Çünkü olması, Sonradan olmasını (hadis oluşunu) gerektirir ki, bu söz terkedilmiştir. sözüne cevap

Ya da “Allah...oldu...” demek. Çünkü olması, sonradan olmasını (hadis oluşunu) gerektirir ki, bu söz terkedilmiştir, sözüne gelince:

Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir, ama bana öyle geliyor ki, şunu demek istiyor:

Eğer, Allah bunları takdir etmiş ve bunları biliyor idiyse, bu, onların meydana gelmelerinden sonra bilginin meydana gelmesinin ardından Allah’ın bunların bilmesini ve takdir etmesini gerektirir. Bu ise, rabbin, kulların fiillerini, onlar işlemedikçe, bilmemesini ve takdir etmemesini gerektirir. Bu ise, reddedilmiş ve batıl bir sözdür. Sahabeler, onlara güzellikle uyan tabiiler ve diğer müslüman alimler böyle bir sözün batıl olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Daha doğrusu bunu söyleyeni tekfir etmişlerdir. Akli kanıtların yanı sıra, kitap ve sünnet de bunun yanlış olduğunu ortaya koymaktadır.

Çünkü yüce Allah, kulların fiillerinden bazılarını, henüz gerçekleşmeden haber vermiştir. Hatta bunları meleklerden ve başka kullarından dilediği kimselere önceden bildirmiştir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Hatırla ki rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.” (Bakara, 30)

Bu ayetten anlaşılıyor ki, melekler, daha insanlar yaratılmadan önce, onların yeryüzünde fesat çıkaracaklarına ve kan dökeceklerine hükmetmişlerdir. Üstelik, Allah’ın bildirdiğinin, öğrettiğinin dışında bir bilgileri olmadığı halde.

Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:

“Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bir bilgimiz yoktur.” (Bakara, 32)

Meleklerin bu değerlendirmesinden sonra yüce Allah onlara şu karşılığı veriyor:

“Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim.” (Bakara, 30)

Bu ifade ise, daha sonra, Adem’in, İblis’in ve ikisinin soyu arasında yaşanacak olaylara ve buna dayalı olarak gerçekleşecek gelişmelere işaret etmektedir.

Bu ayet gösteriyor ki, yüce Allah, Adem

’in cennetten çıkacağını biliyordu. Çünkü cennetten çıkmayacak olsaydı, yeryüzünde halife olması gerçekleşemezdi.

Nitekim Allah ona cennete yerleşmesini ve yasak ağacın meyvesinden yememesini emretmişti.

“Biz: Ey Adem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik.” (Bakara, 35)

“Bunun üzerine: Ey Adem! Dedik, bu, hem senin için hem de eşin için büyük bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra yorulur, sıkıntı çekersin! Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır, ne de çıplak kalmak. Yine burada sen, susuzluk çekmeyecek, sıcaktan da bunalmayacaksın.” (Taha, 117-119)

Burada yüce Allah, Adem’i, şeytanın kendilerini cennetten çıkarmasından sakındırıyor. Bu, İblis’e itaat etmeye yönelik bir yasaklamadır ki, cennetten çıkışın sebebi de bu itaattir. Ama yüce Allah bundan önce Adem’in cennetten çıkacağını ve çıkışının sebebinin İblis’e itaat etmesi ve yasak ağacın meyvesinden yemesi olacağını biliyordu. Çünkü bundan önce:

“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara, 30) demişti.

Bu yüzden selef ulemasından bazıları şöyle demişlerdir:

Allah, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demekle, Adem’in cennete girmesinden önce oradan çıkışını takdir etmişti. Ve bu olaydan sonra da şöyle buyurmuştur:

“Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik.” (Bakara, 36)

“Allah: Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır, buyurdu. Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve orada diriltilip çıkarılacaksınız, dedi.” (A’raf, 24-25)

Bu ayetlerde, yüce Allah, ileride onlar arasında meydana gelecek düşmanlık ve benzeri olgulardan haber veriyor.

“Gerçekten haklarında rabbinin sözü sabit olanlar, kendilerine bütün mucizeler gelmiş olsa bile, inanmayacaklardır.” (Yunus, 96-97)

“Gerçek şu ki, kâfir olanları korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler.” (Bakara, 6)

Burada da gelecekten haber veriliyor. Onların iman etmeyecekleri belirtiliyor.

“Mutlaka sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım.” (Sad, 85)

“Fakat: cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım, diye benden kesin söz çıkmıştır.” (Secde, 13)

Burada da yüce Allah gelecekte olacak bir hususla ilgili olarak yemin etmektedir. Allah yeminine sadıktır. Doğruluğu, yemin ettiği şeyi bilmesinin bir gereğidir. Bu da O’nun buna kadir olduğunu gösterir.

Bu, aynı zamanda Allah’ın, kulların fiillerinin yaratıcısı olduğunu da gösterir. Eğer kulların fiilleri Allah tarafından takdir edilmemiş olsaydı, cehennemi doldurması mümkün olmazdı. Bilakis, bu iş kullara kalırdı; isterlerse O’na isyan eder, cehennemi doldururlardı, isterlerse O’na itaat eder, cehennemi doldurmazlardı.

Fakat şöyle denebilir:

Allah onların isyan edeceklerini biliyordu. Bu yüzden, onları bu şekilde cezalandırmaya yemin etmiştir. Böyle bir değerlendirmeye şöyle cevap verilir:

O’nun, olmadan önce geleceğe ilişkin ilmi, bu şeyi yaratmasını gerektirir. Çünkü Allah, ilmini melek ve insan gibi başka varlıklardan edinmez. Bilakis, O’nun ilmi zatının gereklerindendir. Eğer kulların fiilleri Allah’ın yapabilirliğinin ve iradesinin dışında olsaydı, Allah’ın yarattığı şeyler gibi onları da bilmesi gerekmezdi. Bu konuda yerinde geniş ölçüde ele alınmıştır.

Yüce Allah bir ayette münafıklar hakkında şöyle buyuruyor:

“Eğer içinizde onlar da savaşa çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı.” (Tevbe, 47)

Burada yüce Allah, münafıklarla ilgili olarak henüz gerçekleştirmedikleri bir günahı önceden haber vermektedir. Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur:

“Bedevilerden seferden geri kalmış olanlara de ki: Siz yakında çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağırılacaksınız. Onlarla, teslim oluncaya kadar savaşacaksınız.” (Fetih, 16)

Burada yüce Allah, onları ileri savaşa çağıracak birinin çağrısını önceden haber veriyor. Bu çağırıcının onları çağırması kullara özgü fiiller kapsamına girer. Bunun gibi ifadeler Kur’an’da çokça yer alırlar.

Kulların gelecekte gerçekleştirecekleri bazı fiilleri melekler, peygamberler gibi mahlûkattan bazı kimseler de bilebilirler. Alemlerin rabbi olan Allah bilmez mi? Hz. Peygamber (s.a.v.) gelecekte ümmetinde ve başka toplumlarda meydana gelecek olayları önceden haber vermiştir. Bunları şimdi burada zikretmeye kalkarsak yerimiz yetmez.

Örneğin, oğlu (torunu) Hasan aracılığıyla yüce Allah’ın, iki büyük müslüman grubu barıştıracağını haber vermiştir. Aynı şekilde müslümanla arasında aşırı bir grubun (hariciler) ortaya çıkacağını ve müslümanlar içinde hak üzere olan bir grubun onlarla savaşacağını bildirmiştir. Kendisinden sonra bir topluluğun dinden döneceğini haber vermiştir. Kendisinden sonra nebevi çizgideki hilâfetin otuz sene süreceğini ondan sonra krallığa dönüşeceğini söylemiştir. Dağın üstünde bir peygamber, bir sıddık ve şehidden başka kimsenin olmadığını haber vermiş, oradakilerin çoğu daha sonra şehit düşmüşlerdir. Bedir savaşında Kureyş’in önde gelenlerinin öldürüleceklerini önceden haber vermiştir. Deccal’ın çıkacağını, İsa’nın (a.s.) Şam’ın doğusunda beyaz minareye ineceğini, İsa’nın (a.s.) deccalı öldüreceğini haber vermiştir.

Yine Ye’cuc ve Me’cuc’un ortaya çıkacağını bildirmiştir. Haricilerin ortaya çıkacaklarını bildirmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Şu kavmin içinden bir grup ortaya çıkacak, biriniz onların namazını ve orucunu gördüğünde, kendi namazını ve orucunu küçümseyecektir. Bunlar Kur’an okuyacaklar, ama Kur’an onların gırtlaklarından aşağıya inmeyecektir. Okun yaydan fırlayıp çıktığı gibi islâmdan çıkacaklardır. Bunların içinde eli sakat ve elinin üzerinde titreyen bir et parçası olacaktır.” (Buhari, Menakıb, 25; Müslim, Zekat, 147)

Gerçekten peygamberimizin (s.a.v.) haber verdikleri aynen çıktı. Ali b. Ebu Talip, Nehrevan’da onlarla savaşırken, içlerinde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vasfettiğine tıpatıp benzeyen bir adam buldu. Müslümanların Türklerle savaşacaklarını önceden haber vermiş, Türklerin özelliklerini bildirmiştir:

“Siz, küçük gözlü, kırmızı yanaklı, eğri burunlu, keçeden ayakkabı giyen ve yüzleri..... gibi olan Türklerle savaşmadıkça kıyamet kopmaz.” (Buhari, Cihad, 95; Müslim, Fiten, 62-64)

Nitekim müslümanlar, güçlü bir konuma geldikten sonra, peygamberimizin (s.a.v.) haber verdiği gibi ortaya çıkan Türklerle ve diğer kavimlerle savaştılar. Peygamberimizin (s.a.v.) bunun gibi geleceğe ilişkin haberler verdiği sözleri, burada sayılmayacak kadar çoktur. Peygamberimiz (s.a.v.) bunları yüce Allah’ın kendisine bildirmesi sayesinde biliyordu. Peygamberimiz (s.a.v.) kulların fiillerinden birçoğunu biliyor idiyse, ona bilmediklerini öğreten Allah yarattığı kullarının fiillerini bilmez mi?

Hiç kimse Allah’ın bilgisini tümüyle kuşatamaz. O sadece dilediği kadarını kullarına bildirir. Ne bir peygamber, ne de başka birisi, Allah’ın kendisine öğrettiğinden başkasını bilemez.

Nitekim Hızır Musa’ya şöyle demişti:

“Bende Allah’ın bilgisinden bir kısım vardır ki, bunu Allah bana öğretmiştir ve bu bilgi sende yoktur. Sende de Allah’ın sana öğrettiği ve benim bilmediğim bir ilim vardır. Bu sırada bir serçe denizden gagasıyla su içince şöyle dedi:

Benim ve senin bilgimiz, ancak bu serçenin denizin suyunu eksilttiği kadar eksiltmiştir.”

Nitekim yüce Allah Musa hakkında şöyle buyurmuştur:

“Nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini Musa için levhalarda yazdık.” (A’raf, 145)

Kısaca şunu demek istiyoruz:

Allah’ın, kulların fiillerini, gerçekleşmeden önce bilmesini olumsuzlamak baatıldır. Aşırı Kaderiyeciler bunu olumsuzluyorlar.

“Biz eskiden yönelmekte olduğun Ka’be’yi kıble haline getirdik ki, resule uyanı, ökçesi üstüne gerisin geri dönenden ayıralım.” (Bakara, 143)

“İki gruptan hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye...” (Kehf, 12) ayetlerine gelince, bu ve benzeri ayetlerde, bilinen şeye, meydana gelmesinden sonra taalluk eden bilgiden söz ediliyor. Bu, övgüyü ve yergiyi gerektirici bilgidir. Ödül ve ceza da bu bilgiye terettüp eder. Önceki, bunun olacağına dair bilgiydi. Salt bu bilgiye övgü ve yergi, ödül ve ceza terettüp etmez. Bu saydığımız hususlar, ancak fiilin meydana gelmesinden sonra söz konusu olabilirler. İbni Abbas’tan, bununla ilgili olarak şöyle rivayet edilir: Bu ayette kastedilen, biz kulların görmesidir, yani biz kullar görelim diye...

Müfessirler de şöyle demişlerdir:

Daha önce olacağını bildiğimiz gibi, mevcutken de bilelim diye, şeklinde bir anlam kast edilmiştir. Bu yenilenen durumla ilgili olarak tartışmacıların iki farklı görüşü belirginleşmiştir:

Bazıları şöyle diyorlar:

Yenilenen şey, ilim ile malûm arasındaki nispet ve izafettir. Sadece bundan ibarettir, öbürü ise, yoksal bir nisbettir.

Diğer bazılarının dediği ise şudur: Bilakis, yenilenen şey, şeyin varlığına ve varoluşuna dair bilgidir. Bu ise, onun olacağına ilişkin bilgiden farklıdır. Bu tıpkı şu ayette anlatılan hususa benzer:

“De ki: Yapacağınızı yapın! Amelinizi Allah da resulü de mü’minler de görecektir.” (Tevbe, 105)

Burada görmenin yenilenmesinden, yeni bir görmenin gerçekleşmesinden haber veriliyor. Bunun yoksal bir nispet olduğunu söyleyenler olduğu gibi, bunun somut bir olgunun yenilenişinden ibaret olduğunu söyleyenler de olmuştur. Dolayısıyla bütün değerlendirmeler bu iki görüş ekseninde cereyan etmektedir. Bu iki görüşü savunanlar, her iki tarafın ileri sürdüğü kanıtlar, yerinde etraflıca ele alınmıştır.

Selef kuşağının geneli, ehl-i sünnet ve hadis imamları, yenilenen şeyin, nassta işaret edildiği gibi, somut bir olgu olduğu yönünde görüş belirtmişlerdir. Haris el-Muhasibi bunu olumsuzlamaya çalışınca, Ahmed b. Hanbel onu terk etmiştir. Çünkü Haris el-Mehasibi, İbni Kilab’ın görüşlerini kabul ediyordu ve burada somut bir olgunun yinelinmesini söylemekten kaçınıyordu. Bunun doğuracağı şeyleri de söylüyor ve böylece kitaba, sünnete ve selef ulemasının görüşlerine aykırı hareket ediyordu. Bu ise, bid’atın ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bundan dolayı da Ahmed b. Hanbel onunla tüm ilişkilerini kesmişti. Böyle davranmaktan onu sakındırmıştı. Bazıları, Haris’in bu düşünceden döndüğünü söylemişlerdir.

Malik, Şafii, Ahmed b. Hanbel ve Ebu Hanife’nin takipçilerinden son kuşak alimler iki ayrı görüş benimsemişlerdir. Bazıları, İbni Kilab ve izleyicilerinin yolunu tutarken, bazıları sünnet ve hadis imamlarının yolunu tutmuşlardır.

Şunu demek istiyoruz:

Allah’ın, kulların amellerini önceden bilmesi ve yazması haktır. Allah’ın bunlara ilişkin bilgisinin sonradan oluştuğuna ilişkin görüşler yanlış ve terk edilmiş görüşlerdir. Nitekim şayet, bu anlamı kast etmişse, Nazım da bu yönde görüş belirtmiştir, dolayısıyla onun da bu görüşü terk edilmelidir. Bunun böyle olmasında, yani, Allah’ın kulların amellerini önceden bilip yazmasında, Allah’ın emir ve nehiyleriyle çelişen bir durum yoktur. Allah’ın, kulların fiillerini yaratması ile onlara emir ve yasaklar yöneltmesi arasında çelişki olmadığına göre, onların fiillerini önceden bilmesi hiçbir şekilde çelişki oluşturmaz. Bu, Cebriyeci Kaderiyecilerin söylediği gibi, kulun cebir altında kudretsiz ve fiilsiz olmasını da gerektirmez.