MEŞİYET MESELESİ

Şeyhu’l-islâm -Allah rahmet etsin- şöyle dedi:

Güvendiğim arkadaşlarımızdan biri söyledi. Şeyhimiz Ebu Abdullah Muhammed b. Abdulvahhab, şeyhlerimizden Ebu Zekeriya b. Es-Sarmiye hasta ziyaretinde bulunurken, yanındaki cemaat es-Sarmi’den dua etmesini istemiş.

O da duasında şöyle demiş:

Allahım! Göklere ve yere, isteyerek veya istemeyerek gelin, demeye güç yetirdiğin ve onların da: isteyerek geldik, demelerini sağladığın kudretin hakkı için, şunu şunu yap.

Ebu Abdulvahhab der ki:

İnsanların yanında, bu konuda onunla tartışmak istemedim. İkimiz yalnız kalınca dedim ki:

Böyle söylenmez. Yaratmana güç yetirdiğin kudretin, deseydin bu caiz olurdu. Fakat, söylemeye güç yetirdiğin kudretin....demek caiz değildir. Çünkü bu, Allah’ın sözünün, Allah açısından güç yetirilen ve mahlûk olmasını gerektirir....

Olayı anlatan kişi (kendisi Şafii’nin mezhebinin faziletli simalar

ından biridir) dedi ki:

Bu olay imam Ebu Zekeriya en-Nevaviye anlatıldığında, önce bu duanın neden olumsuz karşılandığını anlamadı. Sonra mesele açıklanınca anladı.

Bunun üzerine ben de dedim ki:

Bu mesele, meşiyet meselesine benziyor. Diyoruz ki: Dilediği zaman konuşur. Çünkü meşiyetin taalluk ettiği bir şeye kudret de taalluk eder. Allah

’ın dilediği olur ve bir şey de ancak Allah’ın kudretiyle olabilir. Varlık olarak Allah’ın kudretinin taalluk ettiği bir şeye meşiyeti de taalluk etmiştir. Çünkü O’nun kudreti ve meşiyeti olmadan hiçbir şey olmaz. Bir şeye kudretin taalluk etmesi caiz ise, meşiyetin taalluk etmesi de caizdir. Bunun aksi de doğrudur. Kudretin taalluk etmesi caiz olmayan bir şeye de meşiyet de taalluk etmez. Bu yüzden “Allah her şeye kadirdir.” (Bakara, 20) denilmiştir.

Şey kelimesi, aslında Şae / yeşau / şey’en fiilinin masdarıdır. (Nale / yenalu / neylen fiiliyle aynı kalıptandır.) Daha sonra masdar olan şey kelimesi mef’ul yerine konulmuş ve istenene de şey denilir olmuştur. Tıpkı nail olunana meyl denilmesi gibi. Nitekim Araplar:

Neylu’l maden =madenden elde edilen, nail olunan, derler. Ve tıpkı güç yetirilene de kudret denilmesi, mahlûka (yaratılmışa) halk denilmesi gibi. Dolayısıyla:

“Her şeye kadirdir” ifadesi, dilediklerinin tümüne kadirdir, demektir. Bundan dolayı, bazı şeyler istenmiş ve olmuşlardır. Bazı şeyler de istenmedikleri halde şey olarak isimlendirilirler. Çünkü zihinde, bilgi kapsamında istenmeye elverişli olmak anlamında şey sayılırlar. Dolayısıyla “Her şeye ...” ifadesi, objeler dünyasında ve zihin içinde şey olan şeyleri kapsar veya sadece zihin içinde olan şeyleri kapsar. Ancak, meşiyetin kapsamına girmesi caiz olmayan şeyleri kapsamaz. Yüce Allah ve sıfatları gibi. Ya da özü itibariyle imkânsız olan şeyleri de kapsamaz. Çünkü bu gibi şeyler ifadenin genelliğinin içine girmezler. Bu yüzden, özü itibariyle imkânsız olan bir şeyin şey olmadığı hususunda ittifak vardır. Ancak mümkün nitelikli olup yok olan şeyin şey olup olmadığı hususunda ihtilaf vardır.

Mutezileden ve rafızilerden oluşan bazı kelâm grupları ile bunlarla aynı görüşü paylaşan bazı sapık sufiler, irade ve kudret sıfatları taalluk ettiği için bunun da objeler dünyasında şey olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu ise, yanlış bir çıkarsamadır. Oysa bu, mevcut olabilen bir şeyse, Allah tarafından bilinen ve irade edilendir. Ama özünde ölüm, varlık ve hakikat gibi bir şey yoktur. Bilakis, varlığı, sübutu ve hasıl oluşu aynı şeydir. Objeler dünyasındaki mahiyeti ve hakikatı ise varlığının kendisidir. Hasıl oluşu ve sübutu objeler dünyasında iki ayrı şey değildir. Akıl, mutlak mahiyeti mutlak varlıktan ayırsa da.

Bu, bilindikten sonra, bu meselenin Allah’ın kelâmı ve buna benzer sıfatlarıyla ilgili bir mesele olduğu belirginlik kazanır. Bu noktada şu soru gündeme gelir:

Acaba kelâm (ya da buna benzer diğer bir sıfat), kadim ve zattan ayrılmaz mıdır? Fiili, dilemesi ve kudretiyle bir şekilde ilintili değil midir? Ya da şöyle mi demek gerekir:

Allah dilediği zaman konuşur, dilediği zaman susar ve bununla beraber kelâm Allah’ın fiili sıfatıdır? Bizim arkadaşlarımızın ve ehl-i sünnetin diğer gruplarının bu konuyla ilgili iki ayrı görüşü vardır. Ben diyorum ki:

Şeyh Ebu Zekeriyanın yaptığı bu dua, imam Ahmed’den rivayet edilmiş ve şeyh de ondan ezberlemiştir. Bununla beraber doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir. Çünkü şeyh, Ahmedi ve onun eserlerini çok severdi. İmam Ahmed’in menkibelerini ve onunla ilgili haberleri sıkça zikrederdi. Nitekim imam Ahmed’in menkibeleri kapsamında Bu duadan da söz edilmiştir. Hafız Beyhaki “Menakibu Ahmed” kapsamında bunu rivayet etmiştir. Dolayısıyla bu duayı Şeyh Ebu Zekeriya, Hafız Abdulkadir er-Ruhaviden özetleyerek rivayet etmiştir. Ondan da özet şekilde dinlemişlerdir.

Beyhaki der ki: Abdullah el-Hafız özetleyerek bana anlattı ki:

Bana Ebu Bekir Muhammed b. İsmail b. Abbas anlattı. Ona da Ebu Muhammed Abdullah b. İshak b. İbrahim el-Beğavi anlatmış, o da Ebu Cafer Muhammed b. Yakup es-Saffar’dan duymuş ki:

Ahmed b. Hanbel’in yanındaydık. Dedik ki:

Bize dua et. O da şöyle dedi:

“Allahım! Bizim seni sevdiğimizden daha çok sevilmeye layık olduğunu bildiğimizi biliyorsun. Bizim, senin sevdiğin şekilde olmamızı sağla.”

Sonra imamın yanında bir saat kadar oturdum. O sırada denildi ki:

Ey Ebu Abdullah! Biraz daha dua et. Dedi ki:

Allahım! Göklere ve yere, isteyerek veya istemeyerek gelin, demeye güç yetirdiğin ve onların da: isteyerek geldik, demelerini sağladığın kudretin hakkı için, bizi razı olduğun şeyleri yapmaya muvaffak kıl.

Allahım! Fakirlikten ancak sana sığınırız. Sırf senin için, zilletten sana sığınırız.

Allahım! Bize, azmamıza sebep olacak kadar çok verme.

Seni unutmamıza sebep olacak kadar da az verme.

Bize rahmetini bahşet. Rızkından geniş olarak ver. Dünyanda bize yetsin ve lutfundan bizi başkasına muhtaç bırakmasın...

Ben diyorum ki:

Yukarıdaki anlamıyla bu dua, istediği zaman konuşur, sözüne uygundur. Böylece kelâm sıfatını kudret ve meşiyet sıfatlarıyla ilintilendirmiş oluyor. Yoksa, burada, söyleme, gerçek bir söz olmaksızın hızla var etmeden ibaret olarak algılanacak olursa, bu, Ahmed’in, bu konuyla ilgili olarak Cehmiye’ye karşı yazdığı kitapta zikrettiği kanıtlara aykırı olacaktı. Çünkü Ahmed adı geçen kitapta, kelâmın, dil ve diğer araçlara bağlı olmadığını kanıtlamaktadır.