Hallac'ın öldürülmesi

Bir gruba göre Hallac da bunlardan biridir. Daha sonra Hallac’ın durumuyla ilgili iki görüş belirmiştir:

Birinci görüş: Hallac, böyle bir yokluğun girdabına düştü. Bu yüzden o, iç dünyası itibariyle mazurdur. Fakat zahire göre öldürülmesi vaciptir. Diyorlar ki:

Onu öldürenler mücahid, o da şehittir. Bir şeyhin şöyle dediğini anlatırlar:

“Hallac tökezledi. Eğer onun zamanında olsaydım, elinden tutardım.”

Bunlara göre Hallac’ın durumu, aşk ateşine yanan, yokluk girdabına düşen birinin durumudur.

İkinci görüş:

Bunlar, fena ehlinin rububiyet tevhidine ilişkin anlayışlarını doğru bulan kimselerdir. Diyorlar ki:

Asıl gaye budur. Ve şunu ekliyorlar:

Hallac, hakikatin ve tevhidin son noktasına gelmişti.

Sonra bu gruplar onun öldürülmesi hakkında da iki farklı görüş ileri sürmüşler:

Birincisi:

Hallac haksız yere öldürüldü. Onu öldürmek caiz değildi... Bu görüşte olanlar, Hallac’ın öldürülmesinden dolayı şeriata ve şeriat ehline düşmandırlar. Bu yüzden fakihlere ve ilim ehline düşman olanlar da var. Hallac’ın katilleridir bunlar, diyorlar...

Bu bakımdan şöyle diyenlere benziyorlar:

Bizim bir şeriatımız var, bir hakikatımız var, şeriattan farklı...

Bu sözü söyleyenler, Allah’ın kelâmında, Resulullah’ın (s.a.v.) sözlerinde ve sair insanların konuşmalarında “şeriat” kavramıyla ne kastedildiğinin bilincinde değildirler. Yine Allah kelâmında, Resulullah’ın (s.a.v.) sözlerinde ve sair insanların konuşmalarında hakikat, hak, zevk, vecd ve tevhid kavramlarının hangi anlamlarda kullanıldığını bilmiyorlar. Hatta bunların içinde şeriatın, kadı’nın verdiği hüküm olduğunu sananlar bile var.

Bazıları alim ve adil kadı ile cahil ve zalim kadıyı dahi birbirinden ayırmaz. Hakimin verdiği hüküm ne olursa olsun, ona şeriat adını verirler. Oysa, bir işte, hakimin verdiği hükme muhalif ve Allah ve Resulü’nün sevdiği bir hakikat olabilir.

Nitekim peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Bana gelerek birbirinizden davacı oluyorsunuz. Kiminiz, kiminize göre kendi kanıtını daha etkili ortaya koyabilir. Ben ancak dinlediklerime göre hüküm veririm. Kardeşinin hakkından olmak üzere kimin lehine bir hüküm verirsem, onu almasın. Aksi taktirde, bu verdiğim hüküm onun için bir ateş parçası olur.” (Buhari, Şehadat, 27; Müslim, el-Akdiye, 4; Tirmizi, Ahkam, 11; Ebu Davud, Akdiye, 7)

Çünkü hakim, dinlediği belgelere ve ikrarlara göre hüküm verir. Karşı tarafın açıklayamadığı kanıtları olabilir. v.s.

Dolayısıyla şeriat, aynı zamanda batıni bir olgudur. Kadı’nın verdiği hüküm, zahiri bir uygulamadır. Birçok şeyin iç yüzü, insanlara görünen dış yüzünden farklı olabilir. Buna Musa ve Hızır kıssasını örnek verebiliriz. Çünkü Hızır’ın yaptığı maslahata uygundu ve o, Allah’ın kendisine emrettiği şeriattı. Allah’ın şeriatına muhalif uygulamalar değildi. Fakat Musa, iç yüzünü bilmediği için, görünürde bu, onun için caiz olmayan bir davranıştı. Fakat Hızır, ona bu işlerin iç yüzünü anlatınca, ona hak verdi, onu onayladı. Çünkü Hızır’ın yaptığı şeriata aykırı değildi.

Bu bağlamda:

Bir şey, iç yüzü itibariyle dış yüzünden farklı olabilir, denildiğinde, bu sahih bir değerlendirme olur. Ancak iç yüzün hakikat, dış yüzünse şeriat olarak isimlendirilmesi, tamamen ıstılahi bir isimlendirmedir.

Bazı insanlar, hakikatı mutlak olarak batıni olgu, şeriatı da zahir olgu olarak algılarlar. Aynı şekilde İslâm kavramı iman kavramıyla birlikte zikredildiğinde, bununla zahiri ameller, iman kavramıyla da kalpteki inanç kastedilir. Nitekim Cibril hadisinde de buna işaret edilmiştir. Bu bağlamda “İslâm hükümleri (yasaları) ve iman hakikatleri” denilirse, bu, doğru bir niteleme olur. Ancak bu kavramlardan hangisi yalnız başına kullanılırsa, diğerinin anlamını da kapsamış olur.

Dolayısıyla batıni hakikatı içermeyen bir şeriatın bağlısı gerçek mü’min olmadığı gibi, yüce Allah’ın Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gönderdiği şeriata uygun olmayan bir hakikatin bağlısı da bırakın Allah’ın müttaki velisi olmasını, müslüman bile değildir.

Bazen “şeriat” kavramıyla fakihlerin içtihad yaparak çıkardıkları hükümler, “hakikat” kavramıyla da mutasavvıfların kalpleriyle algıladıkları manevi haz kastedilir. Hiç kuşkusuz, bu gruplara mensup müctehidler, bazen doğruyu bulurlar, bazen de yanılırlar. Ama hiçbirinin bilinçli olarak Resulullah’a (s.a.v.) muhalefet etmeyi amaçladığı söylenemez. Şayet her iki grubun içtihadı örtüşürse, ne ala! Aksi taktirde, bu gruplardan biri, diğerini taklit etmek zorunda değildir. Ancak uymayı kaçınılmaz kılan şer'i bir kanıt getirilmesi başka.

Bazı insanlar, Hallac’ın, mutasavvıfların meşrebi olan zevksel hakikate aykırı olarak fıkhi içtihatla öldürüldüğünü ifade ediyorlar. Bu, birçok insanın zannıdır; ancak doğru değildir. Hallac, küfründen dolayı öldürülmüştür ve bu hususta fıkıhçılarla mutasavvıflar arasında görüş birliği oluşmuştur.

Örneğin Hallac, Kur’an’dan daha iyi bir kitap getirerek ona karşı çıkabileceğini iddia etmişti. Ayrıca hac ziyaretini kaçıran bir kimsenin, bir ev yaparak onu tavaf edebileceğini ve güç yetirdiği miktarda sadaka vererek hac yükümlülüğünü yerine getireceğini iddia etmişti. Bunun gibi daha birçok şey söylemişti ki, bunların tümü, Hz. Muhammed’in Allah’ın resulü olduğuna şehadet getiren alimiyle, abidiyle, fakihiyle, dervişiyle ve mutasavvıfıyla bütün müslümanların ittifakiyle öldürülmüştür.

Bazıları diyorlar ki:

“Hallac öldürüldü, çünkü açıklanmaması gereken tevhid ve hakikat sırrını açığa vurdu. Oysa bu ancak seçkin, özel insanlara (havas) söylenecek sırlardandır. Böyle bir sırrın gizlenmesi ve açıklanmaması gerekir.”

Bu hususta bir de şiir inşad etmişler:

Sırrı ifşa edenin cezası ölümdür

Kim olursa ve intikamı alınmaz.

Sırrı ifşa ettiler, bu yüzden kanları mübah oldu.

Mübah görenlerin kanı böyle mübah olur.

Bunların sözü aslında şöyle demeye geliyor: Hıristiyanların İsa (a.s.) ile ilgili görüşleri haktır. Bu aynı zamanda onun dışındaki nebi ve veliler için de geçerlidir. Fakat bunu açıkça söylemek mümkün değildir. Çünkü şeriat sahibi buna izin vermemiştir. “Menazilu’s Sairin” yazarının ve başkalarının sözlerinden bunu anlamak mümkündür. Aşağıdaki şiirde tevhid anlayışını şöyle dile getiriyor:

Hiç kimse bir olanı birleyemez.

Çünkü onu birleyenler inkârcıdır.

Onun sıfatından söz edenin tevhidi

Çıplaktır ve bir olan bunu iptal etmiştir.

Onun kendisini birlemesi tevhididir.

Ama onun sıfatlarını sırlayanın sıfatlarının sonu yoktur.

Bu görüşte olanların demek istedikleri şudur:

“Birleyen birin kendisidir. Kulun dilinde tevhidi söyleyen hakkın kendisidir. Kendisinden başkası O’nu birleyemez. Birleyen yine kendisidir.”

Bu arada Firavun’un:

“Ben sizin en yüce Rabbinizim” (Naziat, 24) sözü ile Hallac’ın:

Ben Hakkım. Sübhani (Kendimi tenzih ederim) sözünü birbirinden ayırıyorlar. Çünkü Firavun bunu söylerken kendini müşahede ediyordu ve bu sözü kendisi ile ilgili olarak söyledi. Fena ehli olanlar ise, kendilerini kaybetmişlerdir. Onların dilinden konuşan bir başkasıdır.

Son kuşak mutasavvıfların çoğu bu yanlışa düşmüştür. Bu yüzden Cüneyd-i Bağdadi -Allah ona rahmet etsin-, kendisine Tevhid’le ilgili bir soru sorulduğunda, bu anlayışı reddeder tarzda şu cevabı vermiştir:

“Tevhid; kadim (ezeli-öncesiz) olan ile muhdes (sonradan olma) olanı birbirinden ayırmaktır.”

Böylece Tasavvufun önderi -Seyyidu’t Taife- Cüneyd-i Bağdadi, Tevhidin, ancak öncesiz-ezeli rab ile sonradan olma kulu birbirinden ayrı tutmakla gerçekleşebileceğini vurguluyor. Kadim ile sonradan olmayı bir ve aynı gören anlayışın tevhid olmadığını ifade ediyor.

Bunlar özel ve kayıtlı Birlikçi (vahdet-i vücud), hululcü (tanrının insana hulul etmesi) taifedir.

Genel ve mutlak hulul ve birliğe inanlar ise şunu söylüyorlar:

“O, bizzat her yerdedir. Ya da O, mahlûkatın varlığının kendisidir.” Başka yerlerde bu görüşe ilişkin düşüncelerimizi geniş bir şekilde sunma imkânını bulmuştuk.

Şunu demek istiyoruz:

Hallac, bu tasniflerin hiçbirine dahil değildi. Bilakis, bütün müslüman grupların ittifakiyle küfrü ve öldürülmeyi gerektiren sözler söylüyordu. Ki biz birçok yerde onun bu tür sözlerine yer vermiştik. Nitekim Cüneyd, Ömer b. Osman el-Mekki ve Ebu Yakub en-Nehrcuri gibi şeyhlerin birçoğu da onun görüşlerini inkâr edip onu yermişlerdi.

Hallac’ın durumunu ve söylediklerinin gerçek anlamını kavrayamayanlar -mutlak veya muayyen hulula inananlar dışında-, bunun Hallac’ın sözü olduğunu sanıyorlar ve ondan kaçınıyorlar. Nitekim Hallac’ın da içinde yer aldığı İbni Seb’in taifesi zalim adamlardan oluşuyordu. Tasavvuf şeyhlerinin büyük çoğunluğu ve ilim ehli nazarında Hallac salih meşayihten biri değildi, bilakis zındık biriydi. Zahidliğininse çeşitli sebepleri vardı. Bunları detaylı olarak anlatmak uzun zaman alacaktır. Ayrıca o, rububiyet tevhidinde fena makamına ermiş biri de değildi. Tam tersine, sihir eğitimini almış bir büyücüydü. Hizmetinde birçok şeytan vardı. v.s. Başka yerlerde bunlar uzun uzadıya anlatılmıştır.

Her halukârda Adem ve Havva yasak ağacın meyvesini yediklerinde, ne akılları başlarından gitti, ne de genel kaderi müşahede etmenin içinde yok oldular. Adem, buna dayanarak Musa’ya üstünlük sağlamadı. Bilakis şunu dedi:

“Allah’ın, benim yaratılmamdan önce, benim hakkımda yazdığı bir şeyden dolayı beni kınama.”

Burada Hz. Adem, önceden var olan kaderi kanıt gösteriyor; ama emredilen ile yasaklanan arasındaki farkı görmemezlikten gelmiyor.