İlim edilgen midir, değil midir?

Bazı insanlar şöyle diyorlar:

İlim; edilgen bir sıfattır, malûm üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Bazı kelâmcı gruplar bu görüştedir. Kimine göre de, ilim, fiili, aktif bir sıfattır ve malûm üzerinde etkisi vardır. Kimi felsefeci ve kelâmcı gruplar da bu görüştedir.

Doğrusu, bizim vurguladığımız gibi, iki türlü bilginin varlığıdır.Yüce Allah’ın ilmi de öyle. Allah’ın kendini bilmesinin, malûmun varlığı üzerinde bir etkisi yoktur. Ama, dilemesi ve iradesiyle yarattığı mahlûkatla ilgili bilgisinin, malûmun varlığı üzerinde etkisi vardır. İlim ile ilgili olarak yaptığımız bu değerlendirme, kelâm ve yazma olguları için de geçerlidir. Çünkü yüce Allah bir şey yarattığı zaman, onu bilgisi, kudreti ve dilemesiyle yaratır. Bu yüzden yaratma bilmeyi gerektirir ve bilginin varlığının kanıtıdır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Yaratan bilmez mi? O, latiftir, her şeyden haberdardır.” (Mülk, 14)

Fakat bir şeyin olmasından önce onun olacağını haber verdiğinde, O’nun bu sıradaki bilmesinin ve haber vermesinin, malûmun varlığı üzerinde bir etkisi olmaz. Çünkü Allah, onu var olduktan sonra da bilir ve ondan haber verir. Bunu üç açıdan izah edebiliriz:

Birincisi:

Geleceği bilmek ve gelecekten haber vermek, geçmişi bilmek ve geçmişten haber vermek gibidir.

İkincisi:

Etkin olan bilme, yaratmayı gerektiren iradeyi gerektirir. Bu bilme, haber vermeyi gerektiren bilgi değildir. Yukarıda pratik (ameli) bilme ile ihbari bilme arasındaki farkı vurgulamıştık.

Üçüncüsü:

Diyelim ki, olacak bir şeyi bilme ve ondan haber vermenin, haber verilen malûmun varlığı üzerinde etkisi vardır; bu durumda, kudret ve dilemenin olmasının kaçınılmaz olacağı kuşkusuzdur. Çünkü kudret ve irade olmadan, salt bilme malûmun var olmasını gerektirmez. Bu da gösteriyor ki, bilme, haber verme ve yazma, bir şeyin olması hususunda gücü ve iradesi bulunan bir faile olan ihtiyacı ortadan kaldırmaz. Bunun en somut kanıtı şudur:

Yüce Allah, ileride kendisinin yapacağı şeyleri biliyor ve haber veriyor. Örneğin ileride kıyametin kopacağını biliyor ve bunu haber veriyor. Bununla beraber, Allah’ın bu bilmesinin ve haber vermesinin, Allah’ın kendisi için öngördüğü bir takım sebepler olmaksızın, bilinen ve haber verilen şeyin o anda olmasını gerektirmediğini biliyoruz.

Bu husus açıklığa kavuştuğuna göre,

“mutlu olması öngörülen mutsuz ve mutsuz olması öngörülen de mutlu olmaz mı?” diye soran kişinin bu sözü özü itibariyle doğrudur. Yani, Allah’ın mutlu olmasını takdir ettiği kimse, mutlu olur, fakat, Allah’ın mutlu olmasının vasıtası kıldığı amelleri yerine getirmesi şartıyla. Mutsuz da, ancak mutsuzluğun aracı kılınan fiilleri gerçekleştirmesiyle mutsuz olur. Mutsuzluğu gerektirici fiillerden biri de kadere bir mazeret olarak sarılıp vacip olan amelleri terk etmektir.

“Ameller kendileri için değil, mutluluğu elde etmek ve mutsuzluğu savmak için işlenirler. Oysa amellerin varlığı (kader bazında) bizden öncedir” sözüne gelince, buna şöyle bir karşılık verilir:

Önce (kader bazında) var olan şey, mutluluk ve mutsuzluğun kendisidir veya bilgi, kaza ve yazma olarak mutluluk ve mutsuzluğun takdir edilmesidir. Burası, birçok insanın yanıldığı, yanlışa düştüğü bir konudur. Çünkü bir şeyin bilgi ve takdir kapsamında sübût edişi ile varlık ve gerçeklik kapsamında sübût edişini birbirinden ayırmıyorlar.

Önce olan, bir şeyin bilinmesi, ondan haber verilmesi ve yazılmasıdır. Bununsa, bir şeyin zatı ve kaim olduğu sıfatlarına bir dahli söz konusu değildir.

Bu nedenle birçok insan, peygamber efendimizin (s.a.v.) Meysere tarafından sahih olarak rivayet edilen şu hadisini anlama hususunda yanılgıya düşüyor:

“Dedim ki: Ya Resulallah! Ne zaman peygamber oldun?- Bir rivayette:

Ne zaman peygamber olarak yazıldın?- Buyurdu ki:

Adem ruh ile beden arasındayken.” (Tirmizi, el-Menakib, 1; Ahmed, 4/66)

Bunlar sanıyorlar ki, Hz. Peygamberin (s.a.v.) zatı ve peygamberliği o sırada vardı. Bu cehaletin ta kendisidir. Çünkü Allah, onu kırk yaşının başında peygamber yaptı.

Nitekim yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor:

“Biz, sana bu Kur’an’ı vahyetmekle (...) Gerçek şu ki, sen bundan önce elbette bilmeyenlerden idin.” (Yusuf, 3)

“Şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?” (Duha, 7)[

Buhari ve Müslim’de belirtildiğine göre, melek ilk kez peygamberimize (s.a.v.) geldiğinde ona:

Oku! demiş, o da:

“Ben okuma bilmem” diye cevap vermiş ve bu diyalog üç defa tekrarlanmış. (Buhari, Bedu’l Vahy, 3; Müslim, İman, 252; Ahmed, 6/233)

Bir kimse Hz. Peygamberin (s.a.v.) kendisine vahiy indirilmeden önce peygamber olduğunu söylese, müslümanların ortak görüşüne göre, o kimse kâfirdir. Oysa hadisin anlamı şöyledir:

“Allah, Adem’in bedenini yarattıktan sonra ve ona ruh üflemesinden önce Hz. Muhammedin (s.a.v.) peygamberliğini açıkladı ve ilan etti.” Tıpkı her çocuğun bedenini yarattıktan sonra ve içine ruh üflemesinden önce, rızkını, ecelini, amelini, mutsuz veya mutlu olacağını yazdığını haber verdiği gibi. Ahmed ve başkalarının rivayet ettiği İrbab b. Sariye’nin peygamberimizden (s.a.v.) aktardığı şu hadis gibi: “Ben Allah’ın kuluyum ve peygamberlerin sonuncusuyum.” (Ahmed)

Bir rivayette şöyle buyurduğu belirtiliyor:

“Ben Allah’ın kuluyum. Son peygamber diye yazılanım. Ben son peygamber diye yazılırken Adem çamurunun içinde yoğuruluyordu. Bunun öncesini de size haber vereceğim: Babam İbrahim’in duası, İsa’nın müjdesi ve beni doğururken annemin gördüğü rüya. Annem rüyasında, kendisinden bir nur çıktığını ve bu nurun Şam’ın saraylarını aydınlattığını görmüştü.” (Ahmed, 4/127)

Cahil yazarların ve başkalarının birçoğu hadisi

“Adem daha su ile çamur arası bir şeyken ben peygamberdim.”

“Adem henüz ne suydu ne de çamurdu.” şeklinde rivayet ediyorlar.

Bunu, Adem henüz su ile çamur arası bir şeyken peygamberimizin (s.a.v.) bizzat var olduğu şeklinde anlıyorlar. Kaldı ki, su, çamurun alternatifi değil, bir parçasıdır.

Böyleyken, birisi:

“Daha önce (kader bazında) olan mutluluk ve mutsuzluğun kendisidir.” dese yalan söylemiş olur. Çünkü mutluluk, ancak mutlu olan kişinin varlığından sonra olur. Mutsuzluk da ancak mutsuz kişinin varlığından sonra olur. Aynı şekilde amel de, amel edenin varlığından sonra, rızık da rızıklananın varlığından sonra olur. Önceden olan şey, bunların kendileri değil, bunlara ilişkin bilgidir. Böyle olunca, amelin önce olması da tıpkı mutluluk ve mutsuzluğun önceden oluşu gibidir. Yani malûm ve mukadder olur. Ve bu ikisi de ondan sonra var olurlar. Dolayısıyla yüce Allah falan amelle mutlu olunacağını, falan amelle de mutsuz olunacağını bilir, takdir eder. Yine falan salih amelin mutluluğu celb edeceğini de bilir. Tıpkı diğer sebep ve sonuçları bildiği gibi. Şu adamın zehir yiyip öleceğini, şu adamın yemek yiyip doyacağını, su içip susuzluğunu gidereceğini bildiği gibi. Böylece soruyu soran kişinin:

“Amel için nefsi yormanın, lezzetlerden vazgeçmenin bir anlamı yok. Ezelde yazılanın gerçekleşmesi kaçınılmazdır.” şeklindeki sözlerinin yanlışlığı ortaya çıkıyor.

Çünkü ezelde yazılı olan, mutlu olan kişinin, kendisine kolaylaştırılan salih amelle mutlu olması ve mutsuz olanın, kendisi için kolaylaştırılan kötü amelle mutsuz olmasıdır. Yazılı olan bunlardan sadece biri değildir. Şu halde kula emredilen ve yorulmasına ve şehevi arzulardan kaçınmasına yol açan amelle kul, mutluluğa erişir. Takdir edilen ve yazılan şey, mutluluk ve kulun mutluluğa erişmesini sağlayan ameldir. Kul, kaderde yazılı olana güvenerek kendisine emredilen ameli terk ederse, bu davranışı, mutsuzluğa götüreceği yazılan ve takdir edilen şey olur. Bunu söyleyen kişinin bu sözü, şunu söylemeye benzer:

“Ben yemeyeceğim, içmeyeceğim. Eğer doyma ve kanma takdir edilmişse, gerçekleşir, değilse gerçekleşmez.” veya şöyle demeye benzer:

“Eşimle ilişkiye girmeyeceğim. Eğer Allah bir çocuğumun olmasını takdir etmişse olur.”

Aynı şekilde, kaderi göz önünde bulundurarak, bunlar özel makamlardır, diye dua etmeyi, Allah’tan yardım istemeyi ve Allah’a tevekkül etmeyi terk edenler de sapık cahillerdir. Bunun en açık kanıtı, Müslim’in Peygamberimiz’den (s.a.v.) rivayet ettiği şu hadistir:

“Güçlü mü’min zayıf mü’minden daha iyidir. Her ikisinde de hayır vardır. Sana yararlı olana karşı hırslı ol. Allah’tan yardım iste ve asla acizlik gösterme. Başına bir şey gelirse:

“Eğer şunu yapsaydım şöyle olurdu, deme; ama şöyle de:

Allah takdir etti ve dilediğini yaptı.” Çünkü “eğer” şeytanın amelinin anahtarıdır.” (Müslim, Kader, 34; İbnu Mace, Mukaddime, 10; Ahmed, 2/366)

Bu hadiste peygamberimiz (s.a.v.), bir müslümana, kendisi için faydalı olan şeye karşı hırslı olmasını ve Allah’tan yardım istemesini emrediyor, kadere güvenmek demek olan acizliği yasaklıyor. Sonra, başına bir şey gelmesi durumunda, kaçırdığı şeyden dolayı karamsar olmamasını, bilakis, kadere bakıp işi Allah’a b

ırakmasını emrediyor. Çünkü bu noktada bundan başkasına güç yetiremez. Nitekim bilge kişilerden biri şöyle demiş: İşler iki türlüdür. Bir kısmının çaresi var, bir kısmının da çaresi yoktur. Çaresi olan işlerde acizlik gösterilmez. Çaresi olmayan işlerden dolayı da feryad-u figan edilmez.

Sünen-i Ebu Davut

’ta rivayet edilir ki: İki adam Resulullah’a (s.a.v.) gelerek birbirlerinden davacı oldular. Resulullah (s.a.v.) bunlardan birinin aleyhine hüküm verdi. Aleyhine hüküm verilen kişi dedi ki:

“Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.” Bunun üzerine peygamberimiz (s.a.v.) ona şu karşılığı verdi: “Allah, beceriksiz olmasından dolayı kişi kınar. Ama sen becerikli ol. Eğer bir işin üstesinden gelemezsen, o zaman: ‘Allah bana yeter, O, ne güzel vekildir’ de.” (Ebu Davud, el-Akdiye, 28)

Diğer bir hadiste şöyle buyuruluyor:

“Becerikli kimse, nefsine hakim olup ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Beceriksiz ise, nefsinin hevasına tabi olup Allah hakkında asılsız kuruntular besleyen kimseye denir.” Bu hadisi İbni Mace ve Tirmizi rivayet etmiş, Tirmizi: “Hasen bir hadistir, demiştir.” (Tirmizi, Sıfat-ul Kıyame, 25;, İbni Mace, ez-Zühd, 31; Ahmed, 4/124)

Şeddad b. Evs’den şöyle rivayet edilir:

“Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki:

Becerikli, nefsine hakim olup ölümden sonrası için çalışana, beceriksiz ise; nefsinin hevasına uyarak Allah hakkında temennilerde bulunana denir.” (Tirmizi, Sıfat-ul Kıyame, 25;, İbni Mace, ez-Zühd, 31; Ahmed, 4/124)

Bazıları hadiste geçen “Aciz” kelimesinin orijinalini yanlışlıkla “facir” (Arapça’da iki kelimenin yazılışı arasında benzerlik var) şeklinde yazıyorlar. Oysa hadiste el-Keyyis’in (becerikli) karşıtı el-Aciz (beceriksiz) geçiyor.

Nitekim bir başka hadiste de bu iki kelime birbirinin karşıtı olarak yer alıyorlar:

“Her şey kadere bağlıdır, beceriksizlik ve beceriklilik bile.” (Müslim, Kader, 18; Ahmed, 2/110; Muvatta, Kader, 4)

Bu noktada birçok insanın aklına şu soru geliyor:

Önceden yazılan şey, kaçınılmaz olarak gerçekleşiyorsa, kul gerekli olan ameli yapmazsa, yazılan şey değişir mi? Özellikle bu soru öldürülen (maktul) kimselerle ilgili olarak gündeme gelir:

“Eğer öldürülmeseydi, normal bir şekilde mi ölecekti.” diye.

Buna karşılık olarak şöyle denir:

Bir adam, hiçbir salih amel işlemese mutlu olmaz. Hiçbir kötü amel de işlemese mutsuz olmaz. Bu tıpkı şöyle demeye benzer:

Allah, olanı ve olacağı bilir. Olmayan da, şayet olsaydı, nasıl olurdu? Bu, olmayanın, olması durumunda nasıl olacağını bilmenin ve ondan haber vermenin kapsamına girer. Tıpkı aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi:

“Eğer o ikisinde (gökte ve yerde) Allah’tan başka ilahlar olsaydı, bozulur giderlerdi.” (Enbiya, 22)

“Eğer geri gönderilseler yine kendilerine yasak edilen şeylere döneceklerdir.” (En’am, 28)

“Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka katkıları olmazdı.” (Tevbe, 47)

“Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara işittirirdi. Fakat işittirseydi bile...” (Enfal, 23)

Bunun gibi daha birçok ayeti örnek göstermek mümkündür. Nitekim bir rivayette, kul, kabre konulup biri cennete, diğeri cehenneme açılan iki kapı açıldıktan sonra ona:

“Bu senin yerindir. Eğer şunu şunu yapsaydın, Allah sana diğer menzili verirdi.” denileceği belirtiliyor.

Yine şöyle bir cevap da verilebilir: Eğer şu maktulü, falanca kişi öldürmeseydi, ölmezdi. Bilakis, başka bir sebep takdir edilip onunla ölünceye kadar yaşardı. Yalnız bu cümlede, bilinen ve takdir edilen vakıaya aykırılık kesin bir şekilde ortadadır. Şu halde imkânsızla ilgili bir takdir de imkânsız bir hükmü gerektirir ki, bunun da herhangi bir sakıncası yoktur.

Bu meselenin bir benzeri de Bedir savaşında yaşanmıştır. Peygamberimiz (s.a.v.) Bedir günü harekete geçiyor ve ashabına, müşriklerin devrilecekleri yerleri göstererek:

“Falan kişi buraya, falanca kişi şuraya yıkılacak...diyor. Sonra karargahına giriyor ve hararetle dua ediyor. Diyor ki: Allah’ım! Bana vaadettiğin zaferi gerçekleştir.” (Müslim, Cihad, 51; Tirmizi, Tefsir, 8. sure, 2; Ahmed, 1/30, 32)

Peygamberimizin (s.a.v.) böyle davranmasının nedeni şuydu: Allah’ın kendisine zafer vereceğini bilmesi, zaferin gerçekleş-mesini sağlayacak sebepleri işletmesine engel değildi. Bu sebep de Allah’tan yardım dilemekti.

Bu noktada da bazı insanlar yanılıyorlar ve sanıyorlar ki, içeriğinin gerçekleşeceği bilinen dua, tıpkı Bakara suresinin sonundaki dua gibi, salt ibadet maksadıyla gerçekleştirilir.

Nitekim bazıları şöyle demişler:

“Dua, salt bir ibadetten başka bir şey değildir. Çünkü kişi dua etse de, etmese de takdir edilen neyse, o olur.”

Buna şöyle cevap verebiliriz:

Allah duayı, takdir edilen matluba kavuşmanın sebebi kılmışsa, bu matlub dua olmadan nasıl gerçekleşir? Bu da daha önce aktardığımız şu söze benziyor:

Amel etmekten vazgeçip, kaderde yazılanlara güvenip dayansak olmaz m?!

Meseleyi biraz daha açacak olursak:

Allah, mahlûkatı yaratacağını, onları rızıklandıracağını, onların canlarını alıp sonra dirilteceğini biliyordu ve bunu yazmıştır. Bilmenin ve yazmanın daha önce olmasından hareketle varlık alemindeki varlıkların Allah’ın yaratmasından, kudretinden ve dilemesinden müstağni oldukları düşünülebilir mi? İşte Allah’ın, olacağını bildiği kulların fiilleri de böyledir. Yani, insanların bu fillerle mutlu ve mutsuz olacaklarını bilmesi. Tıpkı bir adamın zehir içmesi sonucu hastalanacağını veya öleceğini yahut kendisini yaralayacağını bilmesi gibi.

Bu söylediklerimiz selef kuşağının ve selef imamlarının görüşüdür. Fıkıh, hadis, tasavvuf ve kelâm gruplarının büyük çoğunluğu da bu görüştedir. Sadece Kaderiyeciler aykırı bir tutum içinde olmuşlardır. Bunlar, bilmenin daha önce var olmasının emir ve yasağı engellediğini sanmışlardır. Neticede bunlar da iki gruba ayrılmışlar:

Bir grup, emir, nehiy, sevap ve cezanın varlığını kabul edip, bundan önce takdirin, kazanın ve yazının bulunmasını inkâr etmişler. Bunlar sahabe devrinin sonlarında ortaya çıktılar. Sahabeler onların görüşlerini duyduklarında, onlardan beri olduklarını duyurdular. Nitekim onlar da sahabelerle bağlarını kestiler. Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Cabir b. Abdullah ve Vasile b. Eska’ gibileri onların tezlerini çürütmüşler. Ayrıca Malik, Şafii ve Ahmed gibi imamlar, Allah’ın kadim ilmini inkâr eden bu adamları açıkça tekfir etmişler.

İkinci grup ise, Allah’ın ezeli ilmini ve yazısını kabul ediyorlar, fakat, bunun emir ve yasaklara, amel etmeye gerek bırakmadığını sanıyorlar. Onlara göre, Allah olacak her şeyi ezelde bilip yazdığına göre amel etmeye gerek yoktur. Bilakis, kimin hakkında mutlu olacağına hüküm verilmişse, o cennete girer. Hem de hiç amel işlemeksizin. Kimin de mutsuz olacağına hükmedilmişse, o da hiç amel etmeksizin mutsuz olur. Bunlar, sistematik bir düşünceleri olan gruplardan değildirler. Sadece cahil halkın ekseriyeti böyle söylemektedir. Bunlar öncekilerden daha koyu kâfir ve daha sapıktırlar. Bu sözlerinin anlamı, emir, yasak, helâl, haram, vaad ve tehdit olgularının geçersiz kılınmasıdır. Aslında bunlar Yahudi ve Hıristiyanlardan kat be kat daha koyu kâfirdirler. Zaten soruyu soran kişi de bunların sözlerini kastediyor. Kadericiyelerin Sınıfları