Kötü bid'atler

Aslında vacib ve müstahab olmayan her bid'at, kötü bir bid'attır. Müslümanların ittifakıyla sapıklıktır. Bid'atlerin bazısına, bid'ati hasene (güzel bid'at) diyebilmek için, hasene olarak niteledikleri bid'atin müstahab olduğuna dair şer'î bir delil getirilmesi gerekir. Hiçbir müslüman, müstahab ve vacib olmayana kişiyi Allah'a yaklaştıran hasenat gözüyle bakamaz.( İslâm âlimleri bid'ati çeşitli şekillerde tarif etmişlerdir. Bu tarifleri gruplandırıp ortak noktalarını tesbit ettiğimizde iki kısma ayrıldığını görürüz :

Birine göre bid'at: Peygamber (s.a.v.)'den sonra din ve dünya, işlerinde ortaya çıkan her şeydir. Bid'ati bu şekilde tarif edenler, ister istemez bid'atler arası bir taksime girmiş ve onları bid'at-i seyyie (kötü bid'at) ve bid'at-i hasene (güzel bid'at) şeklinde ikiye ayırmışlardır.

Diğer gruba göre ise: Resûlüllah (s.a.v.)'in tebliğ ettiklerinden başka, dine ilâvede bulunmak, bir şey çıkarmak, ya da tebliğ ettiklerini değiştirmektir.

Bid'ati bu şekilde tarif edenler, bid'atleri taksim etme ihtiyacı duymamış, bu tarife giren her şeye bid'at demiş ve ona karşı koymuşlardır. Böylece Resûlüllah'tan sonra ortaya çıkan her şeye de bid'at dememişlerdir.

Terimleştirmede nasslar nazarı itibara alındığında ikinci tarifin daha doğru olduğu açıktır. Şöyle ki :

Gerek Kur'ân-ı Kerim'de, gerek Sünnet'te bid'at, dinden olmayanı dine sokmak anlamında kullanılmıştır. Hadîd sûresinde Hıristiyanların ruhbanlığı sonradan icad ettiklerinden ve dine soktuklarından bahisle «ibtedaûhâ» buyurulmaktadır (bk. 27. âyet).

Peygamber (s.a.v.) de: Din işinde sonradan çıkarılan her şeyin bid'at ve her bid'atin de sapıklık olduğunu ifade etmektedir (bk. Müslim, Cumua 43; Ebû Dâvud, Sünnet 5). Hadîsten de anlaşıldığı gibi her bid'at sapıklıktır. O halde «bid'at-i hasene» denirken, ister istemez insanın aklına «güzel sapıklık» gibi bir mefhum gelmektedir. Gerçekte bid'at olmayan şeylere başlangıçta «bid'at-ı hasene» denilmesi, ardından bid'at olan birçok şeyin bu isim altında dine sokulmasına sebep olmuştur.

Yalnız bu konuda değil, Kur'an ve Sünnet'teki kullanışlara dayandırılmayan her terimleştirmede, dinden olmayan şeylerin dine girmelerine ve birçok dinî anlamın safiyetine gölge düşürdüğü bir vakıadır. )

Ya vacib ya da müstahab olarak emredilen iyiliklerden olmayan bir şeyle Allah'a ibadet eden sapıktır ve şeytanın tabilerindendir. Yolu şeytanın yoludur. Abdullah b. Mes'ûd'un dediği gibi: Resûlüllah (s.a.v.) bir çizgi çizdi ve sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizerek:

«Bu, Allah'ın yoludur. Bunlar -sağına ve soluna çizilenler-, da (şeytanın yollan olup) her birinin başında bir şeytan dikilmiş, onları çağırmaktadır», buyurdu. Ve: «İşte bu, benim dosdoğru yolumdur. Ona, tâbi olun. (Başka) yollara tâbi olmayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın!» (6 En'âm 153) âyetini okudu.(Darimi, Mukaddime 23; Ahmed İbn Hanbel l/435, 465)

Bu, önemli ve kapsamlı bir kural olup Allah'a ve Resulüne inanan herkesin ona tâbi olması; Muhacir, Ensar ve onlara hakkıyla tâbi olanların görüşlerine karşı çıkarak sünnete ve öncekilerin icmaına muhalefet etmemesi gerekir. Hele kendisiyle tâbi olduğu kimse ile benzeri bir görüşü paylaşan güvenilir ve icma gibi konularda sözü geçerli bir müctehid yoksa; tabi olduğu kimsenin görüşünden dolayı icma zedeleniyor ve icmaın meydana gelmesi için onayına ihtiyaç bulunmayan biriyse...

Karşı koyan müctehid olsa bile görüşü mütevatir sünnet ve kendisinden önceki müctehidlerin ictihadlarıyla karşı karşıya gelmiştir - dolayısıyla görüşüne itibar edilmez - müctehid için durum böyle olunca ya karşı koyan hem müctehid değil, hem de şer'î bir delile; bir ilim, hidayet ve kitaba dayanmadan, Allah hakkında tartışmaya cür'et eden birine tabi olan biriyse ona ne demeli?

Peygamber (s.a.v.) böyle bir şeyi teşri buyurmadığına göre o, ne vacib, ne de müstahabtır. Hattâ o, böyle bir şeyi teşri buyurmadığı gibi, üstelik hem onu, hem de ona götüren yolları yasaklamıştır. Nitekim Aleyhissalâtü vesselam, müslümanları peygamberlerle salihlerin mezarlarının mescid edinilmesinden sakındırmıştır.

Müslim'in Sahîh'inde, Cundub b. Abdullah'tan Peygamber (s.a.v.)'in, vefatından beş gün önce şöyle dediği nakledilmektedir :

«Sizden öncekiler, kabirleri mescid ediniyorlardı. Sakın kabirleri mescid edinmeyesiniz. Sizi bundan sakındırıyorum» (Muvatta', Sefer 85 ).

Sahîhayn'de Hz . A i ş e ' den yapılan bir nakle göre, Peygamber (s.a.v.) vefatından önce şöyle demiştir:

«Allah'ın lâ'neti yahudi ve Hıristiyanların üzerine olsun. Onlar, Peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler» (Buhârî, Salât 48, Cenâiz 69, 96; Müslim, Mesâcid 19) .

Böylece Resûlüllah (s.a.v.) onların yaptıklarından bizi sakındırmaktadır. H z . A i ş e diyor ki: Şayet böyle olmasaydı, kabrini açığa yapardı. Ama mescid edinilmesinden korktuğu için böyle yapmadı.

Bir yerin mescid edinilmesi, oranın mescidlerin amacı olan beş vakit namaz ve diğer namazlara ait kılınmasıdır. Mescid edinilmesinden maksat, orada Allah'a ibadet etmek ve yaratılmışlara değil, sadece O'na ibadet etmektir.

Bu nedenle Peygamber (s.a.v.) mescidlerde olduğu gibi, namaz maksadiyle mezarlarının mescid edinilmesini yasaklamıştır. Orada namaz kılan, sadece Allah'a ibadet etmeyi amaçlamış olsa bile durum budur. Çünkü böyle bir durum, zamanla kabirde yatandan dolayı ve ona dua etmek, onun aracılığıyla dua etmek veya onun yanında dua etmek gibi bir maksatla mescid edinilmesine yol açabilir. İşte bu yüzden Resûlüllah (s.a.v.) yalnızca Allah'a ibadet için de olsa kabrin ibadet yeri haline getirilmesinden sakındırmıştır. Böylece Allah'a ortak koşmaya bir kapı açılmasını engellemiştir.

Bir davranış, eğer bir bozukluğa götürüyor ve onda maslahat ağır basmıyorsa, ondan sakındırmıştır. Nitekim mefsedeti ağır bastığından dolayı üç vakitte (güneş doğarken, batarken ve tam tepedeyken) namazın kılınmasını yasaklamıştır. Buradaki mefsedet, şirke yol açan ve kişiyi müşriklere benzeten şeydir. Ayrıca sair vakitlerde tatavvu olarak namaz kılmak mümkün olduğundan bu vakitlerde maslahat ağır basmamaktadır.

İşte bu nedenledir ki âlimler, sözkonusu vakitlerde herhangi bir nedene dayalı olarak kılınan namazların caiz olup olmadığında ihtilâf etmişler ve birçoğu caiz olduğunu söylemiştir. Nitekim kuvvetli olan görüş de budur. Çünkü yasaklama seddi zerayi' (kötülüğe açılan kapıyı tıkama) kabilinden ise, ağır basan bir maslahattan dolayı mubah olur. Sebeplere mebni olarak kılınan namazların, sözkonusu vakitlerde kılınmalarına ihtiyaç duyulabilir. Kılınmadıklarında kaçırılmış olurlar ve maslahatları da yitirilmiş olur. Maslahatlarının ağır basmasından dolayı, sözkonusu vakitlerde mubah kılınmışlardır. Sebeplere mebni olmayanlarda ise, durum böyle değildir. Bu vakitlerin dışında ağır basan bir maslahat kaçırılmış olmaz. Ayrıca bunda bir mefsedet de mevcut olup yasaklanmasını gerekli kılmaktadır.

Söz konusu vakitlerde namaz kılınmasının yasaklanmasıyla şirke açılan kapıyı tıkayıp - güneşe, aya ve yıldızlara tapanların yaptığı gibi - güneşe secde etme, ona dua etme ve ondan istemeye götürmemesi için bunun yasaklanması, açıkça bilinmektedir ki,bizatihî haram olan güneşe dua etmek ve ona secde etmenin haramlığı, ona dua etmeye götürmesin diye namaz kılınmasının yasaklanmasındaki haramdan çok daha büyüktür.

Aynı şekilde peygamber ve salih kimselerin kabirlerinin mescid edinilmelerinin yasaklanması - ki onların yanında namaz kılmanın yasaklanması, onlara dua ve secde etmeye götürmesin diyedir -açıkça göstermektedir ki, onlara dua ve secde etmek, kabirlerini mescid edinmekten çok daha haramdır.