Yaratma ve emir hikmeti hakkında insanların görüşleri

Birinci görüş: Hikmet olgusunu olumsuzlayanlar

Hikmet olgusunu olumsuzlayanların görüşüdür bu. Bunlara göre, hikmeti olumlamak Allah için muhtaç olmak gibi bir sonuç doğurur. Diyorlar ki, Allah dilediğini yapar, ama bir hikmetten dolayı değil. Bunu derken Allah

’ın kudretinin ve dilemesinin olmasını, O’nun dilediğini yapmasını olumluyorlar. Kuşkusuz bu, Allah’ı ta’zim etmektir. Ama, ihtiyacı gerektirir zannıyla hikmeti olumsuzluyorlar. İşte bu, Eş’ari ve arkadaşlarının görüşüdür. Kadı Ebu Ya’la, İbn-i Zağuni, el-Cuveyni ve el-Baci gibi bazı zatlar da onun görüşünü paylaşmışlardır. Aslında bu, Cehm b. Safvan’ın ve Cebriye ekolünden izleyicilerinin görüşüdür.

Felsefecilerin görüşü ise, bundan çok daha uzaktır. Onlara göre, nefislerin çektiği azap ve benzeri zararları savmanın imkânı yoktur. Diyorlar ki:

Bu tür şeyler bizzat gereklidirler. Meydana gelen her şey, zatının ayrılmaz gereğidir. Eğer, Allah, dilemesi ve kudretiyle yaptığının gerektiricisidir, deselerdi, doğru söylemiş olurlardı. Ayrıca şunu diyorlar:

Kötülük alemde, hayırla birlikte ama mağlup olarak vardır. Bu değerlendirme doğrudur, fakat bu, yaratıcının, kabul edilen ve yinelenmeyen malûm bir hikmetten dolayı yaratma fiilini gerçekleştirmesini de gerektirir. Aksi takdirde, bu iki olgunun olumsuzlanmasıyla bütün sözler boşa gitmiş olur. Şu halde diyebiliriz ki, her grubun görüşünde bir tür hak da var, bir tür batıl da. Buraya kadar sıraladıklarımız felsefecilere ait dört görüştü.

Beşincisi ise, imamların şu görüşüdür:

Allah’ın her yarattığında O’na ait bir hikmet vardır. Daha doğrusu her yarattığında bir hikmet ve rahmet vardır.

İkinci görüş: Kullara dönük olan hikmet

(Kelâmcıların üç görüşünden ikincisini kastediyoruz.) O, kullara dönük bir hikmetten dolayı yaratır ve emreder. Bu hikmet de kulların yararlanması, onlara iyilik edilmesidir. Bundan başka bir şey için yaratmaz, emretmez. Bu, Mutezile

’nin ve onların dışındaki bazı grupların görüşüdür. Daha sonra, bunlar içinde bazıları, hikmetin ayrıntıları üzerinde fikir yürütmüş ve neticede kaderi inkâr etmişler ve Rableri için değiştirme ve aşma esasına dayalı bir yasa (şeriat) öngörmüşlerdir. Bunlardan bazıları kaderi kabul etmiş ve:

Allah’ın bize gizli kalan bir hikmeti vardır, demişlerdir. Bu da İbn-i Ukayl gibi kaderi olumlayanların görüşüdür. Dolayısıyla bunlar, kula dönük olan hikmeti olumlama noktasında Mutezile ile örtüşürlerken, kaderi kabul etme noktasında söz konusu mezheple ayrışıyorlar.

Üçüncü görüş: Rabbe dönük olan hikmet

Yaratılışın temelinde yüce Allah’a dönük olan bir hikmetin varlığını kabul edenlerin görüşüdür bu. Ancak bu hikmeti, Allah’ın ilmiyle kayıtlandırırlar ve derler ki:

Allah, onları kedisine kulluk sunsunlar, hamd etsinler, övünsünler ve ululasınlar diye yaratmıştır. Dolayısıyla varlıklar, bu yüzden onun için yaratılmış, onun için meydana getirilmiş, diğer bir ifadeyle onun için halkedilmişlerdir. Yani, mü’mindirler -kulluk sundukları, hamdettikleri, övdükleri ve ululadıkları için-. Ama kendisinde bu özellikler bulunmayanlar, O’nun için yaratılmış değildirler. Diyorlar ki:

Bu, amaçlanan bir hikmettir ve bu yüzden gerçekleşen (vakî olan) bir hikmettir. Bu yüzden Mutezile mezhebine mensup olanların savundukları hikmetten farklıdır. Çünkü Mutezililer, bir hikmeti savunurlar ki bu, kulların menfaatidir. Ama ardından şunu da söylüyorlar:

Allah, kulların yararlanamayacağını bilakis göreceğini bildiği şeyleri de yaratmıştır. İşte bunu söylemekle çelişkiye düşmüşlerdir.

Biz ise; Allah’ın gerçekleşeceğini bildiği bir hikmeti savunuyoruz, nitekim bu hikmet gerçekleşmiştir de. Bu da yüce Allah’ın, kendisine iman eden, hamdeden, öven ve ululayan kullarını bilmesidir ki bu, fiilen mü’minler aracığıyla gerçekleşmiş bir hikmettir.

Öte yandan şunu da diyorlar:

Yüce Allah, bazılarına yararlı olduğu için, bazı kullarına zararlı olan şeyleri de yaratmıştır. Çok bir hayır elde etmek için az bir şer işlemek hikmetin gereğidir. Bazı insanlara zarar verse de, kulların yararına yağmur yağdırmak gibi. Ayrıca diyorlar ki:

Kâfirleri yaratmanın ve onlara azap etmenin hikmeti, mü’minlere itibar kazandırmak, cihad ameliyesini gerçekleştirmek ve birçok maslahatların elde edilmesini sağlamaktır. Bu görüş, Kadı Ebu Hazım b. Kadı Ebu Ya’la’nın tercihidir. Bu görüşü, Muhammed b. Heysem el-Kerrami’nin kitabına karşılık olmak üzere tasnif ettiği “Usulu’d Din” adlı kitabında dile getirmiştir.

Bu görüşü, savunanlar şunu da söylüyorlar:

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat: 56) ayeti, fiilen ibadeti gerçekleştirenlere özgüdür. İlk kuşak (selef) ve son kuşak (halef) ulemasından bir grup savunmuştur bu görüşü. Diyorlar ki:

Bu ayetten maksat şudur:

Kendisinde ibadet etme niteliği bulunan kimse, ibadet için yaratılmış kimsedir, bu niteliği bulunmayan kimse de, ibadet için yaratılmamış kimsedir.

Said b. Müseyyeb’den söz konusu ayetle ilgili olarak şöyle rivayet edilir:

Bana ibadet etmekte olanı, ancak bana ibadet etmesi için yarattım...

Dahhak, Ferra ve İbn-i Kuteybe’den de bu yönde bir görüş rivayet edilmiştir. Yani, bu ayet, sadece Allah’a ibadet edenlerle ilgilidir...

Dahhak şöyle der:

Bu, mü’min olanlara özgü bir husustur....

Kerramiye grubunun görüşü de budur. Nitekim Muhammed b. Heysem de buna işaret etmiştir. Diyor ki:

Bu ayetten önceki bir ayette yer alan “Onlara aldırma...” (Zariyat: 54) ifadesi de buna delalet eder. Sonra da şöyle buyurmuştur:

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat: 56)

Yani, öğüt vermenin fayda verdiği şu mü’minleri bana ibadet etsinler diye yarattım.

Diyorlar ki:

Bu, kastedilen ve fiilen gerçekleşen bir amaçtır. Çünkü ibadet, mü’minler arasında gerçekleşmiştir. Bu, Ebu Bekir b. Tayyib’in tercih ettiği görüştür. Kadı Ebu Ya’la da bu görüştedir. Bu ikisinin dışında:

“Allah bir illetten dolayı bir şey yapmaz” diyenler de bu görüşü benimsemişlerdir. Bunlar diyorlar ki -ifade Kadı Ebu Ya’la’ya aittir-:

Bunu genelleme anlamına değil, özelleştirme anlamına almak gerekir. Çünkü ahmaklar, çocuklar ve deliler insan olsalar da bu hitabın kapsamına girmezler. Aynı şekilde kâfirler de:

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır.” (Araf: 179) ayetinde işaret edildiği gibi, bu genellemenin dışındadırlar. Dolayısıyla bedbahtlık ve cehennem için yaratılanlar ibadet için yaratılmamışlardır.

Ben diyorum ki:

Bunlar Kerramiye grubuna mensup ve onları onaylayan kimselerdir. Gerçi, Cehmiye ve Mutezile mezheplerine göre, Allah için bir tür hikmet öngörmelerinden dolayı tercih edilebilir olsalar da, söz konusu ayete ilişkin tefsirlerini selef ulemasından bazıları olumlu görse de, bu, zayıf bir görüştür, ulemanın çoğunluğunun (cumhurun) görüşüne ve ayetin delalet ettiği anlama aykırıdır. Çünkü ayette genel bir anlamın kastedildiği açıktır. O kadar açıktır ki, aksini kanıtlamak mümkün değildir. Çünkü eğer sadece mü’minler kastedilmiş olsaydı, onlarla melekler arasında bir fark kalmazdı. Çünkü her biri, yaratıldığı şeyle sınırlı bir faaliyet içinde olacaktı ve ayette insanlarla cinler genel olarak zikredilmeyecekti. Sonra ayette meleklerden söz edilmiyor. Oysa itaat ve ibadet insanların ve cinlerin büyük bir kısmından çok melekler tarafından sergilenen bir niteliktir.

Öte yandan ayetin akışı, bunun Allah’a ibadet etmeyen kimselere yönelik bir yergi, bir kınama olmasını gerektiriyor. Allah onları bir amaç için yaratmış, ama onlar bunu gerçekleştirmemişlerdir...

Nitekim üzerinde durduğumuz ayetin ardından:

“Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum.” (Zariyat: 57) ifadesinin yer alması da bu yüzdendir. Dolayısıyla önceki ayette ibadetin olumlanması, bu ayette de sayılan hususların olumsuzlanması, onların ibadet için yaratıldıklarını gösterir. Yani onlardan istenen şey, efendilerin kölelerinden istedikleri rızık ve yiyecek yoluyla kendilerine yardımcı olmaları değildir. Bu yüzden takip eden ayetlerin birinde şöyle buyuruluyor:

“Muhakkak ki bu zulmedenlerin günahtan bir payları vardır...” “Tıpkı geçmişlerin payı gibi.” (Zariyat: 59)

Daha önce gelip geçmiş kâfirler gibi. Yani azaptan bir payları vardır. Bu, insanlardan ve cinlerden olup da Allah’a ibadet etmeyen kimselere yönelik bir tehdittir. Bu nedenle, tehdidin, başından sonuna kadar ayetin ardından yer alması, Allah’a ibadet etmeyenlere yönelik bir tehdit olduğunu gösterir.

Nitekim yüce Allah, dünya ve ahirette onlar için öngördüğü azaba da işaret etmiş ve Zariyat suresinin başında şöyle buyurmuştur:

“Tozdurup savuranlara... (...) andolsun ki, size vaadedilen kesinlikle doğrudur; ve ceza mutlaka vuku bulacaktır.” (Zariyat, 1-6)

sonra şöyle buyurmuştur:

“Siz çelişkili sözler söylüyorsunuz. O’ndan dönen döndürülür.” (Zariyat: 8-9)

ardından uhrevi tehdide yer veriyor:

“Kahrolsun o koyu yalancılar! Onlar koyu bir cehalet içerisinde kalmış gafillerdir. Ceza gününün ne zaman olduğunu sorarlar. O gün onlar ateşe sokulacaklardır.” (Zariyat, 10-13)

Sonra da Allah’ın mü’minlere yönelik vaadine yer veriliyor:

“Şüphesiz ki Allah’a isyandan sakınanlar cennetlerde ve pınar başlarında bulunacaklar. (...) Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ayetler vardır. (...) Semada da rızkınız ve size vadedilen başka şeyler vardır. Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki bu vaad, sizin konuşmanız gibi kesin ve gerçektir.” (Zariyat, 15-23)

Ardından iman edip de imanından yarar gören, inkâr edip de inkârından dolayı azaba çarptırılan kimselerin kıssalarına yer veriliyor. Bu bağlamda Hz. İbrahim ve Lut peygamberlerin (a.s.) kıssaları ile Lut kavminin tutumu ve sonunda azaba çarptırılmaları anlatılıyor. Sonra şöyle buyuruyor:

“Acı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık. Musa’da da ibret vardır. Onu apaçık bir delil ile Firavuna göndermiştik.” (Zariyat, 37-38)

Yani, Musa’nın kıssasında da alınacak ibret dersleri vardır. Müfessirlerin büyük çoğunluğunun görüşü budur. Hatta Ebu’l Ferec gibi, sadece bu görüşü zikreden kimseler de vardır. Bazılarına göre, bu, “Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ayetler vardır (...) Musa’da da...” ayetlerine atfedilmiştir. Ama bu, zayıf bir görüştür. Çünkü Firavun ve Ad kavmi kıssaları Lut kavmi kıssasına benzemektedir. Bu kıssalarda peygamberlerden, onlara tabi olanlardan ve onlara karşı çıkanlardan söz ediliyor ki bu da peygamberlik misyonunu ve itaat edenlerle karşı çıkanların akibetlerini ispat etmektedir.

“Yeryüzünde...” ve “Kendi nefislerinizde...” ifadelerine gelince, burada işaret edilen hususlar, yüce yaratıcıya yönelik ayetlerdir. Ki daha önce bunlara işaret ettik. Ayrıca bu ifadeler, işaret edilen şu uzun açıklamalar gibi, matuf ve matuf aleyhi birbirinden ayırmadıkları için bu şekilde değerlendirilmiş değildirler. Kaldı ki öncesinde yer alan:

“Acı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık.” ayeti, sözünü ettiğimiz ayetin atfedilmesine elverişli değildir. Nitekim daha sonra:

“Ad kavminde...” (Zariyat, 41)

“Semud kavminde...” (Zariyat, 43) buyurulmuştur.

Ardından yüce Allah, göğü kendi elleriyle kurduğunu (Zariyat, 47), yeri döşediğini (Zariyat, 48), düşünüp öğüt alasınız diye herşeyden çift çift yarattığını (Zariyat, 49) belirtmiştir. Nitekim imana ve ibadetin gerekliliğine delalet eden bu ayetlerin açıklanmasının ardından da bunu emretmiş ve şöyle buyurmuştur.

“O halde Allah’a koşun. Çünkü ben, size O’nun katından gelmiş açık bir uyarıcıyım. Allah ile beraber başka bir ilah edinmeyin.” (Zariyat, 50-51)

Ardından, Kur’an’ı yalanlayanların, kendilerinden önceki kâfirlere benzediklerini belirtmiştir, bununla Hz. Peygamberi (s.a.v.) ve mü’minleri teselli etmek, kâfirlerden gördükleri eziyetlere sabretmelerinin sağlanması amaçlanmıştır.

“İşte böylece, onlardan öncekilere herhangi bir peygamber geldiğinde hemen; O, bir büyücüdür veya delidir, dediler. Bunu birbirlerine vasiyet mi ettiler? Doğrusu onlar azgın bir topluluktur.” (Zariyat, 52-53)

Bütün bunlar, insanlara ve cinlere yönelik, Allah’a ibadet etmeye, O’na ve Resulü’ne itaat etmeye ilişkin emri, bunu yerine getirenlerin dünya ve ahirette öngörülen akibeti hakketmeleri gerçeğini içermektedir. Bundan sonra:

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum.” (Zariyat, 56-57) buyurulmuşsa bu, önceki açıklamalarla uyumlu, onlarla bütünlük arzeden bir açıklamadır. Yani, benim emrettiğim bunlardır. Ben onları bana ibadet etmeleri için yarattım. Bundan başka bir şey istemiyorum onlardan; ne bir rızık, ne de yiyecek...

Eğer denilse ki: Bununla sadece mü’minler kastedilmiş. Şayet böyleyse, bu, surede daha önce geçen açıklamalarla kesinlikle çelişir. O zaman, Allah’a ibadet etmediği için, O’nun tarafından yerilen ve kınanan kimseler açısından bu bir mazeret oluşturur. Ve derler ki:

Sen beni sana ibadet etmem, emirlerine uymam için yaratmadın ki; eğer bunun için yaratmış olsaydın kesinlikle sana ibadet eden biri olurdum. Sen sadece şu kimseleri sana ibadet etsinler diye yarattın. Bize gelince, seni inkâr edelim, sana ortak koşalım, senin elçilerini yalanlayalım, şeytana ibadet edip, ona uyalım diye yarattın. Şu mü’minler, senin onları yarattığın şeyi gerçekleştirdikleri gibi, biz de bizi yarattığın şeyi yaptık. Dolayısıyla bizim bir günahımız yok ve biz azabı hakketmiyoruz!...

İşte bu ve benzeri sözler, bu tür görüşleri savunanların sarıldıkları bir bahanedir. Oysa Allah’ın kelâmı bu tür çelişkilerden münezzehtir. Onlar, bu tür mazeretleri dile getirirken dayanak olarak yüce Allah’ın dilediği şeyi kesinlikle yapmasını gösteriyorlar ve diyorlar ki:

Eğer Allah bizden kendisine itaat etmemizi isteseydi, mü’minlerde olduğu gibi, bizi de itaatkar kullarından yapardı.

Kaderiye grubu diyor ki: Allah bunlardan (mü’minler) da, onlardan (kâfirler) da, sadece kendisine itaat etmelerini istedi; ancak O, bunları da, onları da itaatkar yapmadı. Aksine, irade emir anlamındadır ve Allah her iki gruba da emreder. Bunlar kendi iradelerini ve itaatlerini meydana getirmek sûretiyle O’na ibadet ederler, şunlarda kendi iradelerini ve günahlarını meydana getirmek sûretiyle O’na isyan ederler.

Fakat yukarıdaki görüşü savunanlar, Kaderiye grubunun bu değerlendirmelerinin yanlış olduğunu biliyorlar. Çünkü Allah, her şeyin yaratıcısı, rabbi ve sahibidir. Dilediği olur, dilemediği de olmaz. O’nun mülkünde sadece dilediği şeyler olur. O’nun mülkünde bir şey olursa bu O’nun kudreti, yaratması ve dilemesi ile mümkündür. Nitekim işitsel (nakli) kanıt da, akli (düşünsel) kanıt da buna delalet eder. Ki bu, bütün sahabenin, müslüman imamlarının, cumhuru ulemanın görüşüdür. Ehl-i Sünnet mezhebi bu esasa dayanır. Bunca somut kanıttan dolayı, adı geçen grup, üzerinde durduğumuz ayeti genel nitelikli olarak tefsir etmekten vazgeçip özel nitelikli bir anlam çerçevesinde tefsir etmeye yönelmişlerdir. Çünkü kadere inanmakla, Allah’a ibadet etmek için yaratıldıkları halde, O’na ibadet etmemeleri durumunu birbirleriyle bağdaştıramamışlardır. Bu yüzden şöyle demişler:

Allah birini cehennem için var etmişse, onu kendisine ibadet etmesi için yaratmamıştır... Allah, mü’minler kendisine ibadet etsinler diye, insanları yaratmıştır, diyenler de bu yolu izlemişlerdir.

Eş’ari ve Kadı Ebu Bekir ve Ebu Ya’la gibi izleyicilerinden ve başkalarından oluşan “hikmeti olumsuzlayanlara” gelince, bunların bu bağlamdaki temel düşünceleri şudur:

Allah bir şeyi diğer bir şey için yaratmaz. Dolayısıyla bir kimseyi ibadet etmesi için veya başka bir şey için yaratmamıştır. Onlara “...Olsun diye ...nun için” anlamında “Lam” harfi cerri Kur’an’da kullanılmamıştır. Bu harfi cerr kullanıldığı yerde “sonuç” anlamını bildirir. Aşağıdaki ayette olduğu gibi:

“Nihayet Firavun ailesi onu yitik çocuk olarak aldı. O, sonunda kendileri için bir düşman ve tasa olacaktı.” (Kasas, 8)

Aynı yaklaşımı aşağıdaki ayete karşı da sergilerler:

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır.” (Araf, 179)

Onlara göre, bu ayette, cinlerden ve insanlardan birçoğunun akibetinin cehennem olacağı kastedilmiştir. Mü’minlerin akibeti de ibadettir. Fakat, Allah onları ne şunun için, ne de bunun için yaratmıştır. Sadece yarattığı bütün şeyleri yaratmayı dilemiştir. Başka bir şey için değil. Sözünü ettiğimiz grubun görüşü bundan ibarettir ve bu görüş birçok açıdan zayıftır:

Birincisi: Fiilinde sonuç hedeflenmeyen “lam” harfi cerri, ancak sonucu bilinmeyen veya bilip de elinden bir şey gelmeyen bir kimseyle ilintili olarak kullanılır. Sonuçtan haberi olmadan bir fiili işlemeye aşağıdaki ayeti örnek gösterebiliriz:

“Nihayet Firavun ailesi onu yitik çocuk olarak aldı. O, sonunda kendileri için bir düşman ve tasa olacaktı.” (Kasas, 8)

Çünkü Firavun bu sonucu bilmiyordu. Elinden bir şey gelmeme durumuna da Arapların şu sözlerini örnek gösterebiliriz:

“Ölüm pahasına doğurun, harap olmak için bina yapın” (Sonunun ölüm olacağını bile bile) “Yıkım için yaptılar.” (Yıkılacağını bile bile binayı yaptılar.) Çünkü bu sonucu biliyorlar, ama ellerinden bir şey gelmiyor. Allah ise, her şeyi bilir ve her şeye gücü yeter. O’nun fiili, bilmeyen veya elinden bir şey gelmeyen bir kimsenin gibidir, denemez.

İkincisi: Bütün gruplar, yüce Allah’ın bu amacı irade ettiği hususunda görüş birliği içindedir. Şu halde, yüce Allah’ın varlıkları onun için yarattığı ibadet, bütün grupların ortak görüşü olarak, irade edilen bir amaç olarak belirginleşiyor. Dolayısıyla yüce Allah’ın bunu, yani ibadeti irade ettiğini kabul ediyorlar. Ancak “lam” harfi cerrinin sonuç bildirir nitelikte olduğu bir yerde, fail sonucu irade etmez de diyorlar. Bunlar diyorlar ki, Allah bizi yarattı ve fiilerimizi de irade etti. Bunlara dayalı olarak akibetlerini de irade etti. Dolayısıyla bunlardan biri gerçekleştiği anda Allah tarafından irade edilmiş olur. Ancak bunlara göre, yüce Allah, irade edilen bir şeyi, kesinlikle irade edilen bir başka şey için yapmaz. Çünkü bir illetten dolayı fiil işlemek, ihtiyaç sahibi olmayı gerektirir. Bu ise, son derece zayıf bir görüştür ve zayıflığı apaçık ortadadır. Ayeti daha özel bir anlam çerçevesinde ele alanlar da buna benzer bir cevap veriyorlar.

Bir diğer grup şöyle demektedir: Ayeti genel bir çerçevede ele almak gerekir. Ancak ayette geçen ibadetten maksat, Allah’ın onları kendine kul yapması, kulluğa zorlaması, kudretini ve iradesini onlar üzerinde etkin kılmasıdır. Allah’ın onları, yaratılışlarının maksadı olan mutluluğa ve mutsuzluğa meylettirmesidir. Bu, Zeyd b. Eslem’in ve bir başka grubun verdiği cevaptır. Üzerinde durduğumuz ayete ilişkin ikinci bir tefsir de diyebiliriz buna.

İbn-i Ebu Hatem, İbn-i Cureyh’ten, o da Zeyd b. Eslem’den:

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

“Yani, Allah cinleri ve insanları mutsuzluk ve mutluluk cibiliyetine, tabiatına sahip olarak yaratmıştır.”

Vehb b. Münebbih:

“Onları itaat etme özelliğine ve isyan etme özelliğine sahip olarak yaratmıştır” der.

Bu açıklamalar, peygamber efendimizin (s.a.v.):

“Her çocuk fıtrat üzere doğar.” (Buhari , Kader, 3; Müslim , Kader, 23-24) hadisini, kendisi için öngörülen mutluluk ve mutsuzluk cibiliyeti üzere doğar, şeklinde yorumlayanların görüşlerine benziyor. Nitekim aralarında İbn-i Mübarek’in, Ahmed b. Hanbel’in de kendisinden aktarılan bir rivayetiyle yer aldığı bir grup bu görüşü savunmuştur. Nitekim İmam Malik’e:

Kaderiye grubu mensupları, bu hadisi bize karşı kanıt olarak kullanıyorlar; onlara karşı ne yapalım? diye sorulmuş, o da:

Siz de onlara karşı bu hadisin son cümlesini ileri sürün. O da şu:

“Allah onların yapmakta olduklarını herkesten daha iyi bilir.”

Bu, Allah’ın fiilin gerçekleşmesinden önce onu bilmesini inkâr edenlere verilebilecek en güzel cevaptır. Nitekim ilk kuşak kelâmcılardan bir grup bu görüşteydi. İmam Malik terminolojisinde bunlara “Kaderiye” denir.

(...) Üzerinde durduğumuz ayeti tefsir ederken “ibadet ederler..” ifadesini, burada kastedilen, Allah’ın onları yaratırken özlerine yerleştirdiği cibiliyetleridir, onlar için takdir ettiği mutluluk ve mutsuzluktur. Yukarıdaki hadiste de kastedilen anlam budur, şeklinde açıklayanlar “ibadet ediyorlar...” ifadesini “Benim irademe ve kudretime teslim oluyorlar. Böylece kulluk sunanlar ve zelil olanlar oluyorlar ki, onlar hakkında hükmüm ve iradem geçerli olsun. Benim verdiğim hükmün ve kudretimin dışına çıkmıyorlar.” şeklinde anlamlandırmış oluyorlar. Bu, Kaderiye grubu tarafından reddedilse de, özü itibariyle doğru bir yorumdur. Zaten Kaderiye grubu bunu inkâr etmekle bid’atçıların safına katılmış oluyorlar. Kuşkusuz yüce Allah her şeyin yaratıcısıdır, O’nun dilediği olur, dilemediği de olmaz. Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) istiazede bulunurken şöyle buyurmuştur:

“Yarattığı ve meydana getirdiği varlıkların şerrinden, Allah’ın eksiksiz kelimelerine sığınırım ki, ne iyi ne de günahkâr hiç kimse bu kelimelerin dışına çıkamaz. Allah’ın gazabından, azabından ve kullarının şerrinden O’nun eksiksiz kelimelerine sığınırım.” (Ahmed, 3/419; Malik, Şiir, 10)

Buna göre Allah’ın eksiksiz kelimeleri, varlıkların oluşumunu gerçekleştirme araçlarıdır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:

“Bir şey yaratmak istediği zaman O’nun yaptığı “ol” demekten ibarettir. Hemen oluverir.” (Yasin, 82)

Dolayısıyla ne iyi, ne de günahkâr hiç kimse bu kelimeleri aşamaz, hiç kimse tasarlanan kaderin dışına çıkamaz. Yazılı levhte kendisi için belirlenen çizginin dışına çıkamaz. Kur’an birçok yerde bu anlama işaret eder:

“Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi.” (Enam, 111)

“Andolsun, biz cehennem için yarattık.” (...) (Araf, 179)

“Bilmez misin ki, Allah, yerde ve gökten ne varsa bilir? Bu, bir kitapta mevcuttur. Bu, Allah için çok kolaydır.” (Hac, 70)

Yüce Allah’ın sihirle ilgili şu sözünü de buna örnek gösterebiliriz:

“Oysa büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler.” (Bakara, 102)

Diğer bir ayette de şöyle buyuruluyor:

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini islâma açar; kimi de saptırmak isterse, kalbini iyice daraltır.” (Enam, 125)

Bunun gibi daha birçok ayeti örnek gösterebiliriz.

Şu kadarı var ki:

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) ayetinde, onların benimsedikleri ve hararetle savundukları:

“Bütün varlıklar Allah’ın meşiyeti, zorlaması ve hükmü altındadırlar” anlamı kastedilmemiştir. Bu anlam özü itibariyle doğrudur, fakat bu ayetin maksadı bu anlam değildir. Evet bütün varlıklar bunun içindedir ve hiçbir varlık bundan istisna değildir. Şimdi aşağıdaki ayetlere bir göz atalım:

“Ey Ademoğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, demedim mi? Ve bana kulluk ediniz...” (Yasin, 60-61)

“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” (Nisa, 36)

“Tağuta kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenler...” (Zümer, 17)

“O’nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.” (Zümer, 3)

“Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar...” (Yunus, 18)

Bunlara benzer birçok ayet vardır Kur’an’da. Ve bu ayetlerde, ibadet kavramıyla sadece peygamberlerin emrettikleri şeyler kastedilmiştir; tek ve ortaksız Allah’a kulluk etmek yani.

Müşriklerse Allah’a ibadet etmiyorlar, aksine, şeytana ve Allah’ı bir yana bırakarak dua ettikleri başka şeylere tapıyorlar. Bu başka şeylerin Melek, peygamber, ermiş-salih insan veya kendi elleriyle yonttukları putlar, heykeller olması farketmez.

Neticede bu müşrikler, yüce Allah’ın da haber verdiği gibi Allah’tan başkasına ibadet ediyorlar.

Allah’ın kaderi üzerlerinde caridir diye bütün insanların ve cinlerin Allah’a ibadet ettikleri nasıl söylenebilir?

İnsanların ve cinlerin kendi iradeleri, tercihleri, dini Allah’a özgü kılmaları ve O’nun peygamberine uymaları sonucu Allah’a ibadet etmeleri ile, Allah’ın onları kendine taptırması, iradesini onlar üzerinde hükümran kılması, bunun yanında, onların şeytana ve putlara ibadet etmelerinin takdir gereği olması arasında büyük bir fark vardır.

Bu değerlendirme, son dönem kelâmcılarından bazılarının:

Biz isyan edilebilen, iradesinin dışına çıkılabilen bir tanrıyı inkâr ederiz, şeklindeki yaklaşımlarına benziyor. Onlara göre meydana gelen her şey, itaattir ve Allah’a yönelik ibadettir. Çünkü her şey Allah’ın dilemesi altındadır. Bunların önde gelen şeyhlerinden bazıları şöyle demişlerdir:

İblis, emre karşı gelmişse de, ilâhî iradeye itaat etmiştir. Her şeyi mübah gören bu ibahiyeciler, ilâhî emir olgusunu tamamen geçersiz kılıyorlar.

Zeyd b. Eslem ve Vehb b. Münebbih gibilerini bu tür düşüncelerden tenzih etmek gerekir. Çünkü bu şahıslar, Allah’ın emir ve yasaklarına, vaad ve tehditlerine en çok saygı gösteren kimselerdi. Ancak kaderi yalanlayanları reddetmek maksadıyla şöyle dediler:

“Allah olmayanı dileyebildiği gibi, dilemediği de olabilir.” Aslında onların bu sözlerinin özü şudur:

“Allah, onların başka ilahlara kulluk sunmalarını takdir etmez, onları iradesinin tasarrufu altında bu yöne yönlendirmez.”

Böylece, yukarıdaki görüşü savunanların düşüncelerini iptal etmek istemişlerdi. İstedikleri güzel de, fakat bunu, ayette kastedilen anlam çerçevesinde ifade etmek daha da güzeldir!

İbahiye grubunun bu görüşleri, bazı grupların şu değerlendirmelerine benziyor:

“Arif kişi ilâhî meşiyeti gözlemlediği zaman artık kınamayı bırakır. Hükmü -yani meşiyeti- seyrettiği zaman, artık sebebini ne iyi, ne de kötü görür.”

Ki bu ve benzeri görüşler müşriklerin şu sözlerine benziyor:

“Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” (En’am, 148)

Biz, bu düşünceye ilişkin değerlendirmelerimizi başka yerlerde etraflıca sunduk. Bu çerçevede ortaya koymuştuk ki, önceden tasarlanmış bir kaderin olması haktır. Fakat bu, kulun izlediği yoldur, yaratılışının (fıtratının) esası değildir. Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne-babası onu yahudileştirir veya hıristiyanlaştırır ya da mecusileştirir. Tıpkı bir hayvanın bütün organları sağlam bir yavru doğurması gibi. Yavru doğarken bir tarafında kesiklik fark eder misiniz?” (Buhari, Kader, 3; Müslim, Kader, 23-24)

Burada peygamberimiz (s.a.v.) hayvanın bütün organları sağlam bir yavru doğurduğunu, sonra insanların kulaklarını veya burnunu kestiklerini örnek veriyor. Ki yavrunun kulak ve burnunun kesilmesi, önceden tasarlanarak onun için takdir edilmiştir. Aynı şekilde kul da fıtrat üzere doğar, başlangıçta sağlamdır, sonra yahudileştirilmesi, hıristiyanlaştırılması... sonucu bozulur. Bu, olacağı önceden yazılmış bir olgudur.

Bu sözü söyleyenler, kulun yaratılışının amacı olan şeyi açıklamak için söylüyorlar. Nitekim bir grup da ibadet, genelde vakî olan olgular şeklinde açıklamışlardır. Bu ise, peygamberler aracılığıyla emredilen ibadet değildir.

Örneğin İbn-i Abbas’a nispet edilen İbn-i Ebu Talha tefsirinde şöyle deniyor: Zariyat 56. ayetin anlamı şöyledir:

İsteyerek veya istemeyerek kulluklarını itiraf etmeleri için. Burada işaret edilen kulluk aşağıdaki ayetlerde işaret edilen duruma benzer:

“Göklerde ve yerdekiler, ister istemez O’na teslim olmuşlardır.” (Al-i İmran, 83)

“Göklerde ve yerdekiler, ister istemez Allah’ı secde ederler.” (Ra’d, 15)

Bir grup “el-Kurhu = istememe”yi, kaderin hükmünün yürürlükte olması şeklinde açıklamışlardır. Dolayısıyla bu açıklama, önceki görüşle buluşmuş oluyor. Doğrusu bundan maksat, varlıkların kendi istekleri olmaksızın Allah’ın kader çerçevesinde belirginleşen hükmüne boyun eğmeleridir. Musibetler zamanında teslim olmak zorunda kalışları ve hoşlanmadıkları şeri hükümlere boyun eğişleri gibi. Şu halde herkes, Allah’ın takdiri ve teşri’i hükmüne boyun eğmek zorundadır. Kuşkusuz bu, doğru bir anlamdır ve başka yerlerde de bu anlamı uzun uzadıya açıkladık; ancak bu, ibadet demek değildir.

Diğer bazıları da söz konusu ayeti şu şekilde açıklamışlardır:

“Bana boyun eğsinler ve eğilsinler diye...” Diyorlar ki:

el - İbadetu kelimesi, sözlükte zelillik ve boyun eğme anlamına gelir.

Cinlerin ve insanların her biri Allah’ın ezeli öntasarımına (kazasına) boyun eğer, iradesi karşısında ezilir. Hiç kimse, kendi gücüne dayanarak yaratılışının maksadı olan çizginin dışına çıkamaz.

Ebu’l Ferec, İbn-i Abbas’ın şu sözünü nakleder:

Üzerinde durduğumuz ayetin (Zariyat, 56) açıklaması şu ayettir:

“Andolsun onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette “Allah” derler.” (Zuhruf, 87)

Bu ayet, ileride yer verileceği gibi, söz konusu ayeti “...Beni tanısınlar, bilsinler diye yarattım.” şeklinde açıklayanların görüşleriyle uyuşmaktadır. Allah’ın kendilerini yarattığını söyleyen bu insanlar, bunu zorla söylemek durumunda kaldıkları için söylüyor değiller. Ama Allah’a teslim oluşları ve O’na boyun eğişleri bundan farklıdır, çünkü bu, istemeden gerçekleşir. Ama Allah’ın yaratıcılığının ikrar edilişinin kendisi fıtridir ve insanlar bu fıtrat üzere yaratılmışlardır, bu yüzden isteyerek bunu itiraf ederler.