Birinci mesele

Birinci mesele, iki temele dayanıyor.

Birinci Temel:

Tekvinî hitab ile teklifî hitab arasında fark vardır.

Tekvinî hitabla yüce Allah muhatab olandan bir fiili yapmasını istemez, bilakis bu hitabla muhatabın olmasını ister. Muhatabı onunla yaratır ve bu işlemde muhatabın herhangi bir fiili veya kudreti, ya da iradesi, yahut varlığı söz konusu değildir.

Teklifî hitabla da yüce Allah emre muhatab olan şeyden kendi kudreti ve iradesiyle bir fiili işlemesini veya yaptığı bir şeyi terk etmesini ister. -Bunların tümü Allah

’ın gücü ve kudretiyle oluyor olsa da. Çünkü güç ve kudret Allah’ındır- İşte bu hitabla ilgili olarak insanlar arasında tartışma çıkmıştır. Yok olan bir şeye varolması şartıyla hitab etmek doğru mudur?

Yoksa ancak varolduktan sonra mı hitab edilebilir? diye. Ancak insanlar arasında böyle bir şeyin var olmasından sonra herhangi bir hükme muhatab olacağı hususunda tartışma yoktur.

Ayrıca ilk hitab türü hakkında da ihtilaf çıkmıştır.

Gerçek bir hitab mıdır?

Yoksa iktidardan ve kudret aracılığıyla var etme hızından mı ibarettir?

Birinci şık kendilerini ehl-i sünnete nisbet eden gruplar nezdinde meşhurdur.

İkinci Temel:

Yok olan bir şey, yok olduğu sırada bir

“şey” midir, değil midir? Çünkü Mutezile mezhebine ve şiaya mensup olan bazı kelâmcılar, onun zihin dışında “şey” olduğu kanaatindedirler. Onlara göre bu “şey” zihin dışında hem zattır, hem de objedir. Onların iddiasına göre mahiyetler yapılmış ve yaratılmış değildirler. Onların varlıkları gerçekliklerine eklemlenmiş fazlalıklardır. Bir de bazı felsefe grupları ve (tanrı insan birliğini savunan) vahdetçiler gibi mülhit gruplar da bu yönde görüş belirtmişlerdir.

İnsanların büyük kısmının üzerinde olduğu görüş, isbat ehli kelâmcıların ve ehl-i sünnete mensup alimlerin savundukları şu görüştür: Yok olan bir şey var olmadan önce zat ve obje olarak kesinlikle bir

“şey” değildir. Ayrıca zihin dışında da biri gerçek, diğeri de gerçekliğe eklemlenmiş fazlalık olmak üzere iki şey olmaz. Çünkü yüce Allah mahiyetler de denilen zatları var etmiştir. Dolayısıyla Allah’ın dışındaki her şey O’nun tarafından yaratılmış, O’nun tarafından yapılmış, O’nun tarafından var edilmiş ve O’nun tarafından ilk kez varlık alemine çıkarılmıştır. Şu kadarı var ki, bunlar içinde, yok olan bir şey kesinlikle “şey” değildir. Sadece bilgi kapsamında varlığı dikkate alınarak göreceli olarak “şey” diye isimlendirilir ki bu da mecazi bir isimlendirmedir.

Bazılarının görüşü de şöyledir: Bilgi kapsamında bir sabitliği ve varlığı olduğu kuşkusuzdur. Dolayısıyla bu sabit oluş ve varoluş itibariyle bir “şey”dir ve bir zattır. Bunu savunanlar, yok olan bir şeyin “şey” olduğunu söyleyenlerin ayırdığı gibi, varoluş ile sabit oluşu birbirinden ayırmazlar. Yine işaret ettiğimiz kimselerin ayırdığı gibi, yok olanın bir şey olmaması ile mümkün ve mümteni olanı da birbirinden ayırmazlar. Çünkü mümteni olanın bir “şey” olmad

ığı hususunda görüş birliği içindedirler. Tartışma sadece mümkün nitelikli şeyle ilgili olarak aralarında çıkmıştır.

Onun bir

“şey” olduğunu savunanların temel dayanağı, bilgi kapsamında sabit olmasıdır. Bu itibarla kendisine yönelinmesi, yaratılması, ondan haber verilmesi, emre ve nehye muhatab olması sahihtir, demişlerdir. Diyorlar ki: Bu gibi özelliklerin salt “yok” olan bir şeye taalluk etmesi imkânsızdır. Eğer objektif sabit oluş ile bilgi kapsamında sabit oluş anlamında varoluş arasındaki fark iyice belirginleştirilirse, bu hususla ilgili şüpheler ortadan kalkar.

“Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona sözümüz sadece “ol” dememizdir. Hemen oluverir.” (Nahl, 40) ayetine gelince, burada işaret edilen “şey”, meydana getirilmesinden ve hitabın yöneltilmesinden önce bilinmektedir. Bu bilinmeyle de takdir edilmiş ve hakkında kaza belirlenmiş olmuştur. Çünkü yüce Allah, dilediği şeylerden olduğunu bildiği şeyleri söyler ve yazar.

Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) Müslim’in Abdullah b. Amr kanalıyla aktardığı bir hadisinde şöyle buyurmuştur:

“Allah gökleri ve yeri yaratmazdan elli bin sene önce bütün yaratılmışların kaderlerini takdir etmiştir.” (Müslim, Kader, 16; Tirmizi, Kader, 18; Ahmed, 2/169)

Sahihi Buhari’de, İmran b. Husayn kanalıyla peygamber efendimiz’den (s.a.v.) şöyle rivayet edilir:

“Allah vardı ve hiçbir şey O’nunla beraber yoktu. Arşı suyun üzerindeydi. Her şeyi zikirde yazdı. Sonra gökleri ve yeri yarattı.” (Buhari, 1-3)

Süneni Ebu Davud’da ve başka kaynaklarda peygamberimizden (s.a.v.) şöyle rivayet edilir:

“Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir. Sonra ona: yaz, dedi. Ne yazayım, dedi. Buyurdu ki: Kıyamete kadar olacakları yaz.” (Ebu Davud, es-Sünne, 16; Tirmizi, Kader, 17; Ahmed, 5/317)

Bu ve benzeri nasslardan anlaşılıyor ki, mahlûkat yaratılmadan önce biliniyordu, ondan haber veriliyordu ve yazılmıştı. Dolayısıyla ilmi, kelâmi ve kitabi varlığı itibariyle de “şey” di. Ancak hakikati olan objektif varlığı zihin dışında sabit değildi. Bilakis bu anlamda salt “yok” ve sırf olumsuzluktu. İşaret ettiğimiz bu dört mertebe varlıklar açısından meşhurdur.

Nitekim yüce Allah peygamberine (s.a.v.) indirdiği ilk surenin başında bunlardan söz etmiştir:

“Yaratan rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” (Alak, 1-5)

Bu hususla ilgili olarak başka yerlerde uzun açıklamalara yer verdik.

Böyle olduğuna göre, hitab, iradenin yöneldiği, kudret, yaratma ve olmanın taalluk ettiği şeylere yöneliktir. Yüce Allah’ın buyurduğu gibi:

“Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona sözümüz sadece “ol” dememizdir. Hemen oluverir.” (Nahl, 40)

Çünkü kendisine “ol” denilen bir şey, irade edilen bir şeydir. Bir şey de yaratılmadan önce irade edildiğinde, bilgi kapsamında ve takdir alanında sabit ve temyiz edilmiş demektir. Eğer böyle olmasaydı, irade edilen yaratılmış ile böyle olmayanlar birbirinden ayırdedilmezlerdi. Bununla da sözü edilen taksime cevap verilmiş oldu.

Soruyu soran diyor ki:

Eğer muhatab olan şey var ise, var olan bir şeyin var edilmesi imkânsızdır.

Ona dediğimiz şudur:

Bu dediğin, gerçek varlığı zihin dışında var olan bir şey için geçerlidir. Yok olanın var olmadığından kimse kuşku duymuyor. Ayrıca bu özünde de sabit değildir. Ama bilgi, irade ve takdir kapsamında bilinen, irade edilen ve şey olan birinin de zihin dışında var olması muhal değildir. Bilakis bütün varlıklar ancak bilgi ve irade kapsamında var olduktan sonra zihin dışında var olurlar.

Soru soran kişinin:

Şayet yok ise, yok olan bir şeye hitab etmek nasıl tasavvur edilebilir, şeklindeki sözüne gelince; ona dediğimiz şudur:

Yok olana, anlayacağı ve uyacağı bir hitab yöneltmek kast ediliyorsa, bu imkânsızdır. Çünkü muhatabın bir şartı da anlama ve etme imkânına sahip olmasıdır. Yok olan bir şeyin de anlaması ve yapıp etmesi tasavvur edilemez. Dolayısıyla yokluğu halinde teklifi bir hitaba muhatab olması imkânsızdır. Yokluğu esnasında anlamasının ve yapıp etmesinin istenmesini kast ediyoruz. Aynı şekilde zihin dışındaki objeler dünyasında yok olan bir şeyin tekvini hitaba muhatab olması da imkânsızdır. Yani, onun zihin dışında sabit olduğuna inanılması ve olması için kendisine hitab edildiğini kast ediyoruz.

Bilinen, zikredilen ve yazılan bir şeye, tıpkı iradenin yöneltilmesi gibi tekvini hitabın yöneltilmesi muhal değildir. Bilakis bu, mümkün olan bir şeydir. Hatta böyle bir olguyu insan kendi içinde de gözlemleyebilir. Söz gelimi içinde bir şeyi planlar, onu yapmayı irade eder ve kendi içinde planladığı bu irade edilen ve istenen şeye iradesini yöneltir. Dolayısıyla istenen ve irade edilen şeyin husüle gelmesi onun kudreti oranında gerçekleşmiş olur. Eğer bu irade ettiği şeyi gerçekleştirmeye gücü yetiyorsa kesin iradesi ve talebi anında meydana gelir. Eğer acizse, o da gerçekleşmez. İnsan bazen falan şey olsun, der. Bu istediği şey de ona yönelik gücü oranında gerçekleşme imkânını bulur. Allah her şeye kadirdir. O’nun dilediği olur, dilemediği de olmaz. Bir şey yaratmak istediği zaman O’nun yaptığı “ol” demekten ibarettir. Hemen oluverir.