Nisa suresi 78-79. ayetleri üzerinde yapılan tartışma

Aşağıdaki ayetler de buna bir örnek oluşturmaktadır:

“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa, bu Allah’tan derler; başlarına bir kötülük gelince de, bu senden, derler. Hepsi Allah’tandır, de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar! Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” (Nisa, 78-79)

Çünkü bu iki ayet üzerinde kaderi olumlayanlarla olumsuzlayanlar arasında büyük tartışmalar çıkmıştır.

Bir grup “Hepsi Allah’tandır, de.” ifadesinden dolayı, bütün fiiller Allah’tandır, derken,

Bir grup “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” ifadesinden dolayı, iyilik Allah’tan, kötülük ise, insanın nefsindendir, demişlerdir.

İlk gruptakiler, bu ikinci görüşü savunanlara, ayette geçen

“min nefsike= senin nefsindendir” ifadesini uydurma bir kıraat ile “men nefsuke= nefsin kimdir” şeklinde istifham olarak okuyarak cevap vermeye çalışmışlardır. Bunlardan kimisi, söz konusu ifadenin başında bir soru edatı takdir ederek, cümlenin takdiri açılımının “e fe min nefsike = yoksa senin nefsinden midir?” şeklinde yapmışlardır. Kimisi de “Sana gelen..” diye tercüme ettiğimiz ifadenin başında bir “de ki..” sözünü takdir etmiş ve şöyle demişlerdir: Ayetin takdiri:

Bu adamlara ne oluyor ki anlamadıkları sözü söylüyorlar? şeklindedir. Böylece Kur’an’ın lafzını tahrif ettikleri gibi, anlamını da tahrif ediyorlar. Allah’ın sözünün- ki sözün doğrusudur- Allah’ın reddettiği münafıkların sözü haline getiriyorlar. Kur’an’da somut bir kanıtı olmayan, tam tersine ayetin akışının olumsuzladığı zamirler takdir ediyorlar. Aslında bu grupların ikisi de Kur’an’ın hakikatinden habersiz cahillerdir. Savundukları mezhebin hakikatini de bilmiyorlar.

Kur’an’ın burada iyilik ve kötülükten kast ettiği ise, nimetler ve musibetlerdir. Maksat, ibadetler ve günahlar değildir.

Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:

“Size bir iyilik dokunsa, bu onları tasalandırır; başınıza bir musibet gelse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez.” (Al-i İmran, 120)

Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur:

“Eğer sana bir iyilik erişirse, bu onları üzer. Ve eğer başına bir musibet gelirse, iyi ki biz daha önce tedbirimizi almışız, derler ve böbürlenerek dönüp giderler. De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır.” (Tevbe, 50-51)

Aşağıdaki ayet de buna bir örnek oluşturmaktadır:

“Belki dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.” (Araf, 168)

Nitekim bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur:

“Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 35)

Yani, nimetler ve musibetlerle...

Ama aşağıdaki ayette farklı bir anlamda kullanılmıştır:

“Kim iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır. Kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır.” (En’am, 160)

Bunun gibi daha birçok ayet vardır.

Bu ve benzeri ayetlerde bu iki kavramla, ibadet ve günah anlamı kast edilmiştir.

Zaten her ayetin bağlamında, bu lafızlarla hangi anlamın kast edildiğini gösteren kanıtlar, karineler vardır. Yoksa, Allah’a hamd olsun, aziz Kur’an’da anlaşılmayacak, problem oluşturacak herhangi bir şey yoktur. Aksine, Kur’an apaçıktır.

Şöyle ki:

Kur’an’da “Sana isabet eden” veya “Sana dokunan” şeklinde bir ifade kullanıldığı zaman, bununla, bir insana başkası tarafından dokundurulan herhangi bir şeye işaret edilir. Aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi:

“Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.”

“Eğer sana bir iyilik erişirse, bu onları üzer.”

“Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse.”

“Kim bir iyilikle gelirse..” (En’am, 160, Neml, 89, Kasas, 84) dendiği zaman, burada kişinin kendi fiiline işaret edilmiş olur. Çünkü bu iyiliği getiren kendisidir. Bu, kulun kendi yaptığıdır, kula yapılan bir şey değildir. zaten ayetin akışından da bunu anlamak mümkündür. Çünkü yüce Allah, cihadı teşvik ettiği ve cihada çıkma hususunda ağır davrananları yerdiği bir bağlamda bundan söz ediyor.

Ulu Allah şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Tedbirinizi alın; bölük bölük savaşa çıkın, yahut topyekün savaşın. İçinizden bazıları vardır ki pek ağırdan alırlar. Eğer size bir felaket erişirse: Allah bana lütfetti de onlarla beraber bulunmadım, der. Eğer Allah’tan size bir lütuf erişirse- sanki sizinle onun arasında bir dostluk yokmuş gibi- keşke onlarla beraber olsaydım da ben de büyük bir başarı kazansaydım! der.” (Nisa, 71-73)

Burada yüce Allah cihadı emrediyor ve cihada çıkma hususunda ağır davrananları yeriyor. Bu çerçevede bazen mü’minlere erişen musibetten söz ediyor, bazen de onlara erişen lütfundan bahsediyor. Tıpkı Uhud savaşında bir musibete uğradıkları gibi. Nitekim yüce Allah bu olaya şöyle işaret etmektedir:

“İki katını düşmanınızın başına getirdiğiniz bir musibet, kendi başınıza geldiği için mi, bu nasıl oluyor, dediniz? De ki: O, kendi kusurunuzdandır.” (Al-i İmran, 165)

Bedir savaşında da Allah’ın lütfu onlara erişmiş, Allah’ın desteğiyle büyük bir zafer kazanmışlardı. Nitekim buna da şöyle işaret etmiştir:

“Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir’de size yardım etmişti.” (Al-i İmran, 123)

Başka bir yerde de şöyle buyurmaktadır:

“O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükafat vereceğiz. Size ne oldu da Allah yolunda ve (...) zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz! (...) Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa, bu Allah’tan, derler; başlarına bir kötülük gelince de, bu senden, derler.” (Nisa, 74-78)

Bunlar, kâfirlerin ve münafıkların söyledikleri sözlerdir. Bu gibi insanlara zafer ve benzeri bir nimet isabet ettiği zaman:

Bu Allah’tandır, derler. Fakat zillet, korku ve benzeri bir musibet başlarına geldiğinde ise, bu, Muhammed’in getirdiği din yüzünden başımıza geldi, derler. Çünkü kâfirler başlarına gelen herhangi bir musibetin iman ehlinin davranışlarının yüzünden başlarına geldiğini düşünürler.

Buna benzer bir yaklaşıma Musa ile Firavun kıssasında da işaret edilmektedir:

“Andolsun ki, biz Firavun’a uyanları ders alsınlar diye yıllarca kuraklık ve mahsül kıtlığı ile cezalandırdık. Onlara bir iyilik gelince, bu bizim hakkımızdır, derler; eğer kendilerine bir fenalık gelirse Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı. Bilesiniz ki, onlara gelen uğursuzluk Allah katındandır..” (Araf, 130-131)

Yasin suresinde yer alan şu ayetler de aynı anlama işaret etmektedir:

“Dediler ki: Rabbimiz biliyor; biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bizim vazifemiz, açık şekilde Allah’ın buyruklarını size tebliğ etmekten başka bir şey değildir. Onlar: Doğrusu siz bize uğursuz geldiniz. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, andolsun sizi taşlarız. Ve bizden size mutlaka fena bir kötülük dokunur, dediler.” (Yasin, 16-18)

Bu gibi ayetlerde yüce Allah, kâfirlerin mü’minleri kendileri için uğursuz saydıklarını haber veriyor. Başlarına bir musibet geldiği zaman, bunun nedeni olarak iman ehlinin varlığını görürlerdi. Kendilerine bir iyilik dokunduğunda ise, bunun Allah katından kendileri için olduğunu ileri sürerlerdi.

Yüce Allah onların bu davranışları üzerine şöyle buyuruyor:

“Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!” (Nisa, 78)

Yüce Allah sözün en güzelini indirmiştir. Eğer Kur’an’ı anlamış olsalardı, O’nun kendilerine marufu emrettiğini, münkerden nehyettiğini, hayrı emredip şerri yasakladığını anlarlardı.

Şu halde yüce Allah’ın elçileriyle beraber gönderdikleri arasında kötülüğün sebebi olacak hiçbir şey yoktur. Bilakis kötülük, şer kulların işledikleri günahlardan kaynaklanır.

Nitekim Allah, bu gerçeğe şöyle işaret eder:

“Sana gelen iyilik Allah’tandır.” (Nisa, 79)

Sana isabet eden zafer, rızık ve sağlık Allah’ın sana bahşettiği bir nimettir. Bu, senin işlediğin salih ameller nedeniyle olsa da...

Çünkü sana doğru yolu gösteren, sana yardım eden, kolay olanı sana kolaylaştıran O’dur. İman etmen de O’nun bir lütfudur. O imanı kalbine süslü gösterdi, küfürden, fâsıklıktan ve günahtan tiksinmeni O sağladı.

Sahih bir kanaldan gelen -Ebu Zer’in, peygamberimizden (s.a.v.) rivayet ettiği- kutsi bir hadisin sonunda şöyle deniyor:

“Ey kullarım! Sizin amellerinizi sizin için sayıp kaydederim. Sonra onların karşılığını eksiksiz olarak size veririm. Kim amellerinin karşılığının hayır olduğunu görürse Allah’a hamdetsin. Kim de bundan başka bir sonuçla karşılaşırsa, kendisinden başka kimseyi kınamasın.” (Müslim, el-Birr, 55)

Bir sahih hadiste şöyle buyuruluyor:

İstiğfarın-bağışlanma dilemenin- efendisi, kulun şöyle demesidir:

“Allahım! Sen benim rabbimsin. Senden başka ibadete layık ilah yoktur. Beni sen yarattın ve ben senin kulunum. Ben elimden geldiğince sana verdiğim söz ve vaad üzereyim. Yapıp ettiklerimin şerrinden sana sığınırım. Benim üzerimdeki nimetlerini itiraf ediyorum. Günahlarımı itiraf ediyorum. Beni bağışla. Çünkü senden başka günahları bağışlayacak kimse yoktur...

Kim bunu söylerse, buna kesin inanmış olarak sabahlayıp aynı gün ölürse cennete girer. Kim bunu söylese ve buna kesin inanmış olarak akşamlarsa, aynı gece ölse cennete girer.” (Buhari, Daavat: 15; Ebu Davud, Edeb: 101; Ahmed: 4/122)

Ardından yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Başına gelen kötülük ise..” (Nisa, 79) sana isabet eden zillet, korku ve müslümanlara Uhud’da isabet eden bir yenilgi benzeri bir hezimet “nefsindendir.” Senin günahlarından ve hatalarından kaynaklanmaktadır. Daha önce yazılmış ve takdir edilmiş olsa da. Çünkü kader hiç kimsenin sığınacağı bir bahane değildir. Ne Allah’a karşı, ne de yarattıklarına karşı işlenen kusurlarda gerekçe olarak ileri sürülemez.

Eğer herhangi bir kimsenin işlediği kötülükler hususunda kaderi bir gerekçe göstermesi caiz olsaydı, o zaman hiçbir zalim cezalandırılmaz, hiçbir müşrik öldürülmez, hiç kimseye cezai müeyyideler uygulanmaz, hiç kimse de bir başkasına zulmetmekten vazgeçmezdi. Bununsa, hem din, hem de dünya açısından bir fesat olduğu bilinen zorunlu bir gerçektir. Doğal olarak bu bozgun burada kalmaz, bütün aleme sirayet eder. Her akıl sahibi de bu gerçeğin böyle olduğunu bilir. Peygamberin (s.a.v.) getirdiği dine uygun düşünce de böyle bir yaklaşım içinde olunmasını gerektirir.

O halde kadere inanılır, ama bir bahane ve mazeret olarak kaderin arkasına sığınılmaz. Kadere inanmayanlar Mecusilere, onu bir bahane ve mazeret gibi görenler de müşriklere benziyorlar. Allah’ın emirlerine ve kadere inanıp da Allah’ın adaletine ve hikmetine eleştiri getiren bir kimse de İblise benzemiş olur. Çünkü yüce Allah, İblis’in hikmetini eleştirdiğini, kendisine karşı çıktığını, kendi hevasından kaynaklanan görüşüne dayanarak baş kaldırdığını haber veriyor:

“Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğim.” (Hicr, 39)

Ehl-i kitaptan bir gruba ve Şehristani gibi bazı musannifler, İblis’in yüce Allah’ın Adem’i yaratmasına ve ona secde etmelerini emretmesine karşı çıkarak meleklerle tartıştığını söylemişlerdir. Fakat Şehristani’nin Makalat’ın baş taraflarında ehl-i kitaptan bazı kimselere dayanarak zikrettiği İblis ile melekler arasındaki bu tartışmanın gerçekleştiğine ilişkin herhangi bir kanıt yoktur. Böyle bir tartışma ehl-i kitabın kaynaklarında yer alsa bile, sırf onların kaynaklarında yer alıyor diye bunu tasdik etmemiz caiz değildir. Çünkü peygamber efendimiz (s.a.v.) sahih bir hadiste şöyle buyurmuştur:

“Ehl-i kitaptan kimseler size bir şey anlatırlarsa, onları ne doğrulayın, ne de yalanlayın. Çünkü ya size doğruyu söylüyorlar ve siz onları yalanlamış olursunuz, ya da size yalan söylüyorlar ve siz de onları tasdik etmiş olursunuz.” (Ebu Davud, İlim, 2; Buhari, el-İtisam, 25)

Öyle görünüyor ki -Allah doğrusunu daha iyi bilir- bu tartışmayı, ehl-i kitaptan veya müslümanlardan kadere inanmayan bazı kimseler uydurmuşlar. Şehristani de makalat kitaplarından nakletmiştir. Makalat musannifleri eserlerindeki rivayetlerin birçoğunu Mutezili müelliflerden nakletmişlerdir. Nitekim Eş’arî ve başkaları bu tür açıklamaları Mutezili kaynaklardan nakletmişlerdir. Çünkü bu konuyla en çok ve en önce eser yazanlar Mutezililerdir. Bu yüzden nakledile gelen bu makalat onların ibareleriyle aktarılmıştır. Denebilir ki, onlar, İblis’in diliyle böyle bir tartışma uydurmuşlardır. Nitekim onların birçoğunun Yahudilerden veya başka gruplardan bazı kimselerin diliyle kitaplar ve kasideler uydurduklarını da biliyoruz. Bunu yaparken güttükleri amaç, kaderi kabul edenlere cevap vermektir. Diyorlar ki:

Allah’ın kullarına yönelik kanıtının tamamlanması ancak kaderin reddedilmesiyle mümkündür. Nitekim, sırf Allah’ın sıfatlarını kabul ediyor diye, Mesalib b. Kilab’ın Hıristiyan olduğu yalanını da onlar uydurdular. Onlara göre, Allah’ın sıfatlarını kabul eden bir kimse Hıristiyanlara benzemiş olur. Ehl-i sünnete mensup bazı kimseler de işin aslını tam olarak bilmedikleri için bu gibi hikayeleri doğruluğuna inanarak onlardan nakletmişlerdir.

Şunu demek istiyoruz, örnek olarak verdiğimiz ayet, kaderi inkâr edenlerin de, işledikleri günahların mazereti olarak kaderi görenlerin de aleyhine bir kanıt konumundadır. Çünkü yüce Allah onları azaba çarptıracağını haber vermiştir. Eğer mazeretleri ve bahaneleri kabul edilseydi, günahlarından dolayı onlara azap etmezdi. Bu, kaderi inkâr edenlerin aleyhine de bir kanıttır, dedik, çünkü yüce Allah, iyiliğin Allah’tan olduğunu, kötülüğünse kulun nefsinden olduğunu haber veriyor. Bu anlayışa sahip Kaderiyecilere göre, kul günahın da itaatin de meydana getiricisidir. Onlara göre Allah ne bunu, ne de şunu yaratır. Sadece birini emreder, birini de nehyeder.

Onlara göre, Allah’ın din hususunda mü’min olan kullarına bahşettiği hiçbir nimet yoktur ki, aynısını kâfir olan kullarına da bahşetmiş olmasın. Dolayısıyla onlar açısından Ali b. Ebu Talib (r.a) ile Ebu Leheb Allah’ın dini nimetleri açısından eşit konumdadırlar. Çünkü her ikisine de elçi gönderilmiş, her ikisi de fiil işleyecek güce sahip kılınmış, her ikisi için de fiilin illetleri sağlanmıştır. Sadece biri kendi nefsinden hareketle imanı işlemiş, dolayısıyla bu iman nimeti açısından herhangi bir özelliği ve ayrıcalığı yoktur. Öbürü de yine kendi nefsinden hareketle küfrü işlemiş ve bu hususta iman edenin de ona karşı bir üstünlüğü söz konusu değildir. Onların anlayışına göre, yüce Allah imanı Ali (r.a) ve benzeri mü’minlere sevdirdiği gibi, Ebu Leheb ve benzeri kâfirlere de sevdirmiştir. İmanı her iki zümrenin de kalplerine sevimli göstermiştir. Küfrü, fıskı ve günahı da her iki zümreye çirkin göstermiştir. Sadece bir grup Allah’ın kendilerine çirkin gösterdiği şeyi çirkin görmüş, ama kesinlikle hiçbir ayrıcalığa sahip değildirler. Bir zümre de Allah’ın kendilerine çirkin gösterdiği şeyi çirkin görmemişlerdir.

Onlardan biri veya onlardan görüş nakleden biri; onların, itaatin kaynağı Allah, günahın kaynağı da kuldur, dediklerini vehmederse, onların mezheplerinin gerçek mahiyetini bilmeyen bir cahildir o. Çünkü bu anlayışa sahip Kaderiyeci alimlerden hiç kimse böyle bir şey dememiş, demesi de mümkün değildir. Onların temel görüşleri şudur:

Kulun itaati işlemesi, tıpkı günahı işlemesi gibidir. Her ikisi de onun fiilidir. Bunları kendinde hasıl olan bir güçle işlemiştir. Allah, bu fiili işlemesi için onda özel bir irade var etmiş değildir. Ya da itaat veya günahtan birine özgü olacak herhangi bir kuvveti de ona tahsis etmemiştir. Buna rağmen üzerinde durduğumuz ayeti kendi mezheplerinin lehine bir kanıt olarak olarak ileri sürüyorlarsa, bu, onların kendi mezheplerini bilmediklerini gösterir. Çünkü ayet onların mezheplerinin lehine değil, aleyhine bir kanıt konumundadır. Ulu Allah:

“De ki: Hepsi Allah’tandır.” (Nisa, 78) diyor, onlar ise, işlenen iyilikler de, kötülükler de Allah’tan değildirler. Her ikisi de kuldandırlar, diyorlar. Dolayısıyla:

“Sana gelen bir iyilik Allah’tandır ve sana isabet eden bir kötülük de nefsindendir.” (Nisa, 79) ayeti, onların bu görüşleriyle çelişmektedir. Onlar, işlenen iyilik de, kötülük de Allah’tan değil, kuldandır, diyorlar.

Aynı şekilde, kadere inanan ve bütün yapıp ettiklerini kadere bağlayan kimseler de bu görüşlerini kanıtlamak için “De ki: Hepsi Allah’tandır.” ayetini delil olarak ileri sürecek olurlarsa, hata etmiş olurlar. Çünkü bu ayetin bağlamı, iyilik Allah’tandır, kötülük ise kuldandır, diyenlere cevap vermekle ilgilidir. Çünkü hiçbir grup, işlenen iyilik Allah’tandır, işlenen kötülük de kuldandır, demez.

Ayrıca, kulun işlediği fiilin kendisi, hususunda kaderi isbat edenler, onu Allah yarattı, fiilin kendisi Allah tarafından yaratılmış ve yapılmıştır, derlerse; bununla beraber, Allah onları yaratmış olsa da, kulun fiilleri işleme esnasında hareket ettiğini, fiillerin onunla kaim olduğunu, ondan neşet ettiğini inkâr edemezler.

Öte yandan “Sana gelen bir iyilik Allah’tandır. Sana isabet eden bir kötülük de nefsindendir.” (Nisa, 79) ayetinde geçen iyilik ve kötülüğün ibadet ve günah olarak tefsir edilmesine imkân yoktur. Çünkü kaderi savunanlar, Allah bunlardan sadece birinin yaratıcısıdır, demezler, aksine:

Allah bütün fiillerin ve olayların yaratıcısıdır, derler.