Allah'ın harekete yatkınlık niteliği

Alemlerin Rabbinden harekete yatkınlık niteliğini olumsuzlayanların temel dayanağı şudur:

Eğer hareket etmeye yatkın olsa, artık hareket fiilinden hiçbir zaman hali olmaz. Bu da sonu gelmez hadiselerin meydana gelmesini kaçınılmaz kılar. İşte buna dayalı olarak hareket sıfatını olumsuzlamışlardır. Oysa bu sıfatı olumsuzlamak sonu gelmez noksanlıkları kaçınılmaz kılar. Hareket sıfatını olumlayanlar ise şunu diyorlar: Asıl kemal budur. Nitekim selef uleması:

Allah, dilediği zaman, daima kelâm sıfatına sahipti. İbn-i Mübarek, Ahmed b. Hanbel v.b. söylediği gibi.

Buhari Nuaym b. Hammad’ın şöyle dediğinden söz eder:

Diri olan faal olandır. Faal olmayan diri olamaz. Cehmiye ekolü ve benzerlerinin fiil ve hadiselerin sürekliliğinin imkânsızlığına ilişkin görüşlerinin yanlışlığı artık bilinmektedir. Nitekim birçok yerde bu konu ayrıntılı olarak ele alınmıştır.

Burada vurgulamak istediğimiz şudur:

Bunlar, böyle söylemekle yüce Allah’ı bu fiillere kadir olmayan biri olarak tanımlamış oluyorlar. Oysa bir şeye kadir olmak onunla ilgili fiilin aslıdır. Onlara göre, Allah, bu durumda başka hiçbir şeye de kadir olamaz. Hem de hiçbir şeye...

Oysa yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:

“Allah’ı gereği gibi tanımadılar.” (En’am, 91)

Valibi, İbn-i Abbas’

ın bu ayetle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet eder:

Bu, kâfirlerle ilgilidir. Ama Allah’ın her şeye kadir olduğuna inanan bir kimse, Allah’ı gereği gibi tanımıştır.

“Allah’ı gereği gibi tanımadılar.”

Ayeti, O’nu tanınması gerektiği şekilde tanımadılar, şeklinde de açıklanmıştır.

Ululanması gerektiği gibi ululamadılar ve vasfedilmesi gerektiği gibi vasfetmediler, şeklinde yorumlayanlar da vardır.

Yüce Allah, bu cümleyi üç yerde tekrarlar.

1 - Birinde muattileye,

2 - Birinde müşriklere,

3 - Birinde de Allah’ın herhangi bir beşere bir şey indirmiş olmasını inkâr edenlere karşı...

Örneğin:

1 - Hac suresinde şöyle buyuruyor:

“Allah’ı bırakıp yalvardıklarınız (...) Onlar Allah’ı gereği gibi tanımadılar. Hiç şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, çok üstündür.” (Hac, 73-74)

2 - Zümer suresinde ise şöyle buyuruyor:

“Onlar Allah’ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler O’nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir.” (Zümer, 67)

3 - En’am suresinde şöyle buyuruyor:

“Allah’ı gereği gibi tanımadılar. Çünkü “Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi” dediler.” (En’am, 91)

Buhari ve Müslim’de İbn-i Mesud’dan şöyle rivayet edilir:

Yahudi bilginlerinden biri peygamber efendimize (s.a.v.) dedi ki:

Ey Muhammed! Allah kıyamet günü gökleri bir parmağının, yeri bir parmağının, dağları ve ağaçları bir parmağının, suları, ıslaklıkları ve diğer mahlûkatı bir parmağının üzerine koyar. Sonra onları sallar ve şöyle der:

Melik benim. Peygamberimiz (s.a.v.) bilginin sözlerini tasdik mahiyetinde güldü, ardından “Allah’ı gereği gibi tanıyamadılar” ayetini okudu.

Yine Buhari ve Müslim’de Ebu Hureyre’den şöyle rivayet edilir: (Buhari, Tevhid 36, Müslim, Münafıkîn 19-20)

Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki:

“Yüce Allah kıyamet günü yeri avucuna alır, göğü de dürüp sağına alır, sonra şöyle der:

Melik benim. Nerede yerin kralları? Sonra, nerede zorbalar? Nerede büyüklenenler? der.” (Buhari, Rikak, 44. Müslim, Münafıkîn, 23)

Aynı şekilde Buhari ve Müslim’de İbn-i Ömer’den şöyle rivayet edilir:

Yüce Allah kıyamet günü gökleri dürüp sağ eline alır, sonra şöyle der:

“Hükümdar benim. Nerede zorbalar? Nerede büyüklenenler?” (Buhari, Tevhid 6. Müslim, Münafıkîn, 24)

Bu hadisin Müslim’deki versiyonunun lafzı şöyledir:

“Cabbar olan yüce Allah göklerinin ve yerinin tümünü eline alır; toplar ve yayar. Sonra şöyle der:

Hükümdar benim. Cabbar benim. Melik benim. Nerede zorbalar? Nerede büyüklenenler? O sırada Resulullah (s.a.v.) sağa ve sola sendeliyordu. Minbere baktım, aşağı kısmı sallanıyordu. Acaba, dedim, Resulullah’ı (s.a.v.) düşürmesin?” (Müslim, Münafıkîn, 25)

Sünen kitaplarında Avf b. Malik el-Eşcai’nin şöyle dediği rivayet edilir:

Bir gece Resulullah (s.a.v.) ile birlikte ibadet ediyordum. Resulullah (s.a.v.) önce Bakara suresini okudu.

- Rahmetten bahseden bir ayete geldiğinde, mutlaka durur ve Allah’tan rahmetini isterdi.

- Azaptan bahseden bir ayete geldiğin de, mutlaka durur ve azaptan Allah’a sığınırdı.

Sonra kıyamda durduğu miktar kadar rükuda durdu ve şunları söyledi:

“Ceberut, Melekut, Kibriya ve azamet sahibi Allah’ı tenzih ederim. Sonra kıyamda durduğu miktar kadar secdede durdu ve rüku da söylediklerinin aynısını söyledi. Ardından kalktı Al-i İmran suresini okudu. Sonra başka bir sure okudu.” Ebu Davud, Nesai ve Tirmizi eş-Şemail’de rivayet ederler. (Tirmizi, Mevakıt, 79, Nesai İftitah, 77, Darimi, Selat, 69, Ahmed, 6/24)

Tirmizi “Ceberut, Melekut, Kibriya ve azamet sahibi Allah’ı tenzih ederim.” ifadesiyle ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapar:

Bu dört hususta bazı kullar Allah’la çekişmeye girerler. Nitekim yüce Allah:

“Nerede hükümdarlar? Nerede zorbalar? Nerede büyüklenenler?” diyerek buna işaret eder. Yine şöyle der:

“Azamet benim perdemdir. Kibriya benim örtümdür. Kim bunları benden çekip almaya çalışırsa ona azap ederim.” (Ebu Davud, Libas, 25, İbnu Mace, Zühd, 16)

Dolayısıyla Allah’ın sıfatlarını olumsuzlayanlar, O’nu gereği gibi tanımamışlardır. Çünkü onlara göre Allah, hiçbir şey tutmaz, hiçbir şey kabzetmez ve hiçbir şeyi dürüp toplamaz. Hatta bütün bunlar O’nun açısından imkânsızdır. Allah bunlara güç yetiremez. Dolayısıyla onlar gerçekte şunu demeye getiriyorlar:

“Allah hiçbir beşere bir şey indirmez.” Bu sonuca iki açıdan varıyoruz:

Birincisi: İndirme, ancak yukarı olmakla mümkün olan bir şeydir. Onlara göre yüce Allah yukarıda değildir. Dolayısıyla yukarıdan bir şey indirmez, oysa yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onun gerçekten Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler.” (En’am, 114)

“Bu kitap izzet ve hikmet sahibi Allah katından indirilmiştir.” (Zümer, 1)

Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir. Bunlar Kur’an’ın indirilişini izah etmeye çalışırken diyorlar ki:

Allah onu bir mahlûkta yarattı. Batılı da ondan aşağıya indirdi. Çünkü “Rabbinden indirilmiştir.” deniliyor ve bu ifade Kur’an’dan başkası için kullanılmamıştır. Sözgelimi, demirin indirilişi mutlak olarak ifade edilir ve “ondan indirildi” denmez. Çünkü demir dağlardan indirilmiştir. Yağmur gökten indirilir. Bundan maksat da onun bulutlardan indirildiğidir. Nitekim yüce Allah bir ayette yağmurun nereden indirildiğine şöyle işaret eder:

“Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?” (Vakıa, 69)

İkincisi: Eğer Kur’an bir mahlûkta yaratılmışsa, o mahlûkun sıfatı ve kelâmı olur. Çünkü bir sıfat bir yerde kaim olduğu zaman, onun hükmü bu yere döner. Ayrıca yüce Allah yaratılmış şeylerle nitelenemez. Eğer nitelendirilirse, bu, O’nun sesleri yarattığı sırada ses çıkardığı, başkalarındaki hareketleri yarattığı zaman hareket ettiği... v.s. anlamına gelir...

Bundan da anlaşılıyor ki, Cehmiye mezhebinin mensupları Allah’ı gereği gibi tanıyamamışlardır. Dolayısıyla söz konusu ayetin kapsamına giriyorlar. Çünkü Allah’ın bir fiile veya dilemesi durumunda konuşmaya, inmeye ve katından bir şey indirmeye kadir olmadığını, buna gücünün yetmediğini tasavvur ediyorlar. Bu nedenle, Allah’ın kudretini, O’nun her şeye kadir olduğunu tasdik etmekten en uzak kimselerdirler. Kadir olmayınca da kuvvetli de olmaz. Dolayısıyla O’nun hiçbir şey yaratmadığını söylemeleri de ve “isteyen de aciz, kendisinden istenen de. Onlar, Allah’ı gereği gibi tanıyamadılar.” (Hac, 72-73) ayetlerinin kapsamına girmeleri de kaçınılmaz olur.

Dolayısıyla onlar, Allah’ın kudretinin ezeli oluşunu da olumsuzluyorlar. Onların sözlerinin gerçek anlamı şudur:

Allah, önceden kadir değilken, sonradan kadir oldu. Bu bakımdan Allah için öngördükleri kudretin bir gerçekliği yoktur.

Bu, son derece önemli bir temel prensiptir. Bu prensibi gereği gibi tasavvur eden kimse, batıl sözleri bütün çıplaklığıyla bilir ve bunların kaçınılmaz sonuçlarını da tespit eder. Sahih rivayetlerin ve aklın apaçık değerlendirmelerinin açık şekilde ortaya koyduğu gerçeği görür. Özellikle bu gibi prensipler, bütün prensiplerin temelini oluştururlar. Bu nedenle, bu prensipler bazında sapan bir kimse, temellerini yitireceği için, öngörülen sonuca ulaşmaktan da yoksun kalır.

Böylece açığa çıkıyor ki, gerçekler bütün çıplaklığıyla gün yüzüne çıktıkça, gözlemin ve kanıtsamanın hakkı verilerek araştırıldıkça, Kur’an’ın ifade ettiği gerçekler, makul diye nitelenen başka olgularla karıştırılma ihtimali bulunmayan sarih aklın öngördüğüne uygundur. Çünkü makul dediğimiz bir şey, başka bir makule benzediğinde karışık ve benzeşen bir olgu olarak belirginleşir.

Nitekim Mücahit:

“Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar...” (En’am, 159) ayeti hakkında şunları söylemiştir:

“Burada bid’at ve şüphe ehli gruplar kast edilmiştir. Çünkü onlar, şeriat açısından bid’at olan fiillerin peşinde, akıl olarak da kuşkuların girdabında bocalamaktadırlar.”

Doğrusu, şeriata uygun olup aklen açık ve anlaşılır olandır. Çünkü yüce Allah, Kur’an’ın kendisinden indiğini, katından bir indirme olduğunu, kendi sözü olduğunu, onun beşer sözü olduğunu söyleyenlerin küfre girdiğini bildirmiştir.

Yine, onun meleklerden değerli bir elçisi ve beşerden değerli bir elçinin sözü olduğunu haber vermiştir. Bir elçi, elçiyi gönderenin varlığını kaçınılmaz kılar. Dolayısıyla açığa çıkıyor ki, gerek melek elçi ve gerekse beşer elçi Kur’an’ı sadece tebliğ etmiştir; kendinden ona herhangi bir şey katmamıştır. Aynı şekilde yüce Allah onu Arapça bir Kur’an kıldığını da haber vermiştir. Öte yandan yüce Allah, daha önce katından inen kitaplardan sonra yeni bir kitabın inmiş olmasıyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

“Rablerinden kendilerine ne zaman yeni bir ihtar gelse...” (Enbiya, 2)

Başka bir yerde de muayyen bir kelâmın muayyen bir vaktinin olduğunu ifade etmiştir:

“Oraya vardığında kendisine: Ey Musa! diye seslenildi.” (Taha, 11)

Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur:

“Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, Adem’e secde edin! diye emrettik.” (Araf, 11)

Allah’ın indirdiği Kur’an’ın “mahlûk” olduğunu söyleyenlerin elindeki tek kanıt, Allah’ın dilemesi ve kudretiyle konuştuğuna dair nasslardır. Kuşkusuz bu doğrudur. Ama bu doğru sonuca şunu da eklediler:

Allah’ın dilemesiyle olan bir şey, O’nun zatıyla kaim olmaz. Böylece büyük bir yanlışlığın içine düştüler; hakkı batıla karıştırdılar. Bunun sonucunda Kur’an’ın dile getirdiği şeriata ve akla uygun hakikatleri kendi uydurdukları bid’at ve şüphelere bulaştırdılar.

Aynı şekilde, Kur’an’ın “Kadim = öncesiz” olduğunu söyleyenlerin elindeki tek kanıt da, onun Allah ile kaim olduğunu ifade eden nasslardır. Ama bu kanıtın normal sonuçlarına şunu da eklediler:

Allah’ın zatı ile kaim olan bir şey, O’nun dilemesi ve kudretiyle olmaz. Böylece bu hususta affedilmez bir hataya düştüler ve hakkı batıla karıştırmak durumunda kaldılar. Öncekiler:

“Biz onu Arapça bir Kur’an kıldık.” (Zuhruf, 3) ayetini, Kur’an’ın Allah’tan ayrı ve “mahlûk” kılındığı şeklinde yorumladılar ve dediler ki:

Burada geçen “ceale” fiili “Halaka = yarattı” anlamındadır. Diğerleri ise, “onu kıldık” ifadesinin “onu adlandırdık” anlamında olduğunu söylediler. Buna kanıt olarak da aşağıdaki ayette “cealu” kelimesinin “adlandırdılar” anlamında kullanılmış olmasını gösterdiler:

“Onları, Rahman’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar.” (Zuhruf, 19)

Oysa böyle bir değerlendirme, herhangi bir şeyle ilgili olarak hak veya batıl bir sıfat tasavvur eden, aynı zamanda tasavvur ettiği sıfat da gizli olan, biriyle ilgili olarak geçerli olur ve denir ki:

Onun şöyle olduğunu haber verdi...

Fakat Kur’an’ın Arapça olduğu açıktır; ayrıca Arapça olduğunu haber vermeye ihtiyaç yoktur. Sonra, onun Arapça olduğunu söyleyen herkes, bu itibarla onu Arapça olarak isimlendirmiş olur. Sadece yüce Allah, onu Arapça kılmıştır. Çünkü onu söyleyen ve indiren O’dur. O halde yüce Allah’ın onu Arapça bir Kur’an kılması, kendisiyle kaim olan bir fiille gerçekleşmiştir. O da, onu söylemesi, onun -diğer bütün dillerden ayrı olarak- Arapça söylenmesini seçmesi ve Arap diliyle indirmesidir.

Bu nedenle Ahmed şöyle der:

Kılmak = ceale fiili, Allah ile ilgili olarak kullanıldığı zaman bazen “yaratma”, bazen de başka bir anlam ifade eder. Çünkü “kılmak” (el-Ca’lu) bir fiildir. Fiil de bazen geçişli (müteaddi) olur, yani kendisinden ayrı olan bir mef’ula geçiş yapar. Yaratma gibi. Bazen de geçişsiz (lazım) olur, ama bunun da dilin mantığı içinde fiille kaim olan bir mef’ulu vardır.

Örneğin, konuşma... Bilindiği gibi, konuşma, konuşan ile kaimdir. Sözün kendisi de konuşan ile kaimdir. Yüce Allah Kur’an’ı Arapça kılmıştır. Kılma O’nunla kaimdir. Arapça Kur’an da O’nunla kaimdir. Çünkü söz iki şeyi içerir.

Birincisi, fiildir. Yani konuşmadır.

İkincisi ise, bu fiil aracılığıyla gerçekleşen düzenli harfler ve seslerdir. Bu yüzden “söz” bazen bir tür fiil olarak algılanır, bazen de fiilin bir hissesi gibi değerlendirilir. Bu olguları başka yerlerde ayrıntılı olarak açıklamıştık.

Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.

Başka bir yerde şunu demiştik:

Bir kimse, batıl olan bir şeye karşı nakli ve akli bir kanıt ileri sürdüğü zaman, bunun kanıt olarak değer görmesi için, hakkını tam vermek ve delalet ettiği şeyi, delalet etmediği şeyden ayırmak gibi zorunlu bir niteliğe sahip olması gerekir. O zaman, bu kanıtın, karşı tarafın iddiasının batıl ve fasit olduğuna delalet ettiği kesin olarak açığa çıkar. Ve bu, hak ehli için bir kanıt muamelesi görür. Sahih kanıtların, medlulleri (kanıtladıkları) de haktan başka bir şey olamaz. Çünkü hak kendi içinde çelişki barındırmaz. Bilakis parçaları, birbirini tasdik eder.

Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.