Ümmetin selef kuşağı ve imamların ittifak ettikleri görüşlerden bazıları

Ümmetin selef kuşağı ve imamlar, kadere iman etmek, Allah’ın dilediği olur, dilemediği de olmaz, O, kulların fiilleri de dahil olmak üzere her şeyin yaratıcısıdır gerçeğini bilmek hususunda görüş birliği içinde oldukları gibi, Allah’ın emrinin, nehyinin, vaadinin ve tehditinin varlığını kabul etmek hususunda da ittifak etmişlerdir. Bir diğer ortak görüş de şudur:

Hiç kimsenin, emredilen bir şeyi terk etmek, yasaklanan bir şeyi de işlemek hususunda Allah’a karşı ileri sürebileceği bir gerekçesi, bir mazereti, bir bahanesi yoktur.

Yine şunda da görüş birliği içindedirler:

Allah hüküm ve hikmet sahibidir, mehametlidir, O hükmedenlerin en iyisidir, merhametlilerin en merhametlisidir.

Sahih bir hadiste peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Allah, babanın çocuğuna yönelik merhametinde çok daha fazla kullarına karşı merhametlidir.” (Buhari, Edeb, 18; Müslim, Tevbe, 22)

Allah’ın kitabında ve peygamberin (s.a.v.) sünnetinde,Allah’ın yaratmasının ve emrinin bir hikmete dayandığı haber verilmiştir.

Cehm b. Safvan ve izleyicileri Allah’ın hikmetinin ve rahmetinin olmasını kabul etmezler ve şöyle derler:

Allah’ın fiilleri ve emirleri ile ilgili olarak “... Olsun diye, .... olması için.” Anlamında “lam” edatı kullanılmaz. O, bir şeyi başka bir şey için yapmaz. Bir şeyi de başka bir şey için emretmez.

Kaderi kabul eden son kuşak kelâmcıların birçoğu, başka konularda karşı çıksalar da, bu alanla ilgili birçok meselede Cehm b. Safvan’ın yöntemini esas almıştır. Karşı çıktıkları hususlarda ise, ya lafzi bir ihtilaf söz konusudur, ya da anlaşılmaz bir gerekçeden kaynaklanmaktadır. Yahut da manevi, soyut bir takım detaylarda ayrılıkları söz konusudur. Kul kasiptir (kazanandır), gerçekte fail değildir, diyenler gibi. Bunlar kesbi (kazanmayı) kulun yapabilirliğinin kapsamına alırlar. Böylece, güç yetirilen şey üzerinde herhangi bir etkisi olmayan bir gücünün olduğunu ispat ederler. Bu yüzden aklı başında olan herkes:

Bu, akla uymayan çelişkili bir sözdür, demişlerdir. Çünkü kudretin fiil üzerinde herhangi bir etkisi yoksa, bu kudretin varlığı ile yokluğu arasında bir fark yoktur. Böyle bir şeye de kudret denmez. Bilakis, böyle bir kudretin fiille eş zamanlı olması ile failin, uzunluğu, genişliği ve rengi gibi niteliklerinin eş zamanlılığı arasında herhangi bir fark olmaz.

Bunlara:

Kesp nedir? diye sorulduğu zaman, fail ile meydana gelen şeydir ve failini bunun üzerinde meydana getirici bir etkisi vardır. Ya da meydana getirici kudretin mahallinde meydana gelen şeydir, diye cevap verirler. Bunlara:

Peki kudret nedir? denildiğinde, şu cevabı verirler:

Belirsiz / git gel hareket ile seçilmiş hareketin farklılaşmasını sağlayan şeydir. Aklı başında olanların büyük çoğunluğu onların bu izahına şu karşılığı vermişlerdir:

Belirsiz hareket değil, seçilmiş hareket failin iradesiyle meydana gelir. İradesi de kudretiyle meydana gelmiştir zaten. Eğer siz bu iki hareket arasındaki farkı salt iradeye indirgerseniz, bilmelisiniz ki, insan bazen kendisini faili olmadığı, başkasının işlediği fiili de irade eder. Eğer bununla failin, fiile kadir olmasını kast ediyorsanız, o zaman bu söylediğiniz kudretin anlamının ta kendisidir. Kudretin herkesçe kabul edilen anlamı ise, failin fiil işlemesini sağlayan yetenektir. Fail olmayanın kudreti olmaz. Kudretin de fail açısından varlığı ile yokluğu eşit olamaz.

Cehmi izleyenler diyorlar ki:

Kul, gerçekte fail değildir. Ama gerçek anlamda kasiptir (kazanandır). Bu arada kesp ile beraber, kesp üzerinde etkisi bulunmayan, varlığı ile yokluğu aynı olan, fiil üzerinde etkisi olmaksızın onunla eş zamanlı bir kudretin olduğunu da söylüyorlar. Onların iddiasına göre, varlık aleminde bulunan güçlerin, tabiatların, yüceler alemindeki ve aşağı alemdeki sebeplerin, tıpkı kulun kudreti gibi, kendileriyle eş zamanlı ve eş mekanlı hadiseler, fiiller ve müsebbepler üzerinde herhangi bir etkileri yoktur. Sadece yaratıcı bunları diğerleriyle beraber kılmıştır, bunlar sebebiyle değil. Kesinlikle bir hikmete de mebni değildirler.

Diyorlar ki:

İtaatler ve isyanların sevap ve azapla beraberlikleri de böyledir. İtaatte sevaba uygun bir anlam olmadığı gibi, isyanda da azaba uygun bir anlam bulunmaz. Emir ve yasakta da, emredilmenin ve yasaklamanın sebebi ve gerekçesi olan bir hikmet yoktur. Resullerin gönderilmesinin sebebi de kullara yönelik merhamet ve onların maslahatları değildir. Bilakis, bir gruba nimet verilmesi, bir gruba da azap edilmesi irade edilmiştir ve bunun da bir hikmeti yoktur. Sebep; emrin ve yasağın konulmuş olmasıdır. İtaat ve isyan ise bunlara yönelik alametlerdir. Bir sebepten veya bir hikmetten dolayı değildirler. Allah’ın her şeyi, hatta şirk koşulmasını, peygamberlerin yalanlanmasını, zulmü ve hayasızlığı emretmesi, her şeyi, hatta tevhidi, peygamberlere inanmayı ve onlara itaat etmeyi yasaklaması caizdir.

Ebu’l-Hasan ve bağlıları, Malik, Şafii ve Ahmed’in arkadaşlarından İbn-i Akil ve İbn-i Cevzi gibi son kuşak ulemadan bunları onaylayanların birçoğu diyorlar ki:

Yaratma, yaratılmışın kendisidir. Fiil de mef’uldur (yapılan şeydir.). Bunlar, kulların fiillerinin Allah’ın fiilleri olduklarını söylerler. Bu arada fiilin de mef’ul, yani yapılan şey olduğunu söylediklerini göz önünde bulundurun. Böyle olunca da, bu fiilin kulun fiili olması imkânsız hale gelir. Aksi taktirde bir fiil için iki failden söz etmek durumunda kalınır.