Akılca güzellik ve çirkinlik meselesi

Bu sözlerden dolayı, Mutezile ve onlarla aynı görüşü paylaşan diğer gruplar arasında “Aklen güzel sayma ile aklen çirkin sayma meselesi” hakkında tartışma çıkmıştır. Mutezile ve Ebu Hanife’nin, Malik’in, Şafii’nin ve Ahmed’in arkadaşları ve hadis ehli gibi gruplar içinde onlarla bu hususta örtüşen kimseler aklen güzel saymayı ve aklen çirkin saymayı kabul etmişlerdir. Eş’arîler ile Malik, Şafii ve Ahmed’in arkadaşlarından bazıları ile onlarla örtüşen kimi gruplarsa bunu kabul etmemişlerdir. Böyle bir yaklaşım Ebu Hanife’nin kendisinden de rivayet edilmiştir. Ama her iki grup ta şu noktada hemfikirdir:

Güzellik, fiilin fail için faydalı ve çekici, çirkinlik de fiilin fail için zararlı ve itici olarak tanımlanırsa, bunun şeran bilinmesi gibi aklen bilinmesi de mümkündür. Ama bunların içinde bazı kimseler, şeran bilinen çirkinlik ve güzelliğin bu kapsamın dışında olduğunu sanmışlarsa da, böyle değildir. Bilakis yüce Allah’ın vacip kıldığı ve insanları yapmaya teşvik ettiği bütün fiiller failleri için faydalı ve onların maslahatına uygundur. Yine yüce Allah’ın yasakladığı bütün fiiller de failleri için zararlı ve onlar hakkında yıkıcıdır. Kanun koyucuya (şari) itaat etmeye terettüp eden övgü ve sevap fail için faydalı ve onun maslahatına uygundur. Yine kanun koyucuya (şari) karşı günah işlemeye terettüp eden yergi ve azap da fail için zararlı ve yıkıcıdır.

Mutezile mezhebi, yüce Allah’ın fiileri açısından güzelliği kabul eder, ama bunu fiillerinden ona dönük bir hüküm şeklinde algılamaz. Bir fiilin failine dönük bir hükmü olmadığı sürece güzellik ve çirkinlikten söz edilmeyeceğine inanan karşıtları ise, onların bu görüşlerini olumsuzlamış ve şöyle demişlerdir: Allah hakkında çirkinlik özü itibariyle imkânsızdır. Mümkün olduğu takdir edilen bütün fiiller güzeldirler. Çünkü onlara göre Allah açısından bir yapılmış ile diğer bir yapılmış arasında herhangi bir fark yoktur. Bunlara göre, fiillerin güzelliği ve çirkinliği söz konusudur; ancak bunlardan faile dönük kendisiyle kaim bir hüküm yoktur. Çünkü, onların nazarında ne bir sıfat, ne bir fiil ne de başka bir şey kendisiyle kaim olamaz. Bunu demekle kendi kendileriyle çelişkiye düşmüş olsalar da.

Sonra bunu, kuldan sadır olan güzellik ve çirkinlik olgularıyla kıyaslamış ve kul için vacip gördüklerini yüce Allah için de vacip görmüşlerdir. Yine kula yasak ve haram saydıkları şeylerin benzerlerini Allah için de yasak ve haram saymışlardır. Allah’ın hikmetini ve adaletini kavrayamayan kıt akıllarıyla buna da adalet ve hikmet adını verdikleri gibi, Allah’ın genel meşiyetini ve tam kudretini kabul etmeme, O’nun “her şeye kadir” oluşunu ön görmeme, “Allah’ın dilediği olur, dilemediği olmaz” dememe, O’nun her şeyi yarattığını ikrar etmeme ve Allah’ın münezzeh olduğu zulmü işleyebileceğini tasavvur etme durumunda kalmışlardır. Oysa yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Her kim, mü’min olarak iyi olan işlerden yaparsa, artık o, ne zulümden ne de hakkının çiğnenmesinden korkar.” (Taha, 112)

Başkasının işlediği zulümlerin kendisine yüklenmesinden ve iyiliklerinin çiğnenmesinden korkmaz. Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur:

“Benim huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara asla zulmedici değilim.” (Kaf, 29)

Peygamberimiz (s.a.v.) de İmam Ahmed, Tirmizi ve başkalarının rivayet ettiği “belge” hadisinde şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet günü ümmetimden bir adam getirilir. Önüne doksan dokuz sicil açılır. Her bir sicil göz alabildiğince uzanır. Ona denilir ki: Burada yazılanlardan inkâr ettiğin bir şey var mı? Hayır, ya rabbi! der. Denilir ki: Bir mazaretin veya bir iyiliğin var mıdır? Hayır, ya rabbi! der. Allah buyurur ki: Aksine, senin işlediğin bir iyilik vardır. Bu gün sana hiçbir haksızlık edilmeyecektir. Sonra ona bir belge gösterilir. Üzerinde “Eşhedu en lailahe illallah” yazılıdır. Bu belge terazinin bir kefesine, diğer siciller de öbür kefesine konur. Sicillerin bulunduğu kefe yukarı doğru kalkarken, belgenin bulunduğu kefe ağır basar.” (Tirmizi, İman, 17, İbni Mace, Zühd, 35, Ahmed, 3/213, 222)

Bu hadiste peygamberimiz (s.a.v.) kula haksızlık edilmeyeceğini, bilakis iman ettiği tevhidden dolayı ödüllendirileceğini haber veriyor.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzal, 7-8)

Kendilerine “adaletçiler” adını veren grupların büyük kısmı şu görüştedir:

Büyük bir günah işleyen kişinin bütün iyilikleri boşa gider ve ebediyen ateşte kalır. Oysa Allah ve Resulü’nün zulüm dediği de budur. Güya Allah’ın zulümden münezzeh olduğunu söylerler, ama Allah’ı böyle bir zulümle vasfetmek durumunda kalıyorlar. Böylece Allah’ın dilediği kimseyi rahmetinin ve lutfünün kapsamına almasını, engin bir hikmete dayalı olarak dilediği şeyi yaratmasını da zulüm olarak nitelendirmiş oluyorlar. Bu meselelerle ilgili açıklamalar daha uzundur, ancak burası detaylı açıklamaların yeri değildir. Sadece çeşitli grupların bu meseleler hakkındaki düşüncelerinin temellerine dikkatleri çekmek istedik.

Mutezililer ve onlarla aynı görüşü paylaşan şiilere göre, Allah’ın din hususunda kulları için maslahata en uygun olanını yapması vaciptir. Ama kulun dünyası için maslahata en uygun olanını yapmasının da vacip olması hususunda aralarında tartışma çıkmıştır. Sonunda tuttukları yol şudur:

Allah, yaratılmış dinsel bir maslahatla ilgili olarak yaptığından başkasını yapmaya kadir değildir. Sapan birini hidayete erdirmeye ve hidayet üzere olan birini de saptırmaya kadir değildir.

Fakat fıkıhçılar, hadisçiler ve kerramiye gibi kelâmcı gruplar, ayrıca felsefeciler gibi her şeyin bir illetinin olmasını savunan gruplar, bu hususta onlarla aynı görüşü paylaşmamaktadırlar. Bilakis diyorlar ki:

Allah, kendisinin bildiği bir hikmete dayalı olarak yaptığını yapar. Kullar da, en azından bazı kullar O’nun bu hikmetinden haberdar olmalarını dilediği kadarını bilebilirler. Bunu bilmeyebilirler de. Allah’ın yaptığı genel işler, genel bir hikmete ve genel bir nahmete dayanır. Hz. Muhammed’i (s.a.v.) peygamber olarak göndermesini buna örnek verebiliriz.

Nitekim bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107)

Çünkü Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamber olarak gönderilmesi mahlûkat için en büyük nimettir ve bunda yaratıcının da en büyük hikmeti, kullarına yönelik rahmeti vardır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Andolsun ki, içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, kendilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur.” (Al-i İmran, 164)

Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur:

“Aramızdan Allah’ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler de bunlar mı!, demeleri için onların bir kısmını diğerleri ile işte böyle imtihan ettik. Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi?” (En’am, 53)

Bir başka ayette de şöyle buyurmuştur:

“Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükafatlandıracaktır.” (Al-i İmran, 144)

Yine bir ayette şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın nimetine nankörlükle karşılık vereni görmedin mi?” (İbrahim, 28)

Bazılarınca bu ayette sözü edilen nimetten maksat Hz. Muhammed’dir (s.a.v.)