeki inanç ve iradelerin yaratılması da kast edilir.

Muhammed b. Kab el-Kurazi bu hususta şöyle der:

Cabbar; kulları irade ettiğine zorlayan demektir. Hz. Ali’den (r.a) rivayet edilen bir duada şöyle deniyor:

Kalpleri fıtratlarına zorlayan; bedbahtını bedbahtlığına, mutlusunu mutluluğuna... Bu anlamda cebir sabittir.

Cebir kavramı mücmel olduğu için önde gelen imamlar, cebrin mutlak olarak olumlanmasını da, olumsuzlanmasını da yasaklamışlardır.

Aynı şekilde “rızık” kavramı da mücmel bir kavramdır. Bununla yüce Allahın kuluna mübah kıldığı ve kulunu sahip kıldığı şeyler kast edilir. Haram olan bir şey bu anlamıyla rızık kavramının kapsamına girmez. Aşağıdaki ayetlerde bu anlamdaki rızıktan söz ediliyor:

“Kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.” (Bakara, 3)

“Katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak harcayan kimse.” (Nahl, 75)

Bunun gibi birçok ayeti örnek göstermek mümkündür. Öte yandan rızık kavramıyla, bir mübahlık ve sahip kılınmışlık söz konusu olmasa da canlıların yararlandıkları şey de kast edilir. Haram bir şey, bu anlamıyla rızık kavramının kapsamına girer. Şu ayette bu anlamda rızık kavramından söz ediliyor:

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’ın üzerinedir.” (Hud, 6)

Peygamber efendimiz (s.a.v.) şu hadisinde bu anlamda rızıktan söz ediyor:

“...rızkını, amelini, ömrünün süresini, bedbaht mı, mutlu mu olacağını yazar...” (Buhari, Kader, 1; Müslim, Kader,1)

Cebir ve rızık gibi kavramlar mücmel oldukları için, imamlar bunların mutlak olarak olumsuzlanmasını da, olumlanmasını da nehyetmişlerdir. Nitekim daha önce Evzai ve Ebu İshak el-Fezari gibi imamların bu yöndeki açıklamalarını aktarmıştık.