İki grup insan

Bu meseleyle ilgili olarak iki grup insan sapmıştır:

1 - Bir grup kadere inanmaktadır. Ama maksadın hasıl olması için bu inancın yeterli olduğunu sanmaktadırlar. Bu nedenle şeriatın olumlu gördüğü sebeplerden yüz çevirmiş bulunuyorlar. Salih ameller işlemeyi gerekli görmüyorlar. Bunlar sonunda Allah

’ın kitaplarını, peygamberlerini ve dinini inkâr etmek durumunda kaldılar.

2 - Bir diğer grup ise, işi o kadar ileri götürdüler ki, bir ücretlinin kendisini çalıştırandan ücret talep eder gibi Allah’tan ecir talep etme noktasına kadar vardırdılar. Sırf kendi yeteneklerine, güçlerine ve çalışmalarına güvenirler. Tıpkı kölelerin ücretlerini talep etmeleri gibi. Bunlar cahil ve sapık kimselerdir. Çünkü yüce Allah kullarına bir şey emrediyorsa, bunu ihtiyaç duyduğundan yapmaz. Ya da insanlara bir şeyi yasaklıyorsa, bu da Onun cimriliğinden kaynaklanmaz. Bilakis insanlara, onların maslahatına olan şeyleri emreder ve onlara, hayatlarını ifsad edecek şeyleri yasaklar.

Nitekim bir kutsi hadiste şöyle buyurmuştur:

“Ey kullarım! Siz benim zararımın düzeyine ulaşamazsınız ki bana zarar veresiniz ve benim menfaatimin düzeyine ulaşamazsınız ki, bana menfaatiniz dokunsun.” (Müslim, Birr, 55)

Nitekim bir kral tebas

ına bir şey emrettiği zaman, onlara ihtiyaç duyduğundan emir verir, onlar da bu emri kendi kuvvetleriyle yerine getirirler, ki bu kuvveti kendileri yaratmış değildirler. Bu yüzden yaptıkları şeyin karşlığını isteme hakkına sahiptirler. Ama Allah’ın alemlere ihtiyacı yoktur, O müstağnidir. İnsanlar güzel davranırlarsa, kendilerinin lehine olmak üzere güzel davranmış olurlar. Eğer kötülük işlerlerse, kendi aleyhlerine olmak üzere kötülük işlemiş olurlar. İşledikleri iyilik kendi lehlerine ve işledikleri kötülük de kendi aleyhlerinedir.

“Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir.” (Fussilet, 46)

Sahih bir hadiste yüce Allah’ın şöyle buyurduğu belirtiliyor:

“Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım. Sizin aranızda da onu haram kıldım; zulmetmeyin ey kullarım!

Siz gece gündüz hata işlersiniz, ben bütün günahları bağışlarım, yine de önemsemem. Benden bağışlanma dileyin, sizi bağışlayayım, ey kullarım!

Hepiniz sapmışsınız, hidayete erdirdiklerim hariç. Benden hidayet isteyin, sizi hidayete erdireyim. Ey kullarım!

Hepiniz açsınız, benim doyurduklarım hariç. Benden yiyecek isteyin, size yiyecek vereyim. Ey kullarım! Siz benim zararımın düzeyine erişemezsiniz ki, bana zarar veresiniz ve benim menfaatimin düzeyine erişemezsiniz ki bana menfaat dokundurasınız, ey kullarım! eğer öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz... tümünüz en müttaki olanınızın kalbine sahip olsanız dahi, mülküme bir şey katamazsınız. Eğer öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz ...

Tümünüz en günahkâr olanınızın kalbine sahip olsanız dahi benim mülkümden bir şey eksiltemezsiniz. Ey kullarım!

Eğer öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz.. Hepiniz yüksek bir yere çıksanız ve benden isteseniz, ben de her birinize teker teker istediğini versem, bu, benim mülkümden hiçbir şeyi eksiltmez. Nasıl denizden bir avuç içilmiş olmasıyla deniz eksilmiyorsa, benim mülkümde öyle. Sizin amellerinizi eksiksiz sayar ve karşılıklarını tam olarak veririm. Hayır bulanlar bundan dolayı Allah’a hamd etsinler, bundan başka bir şeyle karşılaşanlar da kendi nefislerinden başka kimseyi kınamasınlar...” (Müslim, Birr, 55)

Yüce Allah’ın alemlere ihtiyacının olmamasına rağmen, kullarını yaratmış, onlara elçilerini göndererek, onlar aracılığıyla kendilerini mutlu edecek ve bedbaht edecek şeyleri açıklamıştır.

Bunun sonrasında mü’min kullarını, ihtilafa düştükleri hak hususunda izniyle doğruya iletmiştir. Böylece iman ve salih amellerle onlara minnet etmiştir.

Çünkü kullarını yaratması, O’nun lütfunun bir göstergesidir,

Elçilerini göndermesi ilâhî bağışının bir eseridir.

Onları hidayete erdirmiş olması sonsuz feyzinin belirtisidir.

Kulların elde ettikleri bütün hayırlar, sahip oldukları bütün güç ve yetenekler, güçlerinin fevkinde olup da bizzat kendisinin bahşettiği bütün nimetler O’nun lutfünün eseridir.

Aynı şekilde kullara amellerinin karşılığında sevap ve ceza vermesi de O’nun lutfünün bir göstergesidir. Bunu kendi üzerine almış olsa da. Tıpkı kendine zulmü haram etmesi gibi. Nitekim bunu vadetmiştir de:

“Rabbiniz merhamet etmeyi kendisine yazdı.” (En’am, 54)

“Mü’minlere yardım etmek de bize düşer.” (Rum, 47)

Bütün bunlar zorunlu olarak gerçekleşirler. Bu, O’nun gerekli kılmasının bir sonucudur. Çünkü kullar Allah’a bir şeyi vacip kılamazlar veya O’na herhangi bir şeyi yasaklayamazlar. Bilakis kullar bundan acizdirler, buna güçleri yetmez. O’nun bahşettiği her nimet, O’nun lutfüdür. O’nun verdiği her azap da O’nun adaletinin bir göstergesidir.

Nitekim biraz önce sunduğumuz kutsi hadiste şöyle buyurmuştu:

“Sizin amellerinizi eksiksiz sayar ve karşılıklarını tam olarak veririm. Hayır bulanlar bundan dolayı Allah’a hamd etsinler, bundan başka bir şeyle karşılaşanlar da kendi nefislerinden başka kimseyi kınamasınlar...”

Sahih bir hadiste peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“İstiğfarın efendisi kulun şöyle demesidir:

Allahım! Sen benim rabbimsin. Senden başka ibadete layık ilah yoktur. Beni sen yarattın ve ben senin kulunum. Senin ahdin ve vaadin üzereyim. Gücüm yettiğince. Yaptığım şeylerin kötülüğünden sana sığınırım. Bana bahşettiğin nimetlerini ikrar ediyorum ve günahımı da itiraf ediyorum. Beni bağışla. Çünkü senden başka günahları bağışlayacak kimse yoktur....

Kim bunu söyler ve buna kesin olarak inanmış biri olarak sabahlarsa, o gece ölüverse cennete girer.” (Buhari, Dualar, 16; Ebu Davud, Edeb, 101; Tirmizi, Dualar, 15; Nesai, İstiaze, 57; Ahmed, 4/125)

“Bana bahşettiğin nimetleri ikrar ediyorum ve günahımı da itiraf ediyorum” sözü, rabbin nimetlerini itiraf etmenin ve kulun da günahkârlığının itirafıdır.

Nitekim selef ulemasından biri şöyle demiştir:

“Şu anda Allah’tan üzerime akan bir nimet ile benden Allah’a doğru yükselen bir günah arasında bulunuyorum. Bu yüzden nimete karşı şükrümü ifade etmek ve günahtan dolayı da bağışlanma dilemek istiyorum..”

Dolayısıyla kaderi bahane ederek emirlerden, yasaklardan, ilâhî vaad ve tehditlerden yüz çeviren, onları dikkate almayan bir kimse sapmış olur.

Bunun yanında kaderi göz ardı ederek emir ve yasaklara uyan kimse de sapıktır. Bilakis mü’minin tavrı şu ayette belirtildiği gibidir:

“Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (Fatiha, 5)

Şu halde biz, Allah’ın emrine uyarak O’na ibadet ederiz ve kadere imanımızın bir gereği olarak da O’ndan yardım dileriz.

Peygamberimizden (s.a.v.) rivayet edilen sahih bir hadiste şöyle deniyor:

“Güçlü mü’min daha iyidir ve Allah katında zayıf mü’minden daha sevimlidir. Her ikisinde de hayır vardır. Sana faydalı olacak şeye içtenlikle sarıl ve Allah’tan yardım iste, kesinlikle acizlik gösterme. Eğer başına bir şey gelirse:

Eğer şunu yapsaydım, şöyle olurdu, deme. Bilakis:

Bu Allah’ın kadiridir, Allah dilediğini yapar, de. Çünkü “eğer...” diye başlamak, şeytana özgü amellerin açılışıdır...” (Müslim, Kader, 34; İbni Mace, Mukaddime, 10; Zühd, 14; Ahmed, 2/366, 370)

Bu hadiste peygamberimiz (s.a.v.) insanlara iki şeyi emretmektedir:

Birincisi; kendilerinin menfaatine olan şeylere karşı istekli bir çaba içinde olmalarıdır. Yani Allah’ın emirlerine uymak. Buna ibadet diyoruz.

İbadet ise: Allah’a ve Resulü’ne itaat etmek sûretiyle yerine getirilen bir olgudur.

İkincisi; Allah’tan yardım dilemeleridir. Bu, kadere imanı da içeren bir olgudur. Yani, değiştirme yetkisi ve güç ancak Allah’ındır. Allah’ın dilediği olur ve dilemediği de olmaz.

Kaderiyenin ve mecusiliğin sandığı gibi, Allah’ın yardımı olmadan O’na itaat ettiğini zanneden kimse, Allah’ın eksiksiz kudretini, her şeyde geçerli olan meşiyetini ve her şeyi yaratmasını inkâr etmiş olur.

İstediği şeyi yapma hususunda yardım gördüğünde ve bu işi gerçekleştirme imkânı bulduğunda, ister şeriata uygun olsun, ister aykırı olsun, bunun övgüye değer bir davranış olduğunu zanneden kimse Allah’ın dinini inkâr etmiş, kitaplarını, peygamberlerini, vadini ve azap tehditini yalanlamış olur.

Bu gruptakilerin hakkettikleri ilâhî gazap ve ceza öncekilerin hakkettiğinden çok daha korkunçtur.