Kubh ve hüsün konusunda insanların üç gruba ayrılması

Bundan maksat da şudur:

Aklın bir takım şeyleri iyi ve bir takım şeyleri de kötü olarak nitelendirme yetkisine sahip olması meselesi, kader meselesinin ayrılmaz bir parçası değildir. Bunu belledikten sonra, bilmek gerekir ki, aklın bir takım şeyleri iyi, bir takım şeyleri de kötü olarak nitelendirme yetkisine sahip olması meselesi ile ilgili olarak insanlar üç gruba ayrılmışlardır:

İki aşırı uç ve bir de orta yolu tutanlar...

Taraflardan biri, aklın iyi ve kötü görme yetkisini kabul eder ve bunun fiilin zati sıfatı olup ondan ayrılmadığını savunur. Onların nazarında şerait, sadece bu vasfı ortaya çıkarır. Bu gibi sıfatların bir sebebi de yoktur. Bu, Mutezile’nin görüşüdür ve zayıf bir görüştür. Buna rabbin mahlûkatla karşılaştırılması da eklenince şunu söylemek durumu ortaya çıkar:

Mahlukatta güzel olarak belirginleşen şey, yaratıcıdan da güzel olarak belirginleşir. Mahlukattan kötü olarak sadır olan şey, yaratıcıdan da kötü olarak sadır olur. Bunu dediğimizde, Kaderiyecilerin diğer batıl görüşlerine de zemin hazırlamış oluruz. Tecviz ve ta’dil bağlamında söyledikleri diğer yanlış çıkarsamaların dayanağı da bu görüştür. Bunlar fiiller bağlamında müşebbihedirler. (Allah’ı mahlûkata benzetirler) fiiller bağlamında yaratıcıyı mahlûkata, mahlûkatı da yaratıcıya benzetirler. Hiç kuşkusuz bu, batıl bir görüştür. Tıpkı sıfatlar bağlamında yaratıcının mahlûkata ve mahlûkatın da yaratıcıya benzetilmesinin batıl olması gibi.

Örneğin, Yahudiler yüce Allah’ı, beri ve münezzeh olduğu noksanlıklarla vasfettiler ve Onu mahlûkata benzettiler. Yoksul, cimri ve zayıf görüşlü olarak vasfetmeleri gibi. Kuşku yok ki, onların bu anlayışları batıldır. Çünkü yüce Allah bütün noksanlıklardan münezzehtir ve hiçbir noksanlık barındırmayan kemal sıfatlarına sahiptir. O, kemal sıfatları itibariyle mahlûkatın sıfatlarından birine benzemekten de yücedir, münezzehtir. Sıfatları itibariyle O’na denk hiç kimse yoktur. Ameli, kudreti, iradesi, rızası, gazabı, yaratması, istiva etmesi, gelmesi, inmesi vb. gibi kendisine ilişkin nitelemeleri veya resulü’nün O’na dair nitelemeleri itibariyle de mahlûkata hiçbir şekilde benzemez.

Selefin bu husustaki mezhebi, Allah’ın kendisini vasfettiği ve peygamberinin (s.a.v.) O’nu nitelediği gibi vasfetmek, tahrif ve tatil (sıfatları bütünüyle olumsuzlamak, Allah’ı sıfatsızlaştırmak) sapmalarına asla yönelmemek şeklindedir.

Allah’ın sıfatlarını mahlûkatın sıfatlarına benzetmezlerdi. Allah’ın sıfatlarını olumsuzlayan, Allah’ı sıfatsızlaştırmaktadır (Muattala). Allah’ı sıfatsızlaştıran da olmayan bir şeye tapmış olur.

Müşebbihe (benzeten) ise, somutlaştırmacıdır. Somutlaştırmacı ise bir puta tapmaktadır.

Selef mezhebi, sıfatları somutlaştırmadan ispat etme, sıfatsızlaştırmadan tenzih etme esasına dayanır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şura, 11)

Bu ifade, somutlaştırmacılara bir cevap niteliğindedir. Aynı ayetin devamında ise şöyle buyurmuştur:

“O, işitendir, görendir.” (Şura, 11)

Bu da Allah’ı sıfatsızlaştıranlara cevap niteliğindedir. Allah’ın fiilleri mahlûkatın fiillerine benzetilemezler. Çünkü mahlûkat bütünüyle O’nun kullarıdır. Zulmederler, çirkin hayasızlıklar işlerler. Allah onların bu gibi fiilleri işlemelerine engel olmaya kadirdir. Allah’ın fiillerini mahlûkatın fiillerine benzettiğimiz zaman, kulların işledikleri çirkinlikler, aynı zaman da O’nun da çirkinlikleri olurlar. Bundan dolayı da yergiyi hakkeder. Ama yüce mahlûkatın çirkinlikleri yüce Allah’a nispet edilemezler. Çünkü kullarını, mahlûkatı bu özellikte yaratmasının gerisinde üstün bir hikmet ve büyük bir nimet vardır. Bu, selefin, fukahanın ve Allah’ın yaratmasının ve emrinin bir hikmete dayandığını kabul edenlerin görüşüdür

Allah, hiçbir şeyi bir hikmete dayalı olarak yaratmaz, bir hikmete dayalı olarak emretmez, diyenler, tercihi gerektiren bir etken olmaksızın iki eşitten birini tercih etmekten ibaret olan iradeden başka bir şey ispat etmiş olmazlar. İbn-i Kilab’ın ve ona tabi olanların görüşünün aslı da budur. Bu, Kadireycilerin ve Cehmiyecilerin görüşünün de aslıdır.

Aklın iyi ve çirkin görme yetkisi mes’elesi ile ilgili diğer görüş ise şudur:

Fiiller, hükümlerden ibaret olan sıfatları da, hükümlerin illetleri olan sıfatları da kapsamazlar. Bilakis, kadir olan Allah, eşit iki şeyden birini emretmiştir, diğerini değil. Salt iradeden dolayı. Bir hikmetten dolayı değil veya yaratma ve emirde olan bir maslahattan dolayı da değil.

Diyorlar ki:

Allah’ın, kendisine ortak koşulmasını emretmesi ve sadece kendisine ibadet edilmesini nehyetmesi caizdir. Zulüm ve çirkinlikleri emretmesi, iyilik ve takvayı nehyetmesi de caizdir. Hüküm olarak vasfedilen hükümler, salt nispet ve izafeden ibarettirler. Onlara göre maruf olan bir şey kendisi itibariyle maruf değildir. Yine onlara göre münker olan bir şey de kendisi itibariyle münker değildir. Hatta:

“Onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar.” (Araf, 157) ayetini de şöyle anlarlar:

Onlar, emrettikleri şeyleri onlara emrederler, nehyettikleri şeyleri de nehyederler. Helâl kıldıkları şeyleri helâl kılarlar ve haram kıldıkları şeyleri de haram kılarlar. Bilakis emretme, nehyetme, helâl kılma ve haram kılma, onlara göre, kendileri itibariyle bu nitelikte değildirler. Maruf, münker, temiz ve pis de öyle. Bunlar, sadece insan doğasına uygun ifadelerle dile getirilmişlerdir. Bu da, onlara göre, rabbin marufu sevdiğini, münkerden de buğzettiğini göstermez.

Bu görüş ve bundan kaynaklanan diğer değerlendirmeler de önceki gibi kitap ve sünnete muhalif zayıf bir görüştür. Selef kuşağının ve fukahanın icmaı’na da aykırıdır. Apaçık akli kanıta aykırı olması da cabası. Çünkü yüce Allah kendisini çirkin hayasızlıklardan tenzih etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Allah kötülüğü emretmez.” (Araf, 28)

Aynı şekilde hayır ve şerri bir görmekten de kendisini tenzih etmiştir:

“Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Casiye, 21)

“Öyle ya, Allah’a teslimiyet gösterenleri, o günahkârlar gibi tutar mıyız hiç? Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?” (Kalem, 35-36)

“Yoksa biz, iman edip de iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya Allah’tan korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız?” (Sad, 28)

Bu olumsuzlayıcılara göre, bunları eşit görmekle, bazısını bazısından üstün tutmak arasında da bir fark yoktur. Allah’ın kendisini bu hususların bazısından tenzih etmesi, diğer bazısından tenzih etmesinden daha iyi değildir...

Bu ise, hem nassa, hem de akla aykırı bir anlayıştır.

Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:

“Allah peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir.” (En’am, 124)

Onlara göre, resul göndermenin resulle ilintisi, tıpkı hitabın fiillerle ilintisi gibi, ne ilintilemenin öncesinde ne de sonrasında bir niteliğin varlığını gerektirmez.

Fıkıhçılar ve müslüman grupların büyük bir çoğunluğu ise şu görüştedir:

Allah haramları haram kıldı, onlar da haram oldular.

Vacipleri vacip kıldı, onlar da vacip oldular.

Bu bağlamda karşımızda iki durum var.

1 - Biri vacip ve haram kılmadır, ki bu, Allah’ın kelâmından ve hitabından ibarettir.

2 - Biri de vaciplik ve haramlıktır. Bu da fiilin sıfatıdır.

Allah her şeyi bilen ve hikmet sahibidir. Hükümlerin içerdiği maslahatı bilir. Buna dayalı olarak emreder, nehyeder. Bunun gerekçesi de emir ve nehiyde, emredilen ve yasaklanan şey de kullara dair maslahat ve ifsad edici unsurların bulunmasıdır. Bu ise, fiilin hükmünü ispat eder.

Fiilin sıfatına gelince, bu ise, bazen hitap olmaksızın da sabit olabilir. Hitapla da sabitleşebilir.