Ümmetin üç sınıfa ayrılması

Kur'an-ı Kerîm'de getirilen açıklama da bu şekildedir. Kur'an-ı Kerîmde ümmeti bu üç sınıfa ayırmaktadır. Yüce Allah buyuruyor ki:

"Sonra kullarımızdan seçtiklerimize kitabı miras verdik. Onlardan kimisi nefsine zulmedicidir. Kimisi orta yolu tutandır. Kimisi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmiştir.İşte bu büyük lutfun ta kendisidir." (Fâtır, 32)

1 - İman farzını yerine getirmeyen müslüman, nefsine zulmeden kimsedir.

2 - Orta yollu hareket eden kimse farzı yerine getiren ve haram olan şeyleri terkeden mutlak mü'mindir.

3 - Hayırlarla ileri geçen kimse ise, görüyormuş gibi Allah'a ibadet eden ihsan sahibi kimsedir.

Şanı Yüce Allah, ahirette insanların bu üç sınıfa bölünmelerini Vakıa, Mutaffifîn ve İnsan (Dehr) surelerinde zikretmiş, aynı şekilde kâfirleri de söz konusu etmiştir. Burada ise sadece kullarının seçkinlerinin kısımlarını göstermiştir.

Ebu Süleyman Hattabî der ki:

"Bu meselede insanlar ne kadar da çok hataya düşüyorlar"

Zühri şöyle demiştir:

"İslâm, bir sözdür, iman ise ameldir." Buna dair ayeti delil gösterir. Başkası ise İslâm'la imanın aynı şey olduğu görüşündedir. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu delil gösterir:

"Derken orada mü'minlerden onları çıkardık, fakat orada müslümanlardan bir ev halkından başkasını bulamadık" (Zâriyat, 35-36)

Hattabî der ki:

İlim ehlinden iki kişi bu konuda biribirleriyle tartışmış ve onların her birisi bu iki görüşten birisini kabul etmiş, sonunda onlardan biri ötekinin görüşünü reddedip iki yüz yaprağa varan bir kitap yazmıştır.

Hattabî der ki:

Bu konuda doğrudan, bu hususta sözün kayıtlı olarak kullanılması, mutlak olarak konuşulmamasıdır. Şöyle ki:

Müslüman, bazı hallerde mü'min olabilir, bazı hallerde de olmayabilir. Mü'min ise bütün halerde müslümandır. Buna göre her mü'min müslümandır, fakat her müslüman mü'min değildir, işte konuyu bu şekilde ele aldığımız takdirde, bütün ayetlerin doğru bir şekilde açıklanması mümkün olur ve onlara ilişkin olarak söylenecek sözler mutedil olur ve hiçbir hususta ihtilafa düşülmez.

Ben derim ki:

Hattabî'nin kendilerine işaret ettiği iki kişinin birisi -ki o önce olanlarıdır- zannederim Muhammed b. Nasr olmalıdır. Bildiğim kadarıyla İslâm ve iman'ın aynı şey olduğuna ilişkin genişçe açıklamalarda bulunan ehl-i sünnet ve hadise mensup kişi odur. Ondan önce bu konuda geniş açıklamalarda bulunan bir kimse bilmiyorum. Ona bu konuda reddiye yazan kişi ise zannederim... (Asıl nüshada boşluk)

Fakat ben onun reddiyesini görmedim. Hattabî'nin tercih ettiği görüş, imanla İslâm arasında fark gözeten Ebû Ca'fer, Hammad b. Zeyd, Abdurrahman b. Mehdi gibi kimselerin görüşüdür. Ben mütekaddiminden olup da bunlara muhalefet ederek İslâm'ı ve imanı aynı şeyler gibi kabul eden bir kimsenin olduğunu bilmiyorum.İşte bundan dolayı genel olarak ehl-i sünnet, Hattabî'nin de belirttiği şekilde, bu gibi kimselerin görüşünü belirtmişlerdir.

Aynı şekilde Ebu'l-Kasım et-Teymî el-Asbahanî ve onun oğlu Müslim Şârihi Muhammed'le başkalarının da belirttiğine göre, ehl-i sünnetçe tercih edilen görüş şudur:

Hırsızlık yapan ve zina eden kişi hakkında -nassın da açıkça gösterdiği gibi- mü'min adı kullanılmaz. Hattabî de "Buhari Şerhi" nde, isim olarak biribirlerinden ayrı olmakla birlikte, onların birinin diğerini gerektirdiğini ortaya koyan birtakım açıklamalardan söz eder. Begavî de onu "Şerhu's-Sünne" adlı eserinde zikredip şöyle der:

Peygamber (s.a.v) zahir olan amellerin ismi olarak "İslâm" ı kullanmıştır, imanı ise gizli olan,itikatta isim olarak kullanmıştır. Fakat durum böyle değildir. Çünkü ameller imandan olmadığı gibi, kalble tasdik de İslâm'dan değildir. Fakat bu açıklama genelin tafsilatı olup bunların tümü bir şeydir ve bunların tümü de din adı altında toplanır. Bundan dolayı Peygamber (s.a.v):

"Bu Cebraildi size dininizi öğretmek üzere geldi" (Buhârî, İman, 37, Tefsir, 31, sûre, 2; Müslim, İman, 1, 5; Nesâî, İman, 5, 6) buyurmuştur.

Tasdik ve ameli ise, İslâm ve iman adı birlikte içerir. Buna Yüce Allah'ın şu buyrukları delildir:

"Allah katında din İslâm'dır." (Al-i İmran, 19)

"Size din olarak İslâm'ı beğenip seçtim." (Mâide, 3)

"Her kim İslâm'dan başka bir din tanırsa, asla ondan kabul olunmaz." (Al-i İmran, 85)

Böylelikle Yüce Allah hoşnut olup beğendiği ve kullarından kabul edeceği dinin İslâm olduğunu açıklamaktadır. Dinin hoşnut olunup beğenilecek bir konumda olmasıysa, ancak amelle birlikte tasdikin de bulunması halinde düşünülebilir.

Ben derim ki:

Cibril hadisinde Peygamber (s.a.v)'in imanla İslâm'ı birbirinden ayırdetmesi, en üst mertebenin ihsan olmasını, ihsanın da imanı, imanın da İslâm'ı içermesini gerektirmekle birlikte, bunun aksinin doğruluğuna delil değildir. Eğer bunların biribirlerinden ayrılmaz olduklarına delil oluşturduğu varsayılacak olursa, bu ismin ad olduğu şey öbürünün ad olduğu şeyden farklıdır. Ancak tahkik sonucu şunu görürüz:

Önceden de açıklamış olduğumuz gibi, işaret, mücerred zikretmek ve başka şeylerle birlikte zikretmek (tecrid ve ihtiram) hallerinde farklı farklıdır. Her kim bunu iyice anlarsa, birçok taifenin uzak düştüğü birçok mes'eledeki pek çok problem onun için çözülmüş olur. -iman ve benzeri diğer meselelerdeki problemler çözülür- Dinin razı olunup kabul edilecek bir özellikte olması, ancak amelle birlikte tasdikin bulunması halinde söz konusu olabileceği konusunda ifadeleriyse, amelle birlikte imanın da bulunmasının kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Bu da mutlak olarak imanın farz olduğuna delildir. Fakat din demek olan amelin adının İslâm olmadığına delil değildir. Amelin kabulü için imanın şart olması, amelin ondan ayrılmaması gerektiğini ortaya koymaz. Ondan ayrılmayacak bir şey olsa bile, onun müsemmasının bir parçası olması gerekmez.

Şeyh Ebu Amr b. Salah der ki: Hz. Peygamberin:

"İslâm Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehadet etmendir..." buyruğuyla "İman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etmendir..." buyruğu, imanın aslını açıklamaktadır, imanın aslı ise, bâtının tasdikidir. Aynı zamanda İslâm'ın aslını da açıklamaktadır ki, o da zahiren teslim olmak ve bağlanmaktır, İslâm'ın zahiren hükmü iki şehadeti getirmekle sabit olur. Bunlara diğer dört esasın da eklenmesi İslâm'ın şiarlarının en belirgin ve en çoğunluğu teşkil edenleri olduğundan dolayıdır. Kişi bunları yerine getirmekle, teslimiyeti de tamamlanır. Bunları terketmesi ise, onun bağlılığını çözdüğünü ve gevşeklik gösterdiğini ifade eder.

Diğer taraftan iman ismi bu hadis-i şerifte İslâm'a dair getirilen açıklamayı ve diğer itaatleri de kapsamaktadır. Çünkü bunlar imanın aslını teşkil eden bâtının tasdikinin meyveleridir. Onu ayakta tutan esâsları tamamlayıcı hususları ve koruyucularıdır. Bundan dolayı Peygamber (s.a.v) Abdülkays ile ilgili hadis-i şerifte, imanı iki kelime-i şehadet, namaz, zekât, oruç, ganimetin beşte birini vermek diye açıklamıştır, işte bundan dolayı mutlak olarak mü'min adı, bir büyük günah işleyen, yahut bir farzı terkeden kişi hakkında kullanılmaz. Çünkü bir şeyin kamil ismi, onun kamil olanı için kullanılır. Zahiren eksik olan şey hakkında ise belli bir kayıtla kayıtlı bulunmadıkça kullanılmaz, işte Peygamber (s.a.v)'in:

"Zani zina ettiğinde, mü'min olarak zina etmez" (Buhârî, Mezâlim, 30, Eşribe, 1, Hudûd, 1; Müslim, İman, 100; Nesâî, Eşribe, 42) buyruğunda imanın kişiden mutlak olarak nefyedilmesi caiz olmuştur.

"İslâm" adı da aynı şekilde imanın aslı olanı kapsar ki, bu da tasdiktir. Diğer taraftan itaatlerin aslını da kapsar, işte bütün bunlar teslimiyet göstermektir. (Devamla) dedi ki:

Böylelikle bizim yaptığımız açıklama ve tahkikten şu sonuca ulaşılmış oluyor:

İslâm ve iman bazı noktalarda bir araya gelmekte, bazı noktalarda da biribirlerinden ayrılmaktadır. Her mü'min müslümandır, fakat her müslüman mü'min değildir, işte bu, bu konuya dalanların çoğunun yanlışlığa düştüğü iman ve İslâm hakkında varid olmuş nasların değişik olanlarını bir araya getirip uzlaştırmak için yeterli bir tahkiktir. Bizim yaptığımız bu tahkik, hadis ehli ve diğer ilim adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği görüşlere uygun düşmektedir.

Buna bağlı olarak denilir ki:

Allah'ın rahmetine nail olmasını dilediğimiz bu zatın zikrettiği bu hususlarda, imamların görüşleri arasında uygunluk vardır. Aynı şekilde kitap ve sünnetin işaret ettiği şeylere de uygundur. Bununla cumhurun şöyle dediği ortaya çıkmaktadır:

Her mü'min müslümândır, fakat her müslüman mü'min değildir.

Ebû Amr b. Salah'in söylediği:

İmanın ve İslâm'ın aslının söz konusu edildiği hadis şeklindeki sözlerine şöyle denilebilir. Peygamber (s.a.v)'in iman ve İslâm'a ilişkin soruya, sınır içerisinde olanları anlatmak kasdıyla, sınırı belirterek cevap vermek türündendir. Böylelikle onun sözünü ettiği bu hususlar onların asıllarına uygun olmakla kalmaz, iman ve İslâm'a da uygun olur. iman onun zikretmiş olduğu şeylere zahiren ve bâtınen inanmaktır. Fakat iman diye zikrettiği hususlar, İslâm'ı da içermektedir, tıpkı İslâm'ın imanı da içermesi gibi.

Birisinin: Teslimiyetin aslı zahiren İslâm'dır. Buna göre İslâm, Allah'a teslimiyet göstermek, zahiren ve bâtınen onun emirlerine bağlanmaktır, şeklindeki sözüne gelince:

İşte bu, kitap ve sünnetin naslarının işaret ettiği şekilde Allah'ın beğenip noşnut olduğu İslâm dinidir. Bâtını ile değil de, sadece zahiri ile İslâm'a giren bir kimse, zahiri kabul edilen münafık bir kimsedir. Çünkü insanların kalblerinin yarılması emredilmemiştir. Aynı şekilde İslâm, imanın aslını oluşturan bâtının tasdikini de kapsıyordu. Dolayısıyla her müslümanın mü'min olması da gerekir. Ancak bu, cumhurdan gelen nakle aykırıdır. Fakat İslâm'da imanın aslının kendisiyle gerçekleşeceği bir tasdikin bulunması da kaçınılmazdır. Aksi takdirde o kimse hakkında İslâm da sabit olmaz. İşte o zaman müslüman ve mü'min olur. Dolayısıyla mü'min olmayan müslümanın açıkça belirtilmesi ve bunun İslâm'a girişinin açıklanması kaçınılmaz bir şeydir. Peygamber (s.a.v) de:

"İşte bu Cebrail'dir size dininizi öğretmek üzere gelmiştir" buyurmuştur.

Rasûlullah (s.a.v)'in:

"İslâm beş rükündür" (Buhârî, İman, 1,2; Müslim, İman, 19-22;Tirmizî, İman, 3; Nesâî, İman, 13) demesi, bunları Allah'a ihlasla değil, aksine münafıklık içinde yerine getiren kimseyi kasdetmiyor. Aksine bunların yapılmasından kasıt, zahiren ve bâtınen emrolunduğu şekilde yerine getirmektir. Bu beş esasın İslâm olduklarının zikredilmesi, bunları yerine getirebilen her kul üzerinde yalnızca Yüce Allah için yapılması farz olan katıksız ibadetler oluşları dolayısıyladır. Bunların dışında kalan ibadetlerse, ya bir maslahat dolayısıyla kifayet olmak üzere farzdır ve bu maslahat yerini bulduğunda farz oluş düşer, ya da insanların biribirleri üzerindeki haklan türündendir. Onlarda bir çeşit Allah'a yakınlaşmak olmakla birlikte, böyledir, işte bu da Peygamber Efendimizin şu buyruğunda görüldüğü gibi ötekine tabidir:

"Müslüman diğer müslümanların dilinden ve elinden kurtulabildikleri kimsedir." (Buhârî, İman, 5; Müslim, İman, 64-66)

"İslâm'ın en üstünü yemeği yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın kimselere selâm vermendir." (Buhârî, İman, 6, 20, İsti'zân, 9; Müslim,İman, 63, Edeb, 131; Nesâî, İman, 12; İbn Mâ ce, Et'ime, 1; Müsned, II, 169)

İşte beş esas imanda olduğu gibi rükünleri ve binayı teşkil eder.

İtaatler bâtınî tasdikin meyveleridir şeklindeki söze gelince:

Bunlarla iki şey kastedilir:

Önce itaatlerin imanın gerekleri olduğu kastedilir. Bâtında iman bulundu mu, itaatler de bulunur. Selefin ve sünnet ehlinin kastı budur. Bundan kasıt ise, bâtın ehlinin bazan sebep olabileceğidir. Bazan da bâtın, iman tam ve kamil olmakla birlikte, itaatler bulunmayabilir. Bu ise Cehmiye mensubu Mürcie ile başkalarının görüşüdür. Bundan önce ise onların üç yönden yanlışlığa düştüklerini de bilinmiştik:

1 - Kalbte bulunan imanın, kalbin ameli olmaksızın kalbte tasdik şeklindeki amel bulunmadan tamam olacağını zannetmeleri. Yüce Allah'ın sevgisi ondan korkmak, haşyet, ona tevekkül, ona kavuşmaya arzu duymak gibi kalbî ameller buna örnektir.

2 - Kalbte bulunan imanın zahir amel olmaksızın tamam olacağını sanmaları. Bu da bütün Mürcie'nin kabul ettiği bir görüştür.

3 - Şâriin kâfir olarak tesbit ettiği herkesin, Yüce Allah tarafından kalbinde tasdik bulunmadığı için bunu tesbit ettiğini söylemeleridir. Müteahhirlerin pek çoğu selefin mezhebiyle Mürcie ve Cehmiye'nin görüşleri arasında gerekli ayırımı göstermezler. Çünkü bâtınen imanla ilgili olarak Cehmiye ve Mürcie'nin görüşünü kabul ettiğinden dolayı, onların birçoğunun açıklamalarında bu görüşler biribirlerine karışmıştır. Bu kişi bâtınen Cehmiye ve Mürcie'nin imana ilişkin görüşlerini kabul etmekle birlikte, selefi ve hadis ehlini tasdik eder göründüğünden, onun bu iki görüşü birleştirdiği zannedilir. Yahut kendisi gibi onların sözleriyle selefin sözlerini telif ettiği sanılır.

Ebû Abdullah Muhammed b. Nasr el-Mervezî der ki:

Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat ile hadis ehlinin büyük çoğunluğunu oluşturan üçüncü bir kesim de der ki:

Allah'ın kullarını kendisine davet ettiği ve üzerlerine farz kıldığı iman, din olarak kabul ettiği, kulları için beğenip seçtiği ve kendilerini ona davet ettiği İslâm'dır. Bu İslâm, Allah'ın gazabını gerektiren küfrün zıddıdır.

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Ve o kullarının kâfir olmalarına razı değildir" (Zümer, 7),

"Ve size din olarak İslâm'ı beğenip seçtim" (Mâide,3),

"Allah kime hidayet vermeyi dilerse, İslâm için onun göğsüne genişlik verir" (En'am,120),

"Acaba Allah'ın kalbine İslâm için genişlik verdiği ve Rabbinden bir nur üzere olan bir kimse, sapıklık içinde bulunan gibi midir?" (Zumer, 22).

Burada Yüce Allah imanı övmesine benzer bir şekilde İslâm'ı da övmekte ve İslâm adını bir övgü ve tezkiye adı kılmaktadır, İslâm'a giren kimsenin Rabbinden bir nur ve bir hidayet üzere olduğunu, İslâm'ın kendisinin beğenip seçtiği din olduğunu haber vermektedir. Beğenip seçtiğini ise, sevmiş ve övmüş demektir. Allah'ın peygamberinin ve rasullerinin İslâm'ı arzuladıklarını ve O'ndan İslâm'ı istediklerini görüyoruz.

Hz. İsmail ve Hz. İbrahim şöyle demiştir:

"Rabbimiz ikimizi de sana teslimiyette sabit kıl ve soyumuzdan da müslüman bir ümmet kıl" (Bakara, 128)

Hz. Yusuf da şöyle buyurmuştur:

"Müslüman olarak canımı al ve beni salihlere kavuştur." (Yusuf, 101),

"İbrahim de bunu oğullarına da vasiyet etti Ya'kub da: Ey Oğullarım! Allah bu dini sizin için beğenip seçti. O halde siz ancak müslümanlar olarak can verin" (Bakara, 132),

"Ve kendilerine kitap verilenlerle ümmilere de ki: Siz de İslâm'a girdiniz mi? Eğer İslâm'a girerlerse muhakkak hidayete ererler." (Al-i İmran, 20)

Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Deyin ki: Biz Allah'a ve bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a.... indirilenlere... iman ettik. Artık eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, muhakkak hidayete ererler..." (Bakara, 126-137)

Burada Allah, İslâm'a girenin de, iman edenin de hidayet bulduğunu belirterek, her ikisi arasında fark gözetmemektedir.

(Yine Muhammed b. Nasr) Der ki:

İslâm'ın imanın kendisi olduğuna, bunların biribirlerinden ayılmadıklarına, aralarında fark bulunmadığına ilişkin bütün delilleri başka bir yerde zikrettik. Konuyu uzatmak ve tekrara düşmek istemediğimizden, burada bunları tekrarlamıyoruz. Ancak burada, başka yerde sözünü ettiğimiz delillerden söz edeceğiz ve bunların yorumundaki hatayı açıklayacağız. Kitap ve haberlerden, İslâm ile iman arasında fark bulunduğu konusunda getirdikleri delillerin hatalı kullanıldığını açıklayacağız.