Yapabilirlik türleri

Buna göre iki yapabilirlik vardır.

1 - Biri fiilden önce var olan ve iki karşıt duruma da elverişli olan yapabilirlik.

2 - Diğeri de fiille eş zamanlı olan ve ancak fiille beraber var olan yapabilirlik.

Önceki yapabilirlik, kendisini olabilir kılan fiili doğrularken, diğeri kendisini gerçekleşmiş kılan fiili gerektirir.

Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:

“Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.” (Al-i İmran, 97)

Eğer bu yapabilirlik, ancak fiille beraber olabilseydi, hac, ancak hac görevini fiilen yapmakta olan kimseye farz olurdu. Hac görevini yapmayan bir kimse de günahkâr olmazdı. Hac için ihrama girilmeden önce de hiç kimseye hac farz olmazdı. Daha doğrusu haccı tamamlamadan önce kimseye hac farz olmuş olmazdı.

Bir ayette şöyle buyuruluyor:

“O halde gücünüz yettiğince Allah’tan korkun.” (Tegabun, 16)

Burada, gücün yettiği oranda takva emrediliyor. Eğer fiille eş zamanlı yapabilirlik kast edilmiş olsaydı, hiç kimseye takva duygusuna sahip olması gerekli olmazdı. Ancak yaptığı bir şey bağlamında vacip olabilirdi. Çünkü söz konusu yapabilirliğin eşlik ettiği şey bu fiil olurdu.

Diğer bir ayette şöyle buyuruluyor:

“Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar.” (Bakara, 286)

Ayetin orijinalinde geçen “el-Vis’u”, kapasite demektir. Kişinin kapsadığı ve takat getirdiği şeye denir. Bununla ilintili olarak eğer, fiille eş zamanlı yapabilirlik kast edilmiş olsaydı, herkes ancak, yaptığı fiille mükellef olurdu. Yapmadığı vaciplerden sorumlu olmazdı.

Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:

“Buna imkân bulamayan kimse, hanımıyla temas etmeden önce ardarda iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur.” (Mücadele, 4)

Burada, fiilden önceki yapabilirliğin kast edildiği açıktır. Aksi taktirde şöyle bir anlam ortaya çıkardı:

Oruç tutmayan kimse, altmış yoksulu doyurur...

Dolayısıyla oruç tutmayan herkesin yoksul doyurması caiz olurdu ve fiilen oruç tutmadan da hiç kimseye oruç farz olmazdı.

Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadiste şöyle buyurmuştur:

“Size bir şey emrettiğim zaman, onu gücünüz yettiğince yerine getirin.” (Buhari, 2788, Müslim, Fedail, 130)

Eğer burada peygamberimizin (s.a.v.) maksadı, sadece fiille eş zamanlı yapabilirlik olsaydı, bu taktirde şöyle bir anlam kast edilmiş olurdu:

Size emrettiğimden yaptıklarınızı yerine getirin. Böylece insanlara ancak yaptıkları şeyler emredilmiş olurdu. Ayrıca peygamberimiz (s.a.v.) İmran b. Husayn’a şöyle demiştir:

“Ayakta namaz kıl. Eğer buna gücün yetmiyorsa oturarak kıl. Şayet buna da gücün yetmiyorsa, o zaman yanın üzerine yatarak kıl.” (Buhari, Taksiru-Salat, 19)

Eğer peygamberimizin (s.a.v.) maksadı,fiille eş zamanlı yapabilirlik olsaydı,anlamı şöyle olurdu: Eğer yapmazsan,serbestsin..

Buna daha birçok örnek vermek mümkündür. Çünkü kitap ve sünnette vacipliği yapabilirlikle, vacip olmayışı da yapabilirliğin olmayışıyla ilintilendirilen bütün meseleler kesinlikle fiille eş zamanlı yapabilirlik anlamında kullanılmamışlardır. Aksi taktirde Allah, vacipleri ancak yapanlara vacip kılmış olurdu. Dolayısıyla bu vacipler yapmayanlardan da sakıt olurdu. Hiç kimse bir vacibi terk etmekten dolayı da günah işlemiş olmazdı.

Amelle eş zamanlı olan ve ameli gerektiren yapabilirliğe gelince, buna şu ayetlerde değiniliyor:

“Onlar ne kulak verebiliyorlar ne de görebiliyorlardı.” (Hud, 20)

“Gözleri beni görmeye kapalı bulunan, kulak vermeye de tahammül edemez olanlar...” (Kehf, 101)

İşte bu ayetlerde değinilen yapabilirlik, fiille eş zamanlı ve fiili gerektirici yapabilirliktir. Çünkü diğer yapabilirlik açısından yükümlülük bir zorunluluktur.

Buna göre, birincisi, şer’i yapabilirliktir ve onun alanı emir ve yasaklar, sevap ve cezalardır. Burası fıkıhçıların alanına girer. İnsanların geleneği de genelde buna dayanır.

İkincisi: Kevni yapabilirliktir. Onun alanı da kaza ve kaderdir. Fiilin varlığı bununla gerçekleşir. Dolayısıyla birincisi, şer’i emirleri içeren sözlerle, ikincisi ise kevni yaratılışları içeren sözlerle ilgilidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti.” (Tahrim, 12)

İnsanlar, kulun, hak tarafından bilinene ve irade edilene aykırı hareket edip edemeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Doğrusu şudur:

Kul, fiilden önce var olan şer’i dediğimiz ilk yapabilirlikle kadir olabilir. Çünkü yüce Allah, bilinenin ve irade edilenin aksine de kadirdir. Yoksa Allah, ancak yaptığı şeye kadir olabilirdi. Ama kul, fiille eş zamanlı yapabilirlik anlamında buna kadir değildir. Çünkü bu anlamda ancak Allah’ın, olacağını bildiği ve olmasını irade ettiği şey olabilir. Bu alanda Allah’ın dilediği olur, dilemediği de olmaz. Havarilerin şu sözü de buna bir örnek oluşturmaktadır:

“Rabbin bize gökten, donatılmış bir sofra indirebilir mi?” (Maide, 112)

Onlar bunu söylerken Allah’ın kudretini anlamak istemişlerdi. Nitekim Yunus da kendisine güç yetirilemeyeceğini sanmıştı. Nitekim:

Şunu yapabilir misin? dediğimizde bu, şunu yapar mısın? demektir. İnsanların günlük konuşmalarında bunun örnekleri çoktur.

Kaderiyeciler, ilk yapabilirliğin, fiilin meydana gelmesi için yeterli olduğuna inandıkları ve kulun dilemesinin fiili meydana getirdiğini düşündükleri için, onun, fiil esnasında Allah’tan müstağni olduğunu ileri sürdüler.

Cebriyeciler de, ikinci yapabilirliğin fiili gerektirdiğine inandıkları ve bunun da insandan başkasından kaynaklandığını gördükleri için, insanın fiili işlemeye dışarıdan mecbur bırakıldığını söylediler. Aslında her iki çıkarsama da yanlış ve çirkindir. Çünkü kulun bir dilemesi var ve bu dileme Allah’ın dilemesine tabidir.

Nitekim yüce Allah birçok ayette ona değinmiştir:

“Dileyen ondan öğüt alır. Bununla beraber, Allah dilemeksizin onlar öğüt alamazlar.” (Müddessir, 55-56)

“Artık dileyen rabbine bir yol tutar. Sizler ancak rabbinizin dilemesi sayesinde dileyebilirsiniz.” (İnsan, 29-30)

“Sizden doğru yolda gitmek isteyenler için bir öğüttür. Alemlerin rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (Tekvir, 28/29)

Allah kulu, irade eden (mürid) seçen (muhtar) ve dileyen kıldığına göre, irade eden olduğu halde, onun, mecbur ve zorlama altında olduğunu söylemek mümkün değildir. Ama bunun yanında, dilemesini kendisinin meydana getirmiş olması da imkânsızdır. Eğer, o seçmeye mecburdur, dilemek zorundadır, denilirse, bu, bir benzeri olmayan, anlamsız bir görüş olur. Bu cebir kavramından da çıkmaz. Çünkü buna ancak Allah güç yetirebilir.

Bu nedenle Kaderiye ve Cebriye birbiriyle çelişen, birbirini nakzeden iki görüş benimsemişlerdir. Bu iki grubun her biri olumladıkları hususlarda isabet etmişken, olumsuzladıkları hususlar da yanılmışlardır.

Örneğin, Ebu’l Hasan el-Basri ve onunla aynı görüşü paylaşan Kaderiyeciler şunu ileri sürmüşlerdir:

Kulun, fiillerini ve tasarruflarını gerçekleştireceğine dair bilgi, zorunlu bir bilgidir. Bazı safsatacılar bunu inkâr etseler de.

İbni Hatib ve benzeri Cebriyeciler de şunu ileri sürmüşlerdir:

Kulun yapmasının yapmamasına tercih edilmesinin kulun dışındaki bir tercih ediciye dayandığını bilmek zorunludur. Çünkü olması ve olmaması eşit düzeyde mümkün olan bir şeyin bir tarafının tercih edilmesi, ancak bir tercih edicinin bulunmasıyla mümkündür. Aslında bu iki görüş de doğrudur. Ancak, bunlardan birinin diğerini olumsuzladığı iddiası doğru değildir. Çünkü kul, fiillerini meydana getiricisi ve kazananıdır. Bu meydana getirmenin, bir meydana getiriciye ihtiyacı vardır. Dolayısıyla kul, daha önce öyle değilken, meydana getirmeyi gerçekleştirdikten sonra faildir, yapandır, meydana getirendir. Ama kulun da bir faili olmalıdır.

Nitekim yüce Allah:

“Sizden doğru yola gitmek isteyenler için.” buyururken, buna işaret etmiştir. Kul, doğru yola gitmeyi istediği zaman, doğru yola giden, müstakim olur. Ama ardından da şöyle buyurmuştur:

“Alemlerin rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.”

Şu halde zorunlu olarak bilinen şeyler, işitsel ve akli kanıtların delalet ettiği şeyler, haktır. Bu yüzden, Allah’tan başka değiştiren ve kudret sahibi kimse yoktur. Kul, zatı, sıfatları ve fiilleri itibariyle zat olarak Allah’a muhtaçtır. Bununla beraber kulun bir zatı, sıfatları ve fiilleri vardır. Dolayısıyla kulun fiillerini olumsuzlamak, tıpkı sıfatlarını ve zatını olumsuzlamak gibi hakkın inkâr edilmesi anlamına gelir. Tıpkı kulun zatını, sıfatlarını ve fiillerini olumsuzlamanın hak olduğunu söyleyen sufilerin aşırılığına benzer bir aşırılıktır. Ya da kulun sahip olduğu bir şeyi Allah’tan müstağni görmek ya da Allah’tan ayrı ve bağımsız olarak meydana geldiğini düşünmek

“Ben sizin yüce rabbinizim” (Naziat, 24) diyen ve kendisini yarattığını iddia eden Firavunun aşırılığına denk bir aşırılıktır.

Hak olanı ehl-i sünnet ve’l cemaatin izlediği tutumdur.

Fakat, gerektirme yöntemine dayalı olarak bunların birbirleriyle çeliştiğini söyleyerek, birini olumlamanın diğerinin olumsuzlanmasını gerektirdiğini söylemek, hak değildir. Bunun nedeni de şudur:

Akıl açısından bilinen ve kanıtlanan şeylerin ötesinde bu özellikte olmayan şeyler de vardır. İşte bu fazladan olan şey, bilinen ve kanıtlanan şeyin zıddıdır.