İnsanlar dört kısma ayrılırlar

İnsanlar bu hususta dört kısma ayrılırlar:

1 - Kendisi için değil, rabbi için buğzedenler.

2 - Rabbi için değil, kendisi için buğzedenler.

3 - Her ikisi için de buğzedenler.

4 - Her ikisi için de buğzetmeyenler...

Kadere tanıklık etmek hususunda da dört kısma ayrılırlar.

1 - İyiliğin Allah’ın fiili, kötülüğünse kendisinin fiili olduğuna inananlar.

2 - İyiliğin kendi fiili, kötülüğünse Allah’ın fiili olduğuna inananlar.

3 - Her ikisinin de Allah’ın fiili olduğunu düşünenler.

4 - Her ikisinin de kendi fiili olduğunu düşünenler...

İşte Rububiyeti müşahede etme hususunda insanlar bu dört gruba ayrılırlar. Bu, insanların Allah ve kendileriyle ilgili olarak takındıkları tavırların odaklandığı taksimdir. Ayrıca Allah ve kendileriyle de bu şekilde gruplanırlar. Salt olan taksim ise, Allah ile Allah için amel etmektir. Kendisiyle kendisi için değil.

Demek istediğimiz şudur:

Allah için gruplanmalarına gelince, bunun en yüksek örneği Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ve ona tabi olanların halidir. Şöyle ki:

İnsanların elleriyle ve dilleriyle kendilerine yaptıkları eziyetlere karşı sabredecekler ve Allah yolunda cihad edecekler. Yani Allah için cezalandıracak, Allah için öfkelenecek ve Allah için intikam alacaklardır. Kendileri için değil. Birini cezalandırdıkları zaman bunu, Allah’ın bu kişinin cezalandırılmasını istemesinden dolayı yaparlar. Allah için ondan intikam alınması gerektiği için intikam alırlar. Kâfirlere karşı cihadda ve şeri hadlerin uygulanmasında olduğu gibi.

Bunun aksini yapanlarsa, bunlardan aşağı düzeydedirler. Çünkü bunlar, kendileri için kızar, kendileri için intikam alır ve kendileri için cezalandırırlar, Rableri için değil. Bunlardan birine eziyet edildiğinde veya hevasına karşı çıkıldığında öfkelenir, intikam alır ve cezalandırır. Ama Allah’ın koyduğu haramlar çiğnense veya Allah’ın hakkı ayaklar altına alınsa, bunları hiç ilgilendirmez. İşte bu, kâfirlerin ve münafıkların durumudur.

İlk iki ve son iki grup arasında yer alan iki grup daha var. Bu gruplardan biri, hem rableri, hem de kendileri için buğzederler. Diğeri ise, hem Allah’ın hakkı, hem kendi hakları hususunda affetmeye eğilimlidirler.

Örneğin Musa, buzağıya taptıkları için kavmine kızarken, onun kızgınlığı Allah içindi. Hz. Peygamber (s.a.v.), Allah’ın hukuku hususunda Ebu Bekir ve Ömer’i, İbrahim’e, İsa’ya, Nuh’a ve Musa’ya benzetmişti. Şöyle buyurmuştu:

“Allah, kendi yolunda bazı adamların kalplerini sütten daha yumuşak yapar. Bazı adamların kalplerini de, kendi yolunda taştan daha katı yapar. Ey Ebubekir! Sen bu hususta İbrahim’e ve İsa’ya benziyorsun. Ve sen ey Ömer! Bu hususta Nuh’a ve Musa’ya benziyorsun.” (Ahmed, 1/383 El-Heysemi, Mecmau’z Zevaid, 6/89, 90)

İnsanın kendi haklarına yönelik haksızlıkları affetmesi, en iyisidir, misillemede bulunması caiz olsa da. Aynı şekilde kendi nefsine öfkelenmesi ve onu terk etmesi de daha iyidir. Nefsine yönelik bir tacize misillemede bulunması caiz olsa da. Fakat, Allah’ın kaderi sonucu başa gelen ve hiç kimsenin bir kabahatı bulunmayan musibetlerde, sabredip kadere teslim olmaktan başka yol yoktur.

İşte Adem ve Musa kıssası bu kapsama girer. Musa, onu, kendi başına ve zürriyetine isabet eden musibetten dolayı kınamıştı. Adem ise, işlediği günahtan tevbe etmiş ve bağışlanmıştı. Musibet ise, takdir edilmişti. Neticede Adem, Musa’ya üstünlük sağlamıştı.

Aynı şekilde, bazı insanların başına, günahkâr olup sonra tevbe eden kimselerin bazı fiilleri sonucu bir takım musibetler gelebilir. Bir müslümanı öldürdükten sonra, müslüman olup tevbe eden bir kâfir örneğin. Ya da bid’at esaslı teviller yaparken, bu bid’atten dönen kimse gibi. Hata eden bir müctehid veya mukallit olması gibi. İşte bu gibi insanların, sonradan tevbe ettikleri bu fiillerinden dolayı, bir kulun başına bir şey gelirse, bu şeyler, semavi musibetler gibi değerlendirilir ve bundan dolayı failine kısas uygulanmaz.

Müslümanlar arasında çıkan fitne savaşları da bu kapsama girer.

Ez-Zehri der ki:

Müslümanlar arasında fitne baş gösterdi. O sırada birçok sahabi hayattaydı. Sahabeler şu noktada birleştiler:

“Kur’an’ın tevili sonucu bir cana, bir mala veya bir ırza bir şey isabet ederse, heder olmuştur. Kimseden bedeli talep edilmez.”

Aynı durum tevil sonucu isyan eden bağiylerle savaş için de geçerlidir. Çünkü Allah onlara karşı savaşmayı emretmiştir. Adalet ehli olanlar, onlarla savaştıklarında can ve mal kaybına uğrarlarsa, cumhur-u ulemaya göre bunu tazmin edemezler. Ebu Hanife ve Malik bu görüştedir. Şafii’nin bir açıklaması da bu yöndedir. Ahmed’in en bilinen yorumu da budur.

Aynı şekilde mürtedler de belli bir güce kavuşup müslümanlarla savaşırlarsa, müslümanları can ve mal kaybına uğratırlarsa, ridde savaşlarında sahabenin ittifak ettiği gibi, bunlar müslüman olduktan sonra, verdirdikleri kayıplar onlardan tazmin edilmez. Çünkü batıl da olsa bir tevil sonucu bu yola sapmışlardı. Nitekim peygamberimizin (s.a.v.) mütevatir düzeyindeki fiili uygulaması şöyleydi:

Kâfirler bazı müslümanları öldürüp mallarını telef ettikten sonra müslüman olduklarında, verdirdikleri can ve mal kaybı onlardan tazmin edilmezdi. Çünkü bu canların ve malların sahipleri Allah yolunda cihad ediyorlardı. Allah onların canlarını ve mallarını cennet karşılığında onlardan satın almıştı. Dolayısıyla uğradıkları kaybın karşılığını Allah verir, mü’minlerle savaşan o zalimler değil.

Kan ve mal için geçerli olan bu kural ırz için çok daha geçerlidir. Bir kimse Allah yolunda diliyle cihad ediyorsa, iyiliği emredip kötülüğü nehyediyorsa, dini açıklıyorsa, kitap ve sünnetin içerdiği emir ve yasakları ve hayırları tebliğ ediyorsa...

Buna karşı çıkan görüşleri ortaya koyuyorsa, kitap ve sünnete aykırı görüş beyan edenlere gerekli cevabı veriyorsa...

Bu cihadı esnasında bir başkasının elinden veya dilinden bir eziyet görürse, onun ecri Allah katındadır. Haksızlık eden kimseden, yaptığı haksızlığın bedeli talep edilmez. Hatta bu zalim tevbe edip karşı çıktığı hakkı kabul ederse, tevbesi, öncesindeki tüm günahlarını siler.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“İnkâr edenlere, vazgeçerlerse, geçmiş günahlarının bağışlanacağını söyle.” (Enfal, 38)

Yok eğer tevbe etmez, kitap ve sünnete karşı çıkmaya devam ederse, o, Allah ve Resulü’nün muhalifidir. İşlediği günahlar hakkındaki yetki de Allah ve Resulü’ne aittir. Mü’minlerin, Allah’ın hakkına tabi, O’nun hakkının kapsamında bir hakları olsa da. Mü’minler ceza verdiklerinde, Allah için verirler, Allah’ın sözü en yüce olsun, din, bütünüyle Allah’ın olsun diye verirler. Sırf kısas yapmak için değil.

Eğer kâfirler müslümanlara saldıracak olurlarsa, müslümanlar, onların saldırılarına denk olacak şekilde misillemede bulunabilirler. Fakat sabretmeleri daha iyidir. Ama misillemede bulunmaları cihad hükmünün tamamlanmasının bir gereğidir. Genel olarak zalimlere ve kâfirlere bedduada bulunmak meşrudur ve emredilmiştir. Mü’minler için kunut ve dua şer’i bir kuraldır. Kâfirlere beddua etmek de öyle.

Fakat, peygamberimizin (s.a.v.) falana ve falana beddua etmesi (Buhari, el-Mağazi, 21) gibi, ismen belirterek beddua etmeye gelince, bunun:

“Bu işte senin bir sorumluluğun yoktur.” (Al-i İmran, 128)

ayetiyle neshedildiği rivayet edilmiştir. Başka yerlerde konuyla ilgili detaylı bilgiler vermiştik. Mısır kalesinde yazdıklarımı buna örnek verebilirim. Çünkü adıyla sanıyla belli olan bir şahıstan Allah’ın razı mı olacağı, yoksa onu helâk mı edeceği bilinmez. Allah’ın tevbesini kabul ettiği biri olması her zaman ihtimal dahilindedir. Ama kâfirler ve zalimler cinsi açısından durum farklıdır. Çünkü, Allah’ın dininin üstünlüğü ve düşmanlarının zilleti ve ezilmesi yönünde beddua yapılırsa, bu, Allah’ın razı olduğu ve sevdiği bir şeydir. Çünkü Allah imanı ve iman ehlini sever. İman ehlinin üstünlüğünü ve kâfirlerin zilletini ister. Dolayısıyla kâfirlere beddua etmek, Allah’ın sevdiği bir şeydir. Fakat belli bir şahsa bedduada bulunmanın Allah tarafından istenen bir şey olduğu bilinmediği için, emredilen bir şey değildir. Bu, önce yapılmış, sonra nehyedilmiştir. Çünkü beddua edilen kişinin Allah tevbesini kabul edebilir de, ona azap da edebilir.