Mutezile ve Cebriye'nin görüşü

Kader meselesine dalanlar bu meselede bocalamışlar. Mutezile gibi kaderi olumsuzlayan gruplar şöyle demişler:

Küfür, fısk ve günah gibi olgular çirkin davranışlardır. Allah ise, müslümanların ittifakıyla çirkin fiillerden münezzehtir. Dolayısıyla bunlar Allah’ın fiilleri olamazlar.

Cebir düşüncesine eğilimli olan bazı gruplar da onlara cevap mahiyetinde şöyle demişlerdir:

Bilakis, bunlar Allah’ın fiilleridir, kulların değil. Olsa olsa kulların kazancı sayılabilirler. Buna ek olarak şöyle demişlerdir:

Kulun gücünün ne güç yetirdiği şeyin meydana gelmesi üzerinde, ne de bu şeyin herhangi bir özelliği üzerinde bir etkisi yoktur. Sadece yüce Allah yasasını, kulun güç yetirdiği şeyin olmasının onun gücüyle eş zamanlı olması şeklinde yürürlüğe koymuştur. Dolayısıyla kulun gerçekleştirdiği bir fiil, var etme ve meydana getirme bakımından Allah’ın yarattığı, kazanma bakımından da gücüyle eş zamanlı olduğu için kulun eylemidir. Ayrıca şunu demişlerdir:

Kul fiillerinin meydana getiricisi ve var edicisi değildir. Fakat şunu da demişlerdir: Bununla beraber biz, salt Cebriye düşüncesini savunmuyoruz. Bilakis biz, kulun meydana getirici, oldurucu bir kudretinin olduğunu kabul ediyoruz. Salt Cebriyecilik ise kul için hiçbir güç ön görmez.

Böylece kulun fiilleri bağlamında savundukları kazanma olgusu ile yaratmayı birbirinden ayırmaya çalışmışlar ve şöyle demişler:

Kazanma, güç yetirilen şeyin oldurucu gücle eş zamanlı olmasından ibarettir. Yaratma ise, kadim (öncesiz) kudretin güç yetirilenidir. Ayrıca:

Kazanma; kudretin mahalli ile kaim olan fiildir, yaratma ise, kudretin mahilinin dışındaki fiildir, demişlerdir.

Diğer gruplarsa onlara şu karşılığı vermişlerdir: Bu, kulun kendisinin kazanma olması ile fiil olmasını ayırmayı gerektirmez. Aynı şekilde var eden, meydana getiren, yapan ve işleyen...

Olmasını da ortadan kaldırmaz. Çünkü kulun fiili, meydana getirmesi ve yapması da sonradan olma kudretin güç yetirdiğidir. Dolayısıyla meydana getirici kudretin mahallinde kaimdir.

Aynı şekilde böyle bir ayırımın gerçekliği de yoktur. Çünkü güç yetirilenin kudretin mahallinde olması veya mahallinin dışında olması, gücün onun üzerindeki etkisinin kendisine dönük olmaz. Bununsa iki temel argümanı olmak durumundadır:

Yani, Allah kendisi ile kaim olmayan fiile güç yetirmez. Ve O’nun alemi yaratması alemin kendisinden ibarettir...

Müslüman ve müslüman olmayan bütün akıl sahibi kimseler bunun aksini savunmaktadırlar.

İkincisi:

Kulun kudretinin güç yetirdiği şey ancak kulun varlığının mahallinde olabilir, onun güç yetirdiği hiçbir şey onun varlığının mahallinin dışında olamaz. Bu hususla ilgili uzun tartışmalar olmuştur. Burası bu tür tartışmaları uzun uzadıya anlatmanın yeri değildir.

Ayrıca, etki salt yakın olma (güç ile güç yetirilen şeyin denk gelmesi) olarak açıklanacak olursa, ayırıcının mahalde olması ile mahallin dışında olması arasında da bir fark olmaz.

Hem tartışmacılar onlara şunu da söylemişler:

İnsan fıtratının temel bir kabulüdür ki, adalet fiilini işleyen kimse adil, zulüm fiilini işleyen kimse zalim, yalan fiilini işleyen kimse yalancıdır. Kul yalanının, zulmünün ve adaletinin faili değilse, bilakis Allah bunların faili ise, bu durumda yalan ve zulümle nitelenmesi gereken Allah olur. -Devamla şunu söylemişler- Sizin de diğer sıfatiyecilerin de kabul ettiği gibi, insan fıtratının temel kabullerinden biri de şudur:

İlim kiminle kaimse, alim odur, kudret kiminle kaimse, kadir odur, hareket kiminle kaimse, hareket eden odur, konuşma kiminle kaimse, konuşan odur ve irade kiminle kaimse irade eden odur. Siz diyorsunuz ki:

Kelâm (konuşma) mahlûk olduğuna göre, Allah’ın kelâmı yarattığı mahallin kelâmıdır, tıpkı diğer sıfatlar gibi. Dolayısıyla bu, diğer sıfatların da kaim oldukları, fiilleri işleyen kimseler için de geçerli olan bir kaidedir.

Şunu da söylemişler:

Kur’an’da bu tür fiillerin kullara izafe edildiğinin birçok örnekleri vardır.

“Yaptıklarına karşılık olarak..” (Secde, 17, Vakıa, 24)

“Dilediğinizi yapın..” (Fussilet, 40)

“De ki: Yapın! Amelinizi Allah görecektir.” (Tevbe, 105)

“İman edip iyi işler yapanlar..” (Bakara, 277; Yunus, 9; Hud, 23)

Bunun gibi daha birçok ayeti örnek verebiliriz.

Bir de şunu söylemişler:

Şeriat da, akıl da kulun yaptığı iyi ve kötü işlerden dolayı övüleceği ve yerileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Eğer bunları ondan başkası yapmışsa, övülmesi ve yerilmesi gereken bu başkası olmalıdır.

Aslında mesele hakkında uzun açıklamalar verilebilir, fakat burası bu açıklamayı uzun uzadıya yapmanın yeri değildir. Ancak bu müşkül konu ile ilgili yararlı bazı hususlara dikkat çekme gereğini duyuyoruz, ve diyoruz ki:

Biri: Şu şunu yaptı, bunu yaptı, dediği zaman, bu, özü itibariyle icmali bir lafızdır. Çünkü bu tür lafızlarla bazen fiilin kendisi, bazen de mastarın müsemması kast edilir. Birisi:

Şunu yaptım.. Bunu ettim... Dediği zaman, eğer amelle, insanın namazı, orucu gibi masdarın müsemmasını oluşturan fiilin kendisini kast ediyorsa, amel burada edilen, yapılan şeydir. Dolayısıyla burada mastarın müsemması ile fiil birleşmiş olur. Eğer bununla, elbise dikmek, evi bina etmek gibi kişinin amelinden hasıl olan şeyi kast ediyorsa, burada amel işlenen (mamul) şeyden başkasıdır.

Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:

“Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar geniş leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı...” (Sebe, 13)

Bu ayette yüce Allah, yapılanların tümünü cinlerin işlemeleri (mamulleri) olarak nitelendiriyor. Aşağıdaki ayet de bu kapsamda değerlendirilebilir:

“Sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı.” (Saffat, 96) çünkü bu ayetin gramatik çözümlemesiyle ilgili en sahih görüşe göre, ayetin orijinalinde geçen “ma” edatı “ellezi” anlamında kullanılmıştır ve bundan maksat da, onların kendi elleriyle taşlardan, ağaçlardan v.s. yonttukları putlardır. Bu ve bundan önceki ayeti birlikte ele aldığımız zaman bunun kast edildiği daha açık bir biçimde görülür:

“Yonttuğunuz şeylere mi ibadet edersiniz! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı.” (Saffat, 95-96)

Yani, sizi de, sizin yonttuğunuz putları da Allah yarattı.

Huzeyfe’nin (r) peygamber efendimizden (s.a.v.) rivayet ettiği şu hadis de buna örnek oluşturmaktadır:

“Allah her yapanın da, yaptıklarının da yaratıcısıdır.” (Hakim, el-Müstedrek 1/31, 32)

Şu da var ki, yukarıda örnek verdiğimiz ayet, bir başka açıdan Allah’ın kulların amellerinin yaratıcısı olduğunun kanıtı olarak da ileri sürülmüş ve denilmiştir ki:

Allah onların yontma işlerinin de yaratıcısı olduğuna göre, bu, onların bu yontmalar üzerinde meydana getirdikleri bileşimlerin de yaratıcısı olmasını da gerektirir. Çünkü bunlar ancak bu bileşimler sayesinde put olabilmişlerdir. Aksi takdirde bu olmadan, bunların onların yapıp ettikleri şeyler olmalarına imkân olmazdı. Bu demektir ki, Allah onların fiillerinin de yaratıcısıdır.

İşin özü şudur: “fiil”, “amel” ve “sanat” gibi lafızlar tıpkı “bina etme” “dikiş yapma” ve “marangozluk” gibi hem mastarın müsemması, hem de yapılan şey için kullanılırlar. Aynı şekilde “tilavet”, “kıraat”, “kelâm” ve “söyleme” gibi fiiller de hem masdarın müsemması için kullanılırlar, hem de söylemenin ve kelâmın kendisinden hasıl olan şey için kullanılırlar. Dolayısıyla tilavet ve kıraat ile okunan ve tilavet edilen Kur’an’ın kendisi kastedildiği gibi, masdarın müsemması da kastedilebilir.

İşin özünü biraz daha irdelersek: Bir kimse:

Bu tasarruflar Allah’ın fiilleridir veya kulun fiilleridir, dediği zaman, bununla eğer bunların masdar anlamında Allah’ın fiilleri olduklarını kast ediyorsa, bu batıldır. Bu hususta müslümanlar müttefiktirler ve açık aklı kanıt da bunu desteklemektedir. Ama bunların Allah’ın fiilleri olduklarını söyleyip de bununla onların tıpkı diğer yaratılmışlar gibi Allah tarafından yapılmış ve yaratılmış olmalarını kast ediyorsa bu söylediği haktır.