Bu gibi bid'atlardan nasıl kurtulunur?

Ancak bazı şeyleri sevmek ve bazı şeylerden de buğzetmek durumunda olduğunun bilincinde olan kimseler bu tür sapmalardan kurtulabilir. Bazı şeylerden buğzetmesi, bazı şeyleri de sevmesi gerektiğini, bazı şeylerden sevinç, bazı şeylerden de öfke duyması gerektiğini düşünen kişi bu tür bir anlayışın tuzağından paçasını sıyırabilir. Tıpkı peygamberlerin haber verdikleri gibi. Ve tıpkı semavi kitapların dile getirdiği gibi. İşte:

Allah’tan başka ibadete layık ilah olmadığına ve Muhammedin Allah’ın resulü olduğuna şehadet ederim, cümlesiyle tanıklık edilen gerçek budur. Bu tanıklığı yapan kimse, peygamberlerin getirdiği tevhid inancının, sırf Allah’a kulluk sunma ve Ona hiçbir şeyi ortak koşmama esasına dayalı olduğunu bilen kimsedir. Bu yüzden sadece Allah’a kulluk eder, başka düzmece ilahlara tapmaz.

Bu anlayışa sahip kimsenin Allah’a sunduğu ibadetin temelinde, Allah’a yönelik mükemmel sevgi ve O’nun karşısında tam bir zelillik duygusu yatar.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Rabbinize dönün ve ona teslim olun.” (Zümer, 54)

Bu emrin bilincinde olan kişi, Allah’a döner ve kalbini O’na teslim eder. Böylece İbrahim’in hanif dinine tabi olur:

“İşlerinde doğru olarak kendini Allah’a veren ve İbrahim’in, Allah’ı bir tanıyan dinine tabi olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah İbrahim’i dost edinmiştir.” (Nisa, 125)

Bu kişi, Allah’ın ve Resulü’nün emrettiği şeyi, Allah’ın sevdiğini, ondan razı olduğunu, Allah’ın nehyettiği şeyden de buğzettiğini, yasakladığını, bunu işleyenlerden intikam alacağını, faillerini cezalandıracağını bilir. Böylece Allah açısından varlıklar arasında fark olduğunu fiili hayatıyla kanıtlamış olur.

Allah’ın, kulun hiçbir ortak koşmadan sırf kendisine kulluk sunmasını sevdiğini ve kendisine bir takım ortaklar koşarak onları Allah’ı sever gibi sevmesinden de buğzettiğini bilir. Bunlar Arap müşrikleri gibi, rububiyet anlamında Allah’ın birliğini ikrar eden kimseler olsalar dahi kendisine ortaklar koştukları için Allah onlardan buğzeder.

Cehmiye’nin kaderci Cebriye anlayışının öngördüğü rububiyet tevhidinde yok olma anlayışı özü itibariyle müşriklerin şu ayette işaret edilen anlayışından farksızdır:

“Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” (En’am, 148) ....

“... Onlardan öncekiler de aynı şekilde yalanladılar ve sonunda azabımızı tattılar. De ki: Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz. De ki: Kesin delil, ancak Allah’ındır. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi.” (En’am, 148-149)

Bu müşrikler, peygamberlerin getirdiği emir ve yasakları inkâr ettikleri, tek ve ortaksız Allah’a ibadet etmekten ibaret olan tevhid inancını reddedip, sadece rububiyet tevhidini ve Allah’ın her şeyin yaratıcısı oluşunu kabul ettikleri için, onlar nazarında, Allah açısından, emredilen ve yasaklanan şeyler arasında bir fark olmadığı yönünde bir anlayış belirginleşti. Bu yüzden:

“Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” (En’am, 148) dediler.

Aslında bu söz doğrunun ifadesidir. Çünkü Allah bunun olmamasını dileseydi, kesinlikle olmazdı. Fakat bunun böyle olmasının onlara bir faydası yok. Bunun son tahlilde anlamı şudur:

Şu şirk ve haram kılma takdir edilmiş bir şeydir. Fakat sırf takdir edilmiştir diye, Allah tarafından sevildiği ve rıza gösterildiği anlamına gelmez. Onlar, Allah’

ın bunu emrettiğine, bunu sevdiğine veya bundan razı olduğuna dair herhangi bir bilgiye sahip değildirler. Bilakis zan besliyorlar ve yalan söylüyorlar.

Şayet kaderi delil göstermeye kalkışırlarsa, kader genel bir olgudur; sırf onların durumlarına özgü değildir.

Eğer deseler ki:

Biz şunu seviyoruz ve şuna da kızıyoruz. Dolayısıyla biz, doğal farklılığı ortaya koyuyoruz. Fakat hak katında böyle bir farklılık yoktur...

Allah’ın bunlara cevabını da yukarıda sunduk. Allah diyor ki:

Allah katında bunlar arasında fark olmadığına dair bir bilgiye sahip değilsiniz....

Şeriatı olumlayan Cehmiye grubu ise şöyle diyor:

Sabit olan bir tek farklılık vardır. O da tevhide nimetin eşlik ettiği, şirke de azabın eşlik ettiğidir. Resulullah’ın (s.a.v.) getirdiği fark da budur. Bunun onlar nazarındaki anlamı da son tahlilde, yüce Allah’ın ileride olacakları bilmesi ve haber vermesidir. Hatta bunların olumladığı bu farklılık şunu sevmelerini ve şuna da buğzetmelerini gerektirici netlikte dahi değildir.

Bunları bazı görüşleri itibariyle müşriklerle uyuşuyorlar; ama her konuda değil. Tıpkı bu ümmetin mecusileri olan Kaderiyecilerin, bazı konularda asıl mecusilikle uyuşurken, her konuda uyuşmamaları gibi. Yoksa Hz. Peygamber (s.a.v.) onları tek ve ortaksız Allah’a ibadet etmeye, Allah’ı sevmeye, Allah’tan başka bir takım düzmece ilahlar edinip onları sevmemeye, Allah ve Resulü’nü her şeyden çok sevmeye davet etmiştir. Sevgi, bir gerçeği izler. Eğer sevilen kimse, kendisi itibariyle bu sevgiyi hakketmiyorsa, onun her şeyden çok sevilmesi bir yana, herkesin düzeyinde sevilmesi dahi caiz değildir.

Eğer denilse ki:

Allah’ı sevme, Ona ibadet etmeyi ve itaat etmeyi sevme demektir.

Buna cevap olarak denilir ki:

İbadet ve itaati sevmek, ibadet edilenin ve itaat edilenin sevgisinin bir uzantısıdır. Kendisi sevilmeyenin, ona yönelik ibadet ve itaat da sevilmez. Bu yüzden insanlar buğzettikleri kimseye itaat etmekten de buğzederler. Birine buğz ettikleri halde, ona yönelik itaati sevmelerine imkân yoktur. Ama arada kendilerince sevilen başka bir olgunun olması başka. İtaatlerinin karşılığı olarak alacakları ücret gibi. Dolayısıyla gerçekte sevilen, itaat ettikleri kimse değil, ona yönelik itaatin karşılığı olarak aldıkları ücrettir. Dolayısıyla bu anlamda Allah ve resulü onlar açısından her şeyden daha sevimli değildir. Sadece mahlûkattan elde ettikleri bedel, onlar için her şeyden daha sevimlidir, anlamında bir sevgileri olduğu söylenebilir.

Bu bedele sevgi beslemek te buna ilişkin bir bilince sahip olma şartına bağlıdır. Bu bilince sahip olmayanın söz konusu bedeli sevmesi de imkânsızdır. Eğer denilse ki: İnsanlara, Allah ve Resulü’nü sevmelerine karşılık olarak mahlûkat içinde kendilerine sevimli gelen şeylerin en üstünü ile ödülendirilecekleri vadinde bulunulmuştur. Buna karşılık olarak denilir ki:

Sizin açınızdan Allah ve Resulü’nün sevgisinin bir tek anlamı vardır, o da hedeflediğiniz bu karşılıktır. Karşılık olarak öngördüğünüz şey de hissedilen bir şey değildir ki, sevilebilsin. Eğer denilse ki:

Bilakis bir kimse:

Kendisinden başkasını ancak zatı için sevdiğini söylese, bunun anlamı şudur:

Bana itaat edersen, senin sevdiğin şeylerin en büyüğünü sana veririm...

Böylece kendisine itaat eden kimse, böyle bir karşılık vadettiği için sevilir hale gelir..

Buna cevap olarak denilir ki:

Mesele böyle değildir. Bilakis, bu kişinin kalbi, itaati emreden kişiye yönelik sevgiden yana boş olur. O, amelinin karşılığı olarak kendisine vadedilen ücrete kalbini bağlar. Tıpkı talep ettikleri bir ücret karşılığında bina yapan, dikiş diken veya dokumacılık işiyle uğraşan kimseler gibi. Böyle kimseler bazı durumlarda iş sahibini hiç tanımayabilirler, onu sevmeyebilirler veya onunla ilgili herhangi bir amaç da gütmüyor olabilirler. Bütün gayeleri uğruna çalıştıkları ücretleridir.

Kaderiyeci Cehmiye’nin ve Allah sevgisini inkâr eden Mutezile’nin görüşünün temeli budur. Bu nedenle Mutezile ve onlara tabi olan bazı şii gruplar şöyle derler:

Allah’ı bilmek (marifetullah), manevi vacipleri yerine getirme hususunda bir lütuf olduğu için gereklidir...

Böylece marifetlerin en büyüğünü, aklen vacip olduğunu sandıkları bir şeye tabi kılmış oluyorlar. Onlar Allah sevgisini de inkâr ederler. Allah’a nazar etmekten alınacak lezzet şöyle dursun, Allah’a nazar etmenin kendisini de inkâr ederler.