Fakirlerin daha çok cennete girmesi

Kulun başına gelen bir şey, eğer onun sevinmesine yol açıyorsa, bu, apaçık bir nimettir. Onu üzüyor, kötü duruma düşmesine yol açıyorsa da nimettir. Çünkü bununla onun işlediği kötülüklerin üzeri örtülür ve gösterdiği sabırdan dolayı ödül alır.

Öte yandan, bu musibetlerde kulun kestiremediği, kavrayamadığı bir hikmet ve bir rahmet olabilir.

“Bir şeyden hoşlanmadığınız halde, o sizin için hayır ve bir şeyden hoşlandığınız halde, o da sizin için şer olabilir.” (Bakara, 216)

Her iki nimet de, şükrün yanısıra sabrı da gerektirir. Darlık, sıkıntı ve zarar karşısında şükür ve sabrın ne denli önemli oldukları belirgindir. Bolluk nimeti ise, özellikle Allah’a itaat tavrı üzere sabırlı olmaya ihtiyaç duyar. Nitekim selef ulemasından biri şöyle demiştir:

“Darlıkla, zorlukla sınandık; sabrettik. Bollukla sınandık; fakat sabredemedik.”

Bu yüzden cennete girenlerin büyük kısmı yoksullardan oluşur. Ancak bollukta lezzet ve darlıkta da acı önplanda olduğu için, bollukla birlikte şükür ve darlıkla birlikte de sabır tavrı ünlenmiştir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Eğer insana tarafımızdan bir rahmet tattırır da sonra bunu ondan çekip alırsak (...) Ancak sabredip güzel iş yapanlar böyle değildir.” (Hud, 9-11)

Aslında sıkıntıya, darlığa duçar olan kişi şükretmeye, bollukta olan kişi de sabretmeye daha çok muhtaçtır. Çünkü sıkıntıda olanın sabretmesi ve bollukta olanın da şükretmesi zaten bir gerekliliktir.

Bununla birlikte bollukta olanın sabretmesi, kendisi hakkında hoşnutluk uyandıran müstehap bir davranış olabildiği gibi darda olanın da şükretmesi kendisi hakkında müstehap olabilir.

Böylece nefsin lezzet aldığı halde de acı duyduğu halde de şükür ve sabır tavrı bir arada olmuş olur. Ama şunu da belirtelim ki, bunu gerçekleştirmek insanların büyük çoğunluğuna ağır gelir. Bunu başka bir yerde geniş bir şekilde ele alacağız.

Kısaca şunu söylemek istiyoruz:

Bütün mahlûkatı nimet olarak bahşeden yüce Allah’tır. Bunların nimet olma özellikleri ilk başta insanların büyük çoğunluğu tarafından belirgin olarak farkedilmese de. Çünkü “Allah bilir, ama siz bilmezsiniz...”

İnsanların günahına gelince, bunun menşei de insanın nefsidir. Böyle olmakla beraber, son tahlilde o da bir nimettir. Başkaları açısından, ibret almalarına neden olduğu için, bir nimet işlevini görür. Şu sözde de buna işaret edilir:

“Allahım! Beni başkaları için ibret yapma! Benden kaynaklandığını bana bildirdiğin bir şeyden dolayı da başkalarının benden daha mutlu olmalarını sağlama!”

Kur’an’da yer alan bir duada şöyle deniyor:

“Rabbimiz! Bizi, zalimler topluluğu için bir fitne aracı kılma.” (Yunus, 85)

Bir diğer ayette de şöyle buyuruluyor:

“Bizi muttakilere önder yap.” (Furkan, 74)

Bizi uyup doğru yolu bulacaklara bizi önder kıl, bizden dolayı sapacak kimselere değil.

El-Alau kelimesi, sözlükte nimetler anlamına gelir. Bu kelime kudret anlamını da içerir.

Yüce Allah Kur’an’da kudretine ve rububiyetine delalet eden ayetlerini zikreder. Kullarına yönelik nimetler olarak tezahür eden nimetlerinden bahseder. Bunların yanında hikmetini açıklayan ayetlerinden de söz eder. Bunlar birbirlerinden ayrılmaz, birbirlerini gerekli kılan olgulardır. Şu kadarı var ki; yiyecek, içecek, barınak ve giyecekle ilgili nimetler herkesin görebileceği açıklıktadır. Bu yüzden, “Nahl suresi”nin içeriği bunun kanıtı olarak gösterilmiş ve bu sureye, bu gerekçeyle “Nimet suresi” de denilmiştir. Katade ve başkaları adı geçen sure için bu ismi kullanmışlardır. Buna dayalı olarak alimlerin çoğu şu değerlendirmeyi yapmıştır:

Hamd, sebepleri açısından ‘şükür’den daha geneldir. Çünkü nimetten dolayı hamdedildiği gibi, başka bir şeyden dolayı da hamdedilebilir.

Şükür ise, türleri açısından hamd’dan daha geneldir. Çünkü şükür, hem kalp, hem dil, hem de el aracılığıyla gerçekleştirilebilir.

Bütün mahlûkat nimet olduğuna göre ve de ancak nimetten dolayı hamdedildiğine göre, her durumda hamd Allah’adır.

Ne var ki, bu, mahlûkatın içerdiği nimeti bilenlerin ulaşabileceği bir anlayış düzeyidir. Cehmiye ve Cebriye gibi gruplar böyle bir anlayıştan uzaktırlar.

“Mahlukatta Allah’a dönük bir hikmet yoktur; bilakis ortada kulların menfaat görmesinden başka bir şey söz konusu değildir.” diyen Kaderiyecilerse, sadece şükür olgusunu ifa etmiş olurlar. Tıpkı Cehmiyecilerin de bu noktada ilâhî kudrete bir rol biçmemeleri gibi. Nimet ve hikmet olgularından soyutlanmış bir kudretten de hamd niteliği tezahür etmez. Aslında onların mezheplerinin özü şudur:

O, hamdı hakketmez. Hamd O’nadır, ama mülksüz. Nitekim Mutezililer açısından da, bir tür mülksüz hamd öngörülür. Ama selef düşüncesine göre eksiksiz mülk de, noksansız hamd da O’nundur.

Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:

“Allah, adaleti ayakta tutarak şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de. Mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilah yoktur.” (Al-i İmran, 18)

Buna göre Allah, uluhiyette tektir. O, adalet, izzet ve hikmet sahibidir. Allah’ın bu dört sıfatını selef kuşağı ve onlara tabi olan gruplar vurgular. Ama sünnet bilgisinde eksiklik olanın yüce Rabbin bazı haklarını eksiltmesi kaçınılmaz olur.