Üç temel değerlendirme

Bu temelin gel gitli, çekişmeli bir özelliğe sahip olması, birçok yanılgıların gün yüzüne çıkması yüzünden, soruyu soran şahsın da işaret ettiği üç temel değerlendirme belirginleşmiştir. Bu değerlendirmelerin her birini, Adem oğullarının, müslüman veya müslüman olmayan bir grubu savunmaktadır.

Birinci Değerlendirme:

Bu düşünceyi savunanlar diyorlar ki:

Allah varlıkları yaratmış ve bir takım emirler yöneltmiştir, ama bir illetten, bir gerektirici sebepten veya sürükleyici bir etkenden dolayı değil. Bilakis, salt meşiyetinden ve sırf iradesinden dolayı böyle davranmıştır. Bu, kaderi kabul eden grupların çoğunun görüşüdür. Kelâm ve fıkıh ekollerinden olup kendilerini ehli sünnete nispet eden bazı gruplar da bu düşüncededir. Malik’in, Şafii’nin ve Ahmed’in bazı arkadaşları ve başkaları bu düşüncelere sahiptir. Eş’arî ve arkadaşlarının görüşü de bu yöndedir. İbni Hazm ve benzerleri gibi “fıkıh bağlamında kıyas olgusunu olumsuzlayan” grupların çoğu da bu görüştedir.

Bunların temel argümanlarından, dayandıkları ana kanıtlardan biri şudur:

Eğer Allah varlıkları bir illetten dolayı yarattıysa, bu, Allah’ın illet olmadığı zaman eksik, illetle beraber kamil olmasını gerektirir. Bu yüzden ya bu illetin varlığı ile yokluğu O’nun açısından bir olacak ya da varlığı O’nun için daha iyi olacak. Eğer birincisi doğruysa o zaman bir illet için bir şeyi yapması imkânsız olur. Şayet ikincisi doğruysa, o zaman da illetin varlığı O’nun için daha iyi olacak ve kendisi bu illetle kamil olacaktır. Bu da illetin öncesinde eksik olduğu sonucu gündeme getirir.

Yine bunların argümanlarından bir diğeri de, soruyu soran zatın dile getirdiği şu husustur:

Eğer illet öncesiz (kadim) ise bu, malulun da kadim olmasını gerektirir. Çünkü amaç niteliğindeki illet, bilgi ve niyet bazında maluldan önce ise de -Nitekim:

Düşünce önce, eylem sonra gelir veya önce istek sonra idrak gelir, denir ve yine, fail, amaç niteliğindeki illet sayesinde fail olur, denir- onun varlık olarak maluldan sonra olduğunda en küçük bir kuşku yoktur. Çünkü bir kimse, istediği bir amaç için bir fiili işlediğinde, istenen şeyin varlığı fiilden sonra gerçekleşecektir. Eğer illet dediğimiz bu istenen şeyin kadim olduğu takdir edilirse, fiilin kadim olması çok daha öncelikli bir olgu olarak belirginleşir.

Eğer denilse ki: Allah kadim bir illetten dolayı yapar. O zaman hiçbir sonradan olma (hadis) varlığın meydana gelmemesi gerekir. Oysa gözlemlenen alemdeki gelişmeler bunun tam aksini göstermektedir. Bunun yerine:

Allah sonradan olma (hadis) bir illetten dolayı yapar, denilse, o zaman da şu iki sakınca gündeme gelir:

Birincisi:

Olayların mahalli olması gerekir. Çünkü illet O’ndan ayrı olduğu zaman, onunla ilgili bir hüküm Allah’tan sadır olmasa, bu takdirde illetin varlığının Allah açısından yokluğundan daha iyi olması imkânsız olur. Şayet illetle ilgili hükmün Allah’tan sadır olduğu takdir edilirse, bu zorunlu olarak sonradan olma (hadis) olacak ve sonradan olmalar (havadis) da O’nunla kaim olacaklardır.

İkincisi:

Bu, iki açıdan sonsuz zincirlemeyi gerektirir.

Birincisi; bu sonradan olma (hadis) ve fiil aracılığıyla istenen illet de Allah

’ın kudreti ve dilemesiyle var ettiği bir şeydir. Eğer onu bir illet olmadan var ettiyse, daha önce söylediğimiz gibi, bu, boş bir iş olur. Şayet bir illetten dolayı yapmışsa, o zaman illetlerin taksimi yeniden gündeme gelir. Eğer Allah her meydana getirdiğini, bir illetten dolayı meydana getiriyorsa ve illet de O’nun meydana getirdiği bir şeyse, bu, meydana gelişlerin zincirleme oluşunu kaçınılmaz kılar.

İkincisi; bu illet ya kendisinden dolayı istenen bir şey olur, ya da başka bir illetten dolayı. Şayet kendisinden dolayı istenen bir şey olursa, sonradan olma (hadis) olması imkânsız olur. Çünkü Allah’ın irade ettiği ve kadir olduğu bir şeyin oluşu ertelenemez. Şayet başka bir illetten dolayı isteniyorsa, o zaman bu başka bir illet hakkında söyleyeceklerimiz, onun hakkında söylediklerimizin aynısı olacaktır ve kaçınılmaz olarak illetler zincirlemesini gerektirecektir. İşte bu ve benzerleri, Allah’ın fiillerinin ve hükümlerinin bir illete dayanmasını olumsuzlayanların argümanlarıdır.

İkinci Değerlendirme:

Fail konumundaki illeti kadim gördükleri gibi, amaç nitelikli illeti de kaim görenlerin savunduğu görüştür. İleride açıklayacağımız gibi, bazı müslüman gruplar bu düşünceyi savunduğu gibi, evrenin kadim (öncesiz) olduğunu ileri süren felsefeciler de bu görüşü savunmuşlardır. Bunların düşüncelerinin temeli şudur:

Evreni var eden tam bir illettir ve bu illet malulunu kaçınılmaz kılar. Malulunun ondan geri kalması caiz değildir. En büyük kanıtları ise şudur:

Var oluşu itibariyle fail kabul edilen bütün olgular, eğer ezelden beri var iseler, bu, mef’ulun (failin yaptığının) da ezeli olmasının gerektirir. Çünkü tam illetin malulu ondan geri kalamaz. Çünkü tam illetin malulu ondan geri kalırsa, o zaman fiilin bütün şartları ezelde olmamış olurlar. Çünkü tam illeti dediğimiz zaman, gerektirdiği malulundan başka bir şeyi kast etmiş olmuyoruz. Eğer malulunun ondan geri kaldığı takdir edilirse, o zaman bu illetin tamlığı ortadan kalkar. İllet tam değilse -ki tam illet fiilde ifadesini bulan bütün olgulardan ibarettir ve fiilin meydana gelmesini sağlayan tam bir gerektiricidir ve yine tamamı ezelde varolmasa da varlıklarıyla fiilin varlığını gerektiren bütün şartlardan ibarettir- o zaman kaçınılmaz olarak yapılan-edilen şey, bundan sonra bir hadisin (sonradan olma varlığın) sebebiyle yenilenmesiyle var olmuştur denilecektir. Aksi takdirde tercih edici bir irade olmaksızın mümkün olan iki taraftan birini tercih etme gereği gündeme gelecektir. Eğer sonradan olma bir sebep varsa, bunun sonradan oluşuyla ilgili söyleyeceklerimiz, ilk olarak sonradan olma (hadis) varlık olan şey hakkında söyleyeceklerimizin aynısı olacaktır. Yani, zincirleme oluş kaçınılmaz olacaktır. Kısaca diyorlar ki:

Yapılanı-edileni (mef’ul) gerektiren tam bir illeti olumsuzlamak ya sonsuz zincirleme oluşu ya da tercih eden bir irade olmaksızın iki şıktan birini tercih etme olgusunu gündeme getirecektir.

Daha sonra bu düşünceyi savunanların büyük bir kısmı, fiil için, fiil nitelikli illetin aynısı olan amaç nitelikli bir illetin varlığını savunmuşlardır. Ancak bunlar çelişki içindedirler. Çünkü Allah için amaç nitelikli bir illetin varlığını ileri sürdükleri gibi, fiili için de amaç nitelikli bir illetin var olduğunu ileri sürmüş oluyorlar. Bununla beraber onun bir iradesi yok, sadece bizzat gerektiricidir, diyorlar, kendi seçimiyle fail olan değildir. Bu söyledikleri birçok açıdan batıldır.

Bunlardan biri, bu söz hiçbir şeyin olmamasını ve olan her şeyin de bir varedicinin var etmesi olmaksızın olmasını gerektirir, denilmesidir. Bilindiği gibi bunun batıl oluşu, sonsuz illetler zincirlemesinin ve bir tercih edici olmaksızın iki şeyden birinin tercih edilmesinin batıl olmasından çok daha açıktır. Şöyle ki:

Malulunu gerektiren tam illetin malulu onunla beraber, eş zamanlı olur. Malulunun zaman olarak ondan geri kalması caiz değildir. Aksi takdirde olan hiçbir şeyin bu tam illetten meydana gelmesi caiz olmaz. Bunların tam illet dedikleri varlığı zorunlu (vacib-ul vücut) dan başka mümkün nitelikli varlıkların kaynaklandığı bir şey yoktur. Eğer sonradan olma varlıkların O’ndan kaynaklanmaları imkânsız ise, üstelik O’ndan başka da bunları meydana getirecek başka biri de yoksa, bu durumda meydana gelen sonradan olma (hadis) varlıkların, bir varedici olmadan var olmuş olmaları gerekir.

Öte yandan, bütün bu sonradan olma varlıkları O’ndan başkasının var ettiği bir an için takdir edilse, bu başkası da kendisinden dolayı zorunlu (vacip) varlık ise, ilk vacip varlık için söylediklerimiz bunun için de geçerli olacaktır. Onların dediklerinin özü şudur:

Vacip varlık tam bir illettir ve bu illet malulunun varlığının kendisiyle iş zamanlı olmasını gerektirir. Bu dediklerine bakılırsa, bu tam illetten, sonradan olma (hadis) bir varlığın ne aracılı, ne de aracısız sadır olmasının caiz olmaması gerekir. Çünkü bu aracı eğer onun varoluşunun gereklerinden biri ise, onunla beraber kadimdir demektir. Dolayısıyla sonradan olma bir varlığın ondan sadır olması imkânsız olur. Şayet bu aracı sonradan olma bir varlık ise, diğer sonradan olma varlıklar için söylenenler onun için de geçerli olur.

Eğer sonradan olma varlıkları meydana getirenin kendinden vacip olmadığı takdir edilirse, bu demektir ki, mümkün nitelikli bir varlıktır ve kendisini vacip nitelikli varlık kılacak bir vacip varlığa muhtaçtır. Sonra eğer onun sonradan olma olduğu söylenirse, sonradan var edilen varlıklardan biri olduğu anlaşılır. Yok eğer onun varolmasını gerektiren tam bir illeti olan kadim bir varlık olduğu söylenirse, bu durumda da sonradan olma varlıkların ondan meydana gelmeleri imkânsız olur. Çünkü mümkün nitelikli varlıklardan birinin kendisi de, sıfatları ve fiilleri de kendiliğinden vacip bir varlık olmadan meydana gelemez. Şayet sonradan olma varlıkların, kadim bir illetin malulu kadim bir mümkün nitelikli varlıktan meydana geldikleri takdir edilse, o zaman şöyle denir:

Meydana gelişi gerektiren bir sebep ondan meydana geldi mi, gelmedi mi? Eğer bir sebep meydana gelmedi diye cevap verilirse, bu, tercih edici olmadan tercih etme eyleminin olmasını gerektirir. Şayet, bir sebep meydana geldi, diye cevap verilirse, o zaman da daha önce söylediğimiz gibi sonsuz illetler zinciri gündeme gelir.

İkincisi: Onların bu görüşlerinin batıl olduğunu şöyle söyleyerek ortaya koyabiliriz:

Sizin ileri sürdüğünüz argümanların özü şudur:

Ortada kadim bir illet yoksa bu, sonsuz illetler zincirini veya tercih edeni olmayan tercih etmeyi gerektirir. Size göre de sonsuz illetler zinciri olabilir. Çünkü onların dedikleri aslında şundan ibarettir:

Şu sonradan olma olaylar, birbirinin ardınca meydana gelen bir zincirleme oluştan müteşekkildir. Çünkü felekin hareketleri, kabiliyetlerin, kadim bir illetten kaynaklanan yeni oluş biçimlerini kabul etmeye hazırlanışını gerekli kılar. Siz ister buna faal akıl deyin, ister akıllar ya da başka olgular aracılığıyla varlıkları sadır eden vacip varlık deyin, fark etmez. Size göre sonsuz illetler zincirinin olması caiz olduğuna göre, illetler zincirini gerektirse de, malulunu gerektiren bir illet olmaksızın da oluşların olması imkânsız olmaz. Hatta şeriata ve akla göre, böyle bir durum, sizin söylediklerinizden daha iyi de olabilir. Çünkü şeriat, Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yarattığını haber veriyor. Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar bu hususta görüş birliği içindedirler. Eğer biri dese ki, Allah bunları, bundan önceki sonradan olma bir olgu sebebiyle yarattı, bu dediği, şeriata göre, sizin, bu onunla beraber kadim ve ezeliydi, demenizden çok daha iyidir. Üstelik bu, akla da daha uygun olur. Çünkü akıl, feleklerin kadim oluşunu kabul etmez ki, şeriatla çelişsin. İşte size akli bir kanıt: hiçbir olay, sonradan olma (hadis) bir varlık olmaksızın olmaz. Eğer:

Allah gökleri ve yeri, bundan önce olan bir şey dolayısıyla yarattı, denilse sizin akli kanıtlarınızdan bunu çürütecek hiçbir şey olmaz.

Üçüncüsü: Şunu diyebiliriz:

Sonsuza dek, sonradan olma bir varlığın bir başka sonradan olma varlıktan sonra olması ya aklen mümkündür veya imkânsızdır. Eğer aklen imkânsız ise, bu, bütün sonradan olma varlıkların bir öncesinin olmasını gerektirir. Nitekim kelâm gruplarından bazısı bu görüştedir. Bu da onların, feleklerin hareketlerinin kadim olduğuna ilişkin sözlerini geçersiz kılar. Şayet aklen mümkün ise, gökler ve yer gibi Allah’ın meydana getirdiği sonradan olma varlıkların var olmalarının, bundan önce olan sonradan olma başka olaylara bağlı olmasının mümkün olması gündeme gelir. Nitekim siz de şu evrende meydana gelen hayvanlar, bitkiler, madenler, yağmurlar ve bulutlar gibi olgular için böyle düşünüyorsunuz. Böylece her iki varsayıma ilişkin kanıtınızın geçersizliği, argümanlarınızın mesnetsizliği ortaya çıkar.

Sonra şöyle deriz:

Ya evreni vareden için bir hikmetin ve istenen bir amacın varlığını kabul edersiniz, ay da etmezsiniz. Eğer kabul etmezseniz, o zaman amaç nitelikli illetin varlığına ilişkin iddianız geçersiz olur ve buna bağlı olarak da yüce yaratıcının hayvanları ve diğer varlıkları yaratırken bir hikmete dayandığına ilişkin söylediklerinizin de bir anlamı kalmaz. Kaldı ki, varlık aleminin hareket tarzı da sizin bu söylediklerinizi yalanlamaktadır. Çünkü varlık aleminde mevcut olan hikmetleri saymak mümkün değildir. Yüce Allah’ın kullarına yönelik nimetinin ve rahmetinin bir göstergesi olarak meydana getirdiği şeyleri tam da kulların ihtiyaç duydukları bir vakitte meydana getirmesi gibi. Kış mevsiminde ihtiyaç duyulduğu kadar yağmur yağdırması bunun bir örneğidir. Bir diğer örneği de, insanların ihtiyaç duydukları kadar araç ve gereç nitelikli varlıkları meydana getirmesidir. Bunun daha birçok örneği vardır ki, burası bu tür örnekleri uzun uzadıya anlatmanın yeri değil. Eğer Allah’ın istenen bir hikmetinin olduğunu kabul ederseniz- ki bu, sizin terminolojinizde amaç nitelikli illet olarak ifade edilir- zorunlu olarak onun meşiyetinin ve iradesinin de olduğunu kabul etmeniz gerekir. Çünkü:

Falan fail falanca işi bir hikmete dayalı olarak yarattı dedikten sonra, onun bu istenen hikmeti irade etmediğini söylemek iki çelişik olguyu bir araya getirmek olur. Zaten şu felsefeciler, insanlar içinde en çok çelişkiye düşen kimselerdir. Bu yüzden ilmin alimin kendisi olduğunu, ilmin irade olduğunu, iradenin de kudret olduğunu söylüyorlar. Bunun gibi daha birçok çelişkiyi söyleyip duruyorlar. Nitekim başka yerlerde onların bu yaklaşımlarına ilişkin detaylı değerlendirmelere yer verdik.

Üçüncü Değerlendirme:

Allah, övgüye değer bir hikmete dayalı olarak yapılıp edilenleri yapar, emredilenleri emreder. Müslüman olsun, olmasın insanların büyük çoğunluğunun görüşü budur. Ebu Hanife, Şafii, Malik ve Ahmed’in taraftarlarından oluşan gruplar bu görüştedir. Mutezile, Kerramiye, Mürcie ve benzeri kelâm gruplarının birçoğu da bu düşünceyi savunur. Hadis, tasavvuf ve tefsir ekollerinin çoğu, kadim filozofların büyük bir kısmı, Ebu’l Berekat gibi son kuşak filozofların bazısı bunu savunmuştur. Ancak bu ortak kanaat üzerinde birleşmekle beraber her grup kendi görüşünü farklı şekilde formüle etmiştir.

Bazılarının görüşü şöyledir:

İstenen hikmet yaratılmıştır ve o da Allah’tan ayrıdır. Bunu Mutezile ve şia mezhepleriyle bu hususta onlarla aynı görüşü paylaşan başka gruplar ileri sürmüşlerdir. Diyorlar ki:

Bu bağlamda hikmet, Allah’ın kullarına yönelik ihsanıdır. Emir verdiğinde bunun altındaki hikmet, bu emri yerine getirmelerine karşılık sevap almalarıdır. Yine diyorlar ki:

Başkasına iyilik etmek, ihsanda bulunmak aklen güzel ve övgüye değer bir davranıştır. Dolayısıyla yüce Allah varlıkları bu hikmete dayalı olarak yaratmıştır ve bundan dolayı kendisine dönük herhangi bir hüküm söz konusu değildir, O’nunla kaim olan bir fiil veya sıfat yoktur.

İnsanlar da onlara şu karşılığı vermişlerdir:

Siz bu sözlerinizle çelişkiye düşüyorsunuz. Başkalarına iyilik etmek, ihsanda bulunmak övgüye değerdir, çünkü bundan dolayı iyiliği yapana bir hüküm döner ve bunun için de övgüyü hakkeder. Bu, ya kendi eksikliğini tamamlamak veya bununla övülmeyi ve ödüllenmeyi beklemesi içindir. Ya da kendi nefsinde bir duygusallık ve acı hissediyor, yaptığı bu iyilikle, duyduğu acıyı dindirmek istiyor. Yahut yaptığı iyilikten dolayı hissettiği lezzet, sevinç ve neşeden dolayı böyle davranma gereğini duyuyor. Çünkü soylu bir nefis, başkalarına yaptığı iyilikten dolayı sevinir, neşe duyar ve lezzet alır.

O halde başkasına iyilik etmek övgüye değerdir, çünkü iyilik edene yaptığı bu işten dolayı övülmesini gerektiren bir nitelik, bir hüküm dönüyor. Şayet iyilik yapan açısından iyiliğin varlığı ile yokluğu aynı düzeyde ise, böyle bir fiili işlemenin kendisi için iyi olacağını bilmez, tam tersine, akıl sahiplerinin itiraf edecekleri gibi böyle bir davranış boş bir iş olarak belirginleşir. Bir kimse herhangi bir fiili işlerse ve bu fiili işlediğinden dolayı içinde bir lezzet hissetmezse, bunun bir maslahatı yoksa ve bir şekilde kendisine dünya veya ahiret menfaatı olarak geri dönmezse, yaptığı bu iş boştur ve bu yaptığından dolayı da övülmeyi hakketmez.

Siz ise, yüce Allah açısından fiillerin boş birer olgu olarak algılanmasından kaçınmak için O’nun fiillerini birer illete dayandıralım derken, kendiniz boş bir işin içine düştünüz. Çünkü boş iş demek, failine bir maslahat, menfaat veya bir fayda olarak dönmeyen fiil demektir.

Bu yüzden gerek yüce Allah, gerek O’nun elçisi (s.a.v.) ve gerekse herhangi bir akıl sahibi kimse, mutlaka içinde bir maslahat, bir menfaat gördükleri için birine, bir başkasına iyilik etmesini emretmişlerdir. Aksi takdirde dünya veya ahirette kendisine bir şekilde, bir lezzet, bir sevinç, bir menfaat, bir neşe olarak getiri sağlamayacak bir fiili bir kimseye emretmek güzel bir davranış olarak kesinlikle nitelendirilemez.