Deliller ve yorum hataları

Ben derim ki:

Muhammed b. Nasr el-Mervezî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)'nin maksadı şudur:

Övülen müslüman ile övülen mü'min aynı kişidir. Yerilen kişinin ise imanı da, İslâm'ı da eksiktir. Her mü'min, müslümandır. Her müslüman ile birlikte de imanın bulunması kaçınılmazdır. Bu doğrudur ve üzerinde ittifak vardır. Yine onun maksadı şudur:

Bir kimse hakkında İslâm adı mutlak olarak kullanılırsa, mutlak olarak iman da kullanılmış demektir. Bunda ise lafzı bir tartışma ve ayrılık vardır. Maksadı, bunlardan birisinin ad olduğu şeyin, ötekinin de ad olduğu şey ile aynı olduğudur. Ancak böyle bir şeyin seleften herhangi bir kimse tarafından söylendiğini bilmiyoruz. Eğer, bunların birbirlerinin gereği olduğu söylenecek olursa, birbirlerini gerektirenlerin ad olduğu şeyin, ötekinin ad olduğu şeyle aynı olmasını gerektirmez. Böyle bir görüş de ashab-ı kiramdan onlara güzel bir şekilde tabi olan tabiîlerden ve İslâm'ın meşhur imamlarından nakledilmemiştir. O şöyle demiştir:

İslâm'ın ad olduğu şeyle, imanın ad olduğu şey, aynıdır. Nitekim o bu görüşü desteklemiştir. Fakat ben seleften böyle bir şey söyleyen bir kimse bilmiyorum. Aksine selef ve haleften cemaatin görüşü olarak meşhur olan şudur:

Allah'ın vaadini hak eden mü'min, Allah'ın vadini hak eden müslümanın kendisidir. Her müslüman mü'mindir ve her mü'min müslümandır. Bu anlam konusunda selefle halef arasında ittifak vardır. Hatta ümmetin bütün fırkaları arasında ittifak olup şöyle derler:

Kendisine cennetin vadolunduğu mü'min kimsenin, müslüman olması kaçınılmazdır. Yine kendisine cennetin vadolunduğu müslümanın mü'min olması kaçınılmazdır, öncekilerden de, sonrakilerden de azabsız olarak cennete giren herkes mü'mindir ve müslümandır.

Diğer taraftan ehli sünnet şöyle derler:

Cehennemden çıkartılıp cennete konulanlar, bunun (imanın) bir kısmına sahiptirler. Burada anlaşmazlık ona verilecek isim hakkındadır. Seleften mütevatir olarak gelen nakiller imanın söz ve amel olduğu şeklindedir. Fakat onlardan, İslâm hakkında böyle bir görüş nakledilmemiştir. Ancak büyük çoğunluk şöyle der:

İslâm, dinin bütünüdür ve yalnızca söylenen tek bir sözden ibaret değildir. Bu görüş Zührî'den nakledilen görüşe açıkça aykırıdır.

Cumhur şöyle derlerdi:

Namaz, zekât, oruç, hac ve buna benzer yerine getirilmeleri emrolunan şeyler, imandan olduğu gibi, İslâm'dandır da. İşte bu kanaat onların imanla İslâm'ı tek bir şey kabul ettikleri zannını verir. Halbuki durum böyle değildir. Onların hepsinin ittifakıyla, iman İslâm'ı gerektirir. Fakat İslâm, imanın kapsamı içerisine giriyorsa da, İslâm'ın imanın kendisi olması gerekmemektedir.

Mutlak olarak kullanılması halinde,İslâm'ın imanı gerektirdiği konusunda ileri sürebileceği bir delili yoktur. Fakat acaba farz olan imanı, yahut kamil imanı gerektirip gerektirmediği konusunda görüş ayrılığı vardır. Yine İslâm'ın imanı gerektirdiğine ilişkin delili de yoktur. Fakat Yüce Allah'ın İslâm'la nitelediği bütün peygamberler mü'min idiler. Allah aynı şekilde onları imanla da nitelemiştir. Eğer bu hususu Allahü Teâlâ onlar hakkında zikretmemiş olsaydı bile, biz kesin olarak bütün peygamberlerin mü'min olduklarını bilirdik.

Aynı şekilde önceki ilk geçenler de müslüman ve mü'min idiler.

İslâm'ın farz olan imanı gerektirdiği varsayılacak olsa bile, söylenebilecek en ileri söz şu olabilir:

Bunların biri diğerini gerektir içidir:

Her müslüman mü'mindir ve her mü'min de müslümandır. Eğer farz olan imana sahip olan her müslümanın cennete gireceği kastediliyorsa, bu doğrudur. Eğer her müslümanın ibadetine karşılık sevap alacağı kastediliyorsa yine bunun üzerinde ittifak vardır.

Peygamber (s.a.v)'in kendisi için sevdiğini kardeşi için sevmeyen, büyük günahları işleyen kimselerden nehyettiği bedevi araplardan ve başkalarından nefyedilen iman olmasa bile, imanın aslını elde eden bir müslüman mutlaka mü'mindir.

İslâm ve tam imanın biribirini gerektirdiği, ancak bunun bile tıpkı ruh ve beden gibi, birinin ötekinin aynısı olmasını gerektirmeyeceği, bizim için bedenle birlikte olmadıkça ruhun olmayacağı ve ruhla birlikte olmadıkça da canlı beden bulunmayacağı, fakat birinin ötekisi olmadığı, imanın ruh gibi olduğu ve imanın ruhla ayakta bulunduğu ve beden ile ilişkili olduğu, İslâm'ın ise beden gibi olduğu ve bedenin de ruhla birlikte olmadıkça canlı olmayacağı, yani her ikisinin de, diğerini gerektirici olduğu, ancak birinin ad olduğu şeyin ötekinin ad olduğu şeyin aynı olmadığı, münafıkların İslâm'a girişlerininse ölünün bedeni gibi olduğu ve bunun ruhsuz cesede benzediği, canlı bir bedenin bulunduğu yerde, mutlaka ruhun da olacağı, ancak ruhların türlü türlü olduğunu ve bu konuda Rasûlullah (s.a.v):

"Ruhlar bölük bölüktür. Bunlar arasından biribirlerini tanıyanlar biribirleriyle kaynaşır, biribirlerini tanımayanlar ise ayrıdır" (Buhârî, Enbiyâ, 2; Müslim, Bin, 159-160; Ebû Dâvûd, Edeb, 16; Müsned, II, 295, 527...) buyurduğunu söylerler.

Bedeniyle namaz kılan herkesin kalbi, Allah'ın zikri, huşu ve Kur'an'ın anlaşılması suretiyle aydınlanmış olmaz. Namazı için sevap alsa, dünya hükümleri açısından üzerinden farz düşse bile bu böyledir, işte zahir olan İslâm da bu şekilde zahir namaz gibidir, iman ise namaz esnasında kalbte ortaya çıkan Allah'ı bilmek, huşu ve Kur'an'ı düşünmek seviyesinde olur. Kalbi huşu duyan herkesin diğer organları da huşu duyar. Fakat bunun aksi olmaz. Bu bakımdan şöyle denilmiştir. Münafıklığın huşuundan şiddetle sakınınız. Bu, cesedin huşu içerisinde görülmekle birlikte kalbin huşu duymaması şeklinde olur. Eğer kalb düzelirse, bütün ceset düzelir. Fakat ceset ibadet halinde iken, kalbin de bu ibadetin hakikatlerini yerine getirmesi söz konusu olmayabilir.

İnsanlar iman ve İslâm bakımından üç mertebededirler:

1 - Birisi nefsine zulmeden,

2 - Diğeri orta yollu hareket eden,

3 - Üçüncüsü ise hayırlarla öne geçendir.

Zahir ve batınıyla müslüman olan bir kimse, eğer nefsine zulmeden birisiyse, onunla birlikte bir imanın bulunması kaçınılmazdır. Fakat o farz olanın yerine getirmemiştir. Öteki hakkında da durum böyledir. Bu konuda açıklama inşaallah gelecektir.

Muhammed b. Nasr'ın delil olarak gösterdiği ayet-i kerimeler İslâm'ın farz oluşuna, onun Allah'ın dini olduğuna, Allah'ın o dini sevip ondan hoşnut olduğuna ve Allah'ın İslâm'dan başka bir dini kabul etmediğine işaret etmektedir ve bütün bunlar doğrudur.

Fakat bunda İslâm'ın imanın kendisi olduğuna işaret eden bir şey yoktur. Aynı şekilde mücerred müslüman olmakla kişinin cennet ehlinden olduğuna da işaret etmemektedir.

Nitekim birinci görüşün delillerini ortaya koyarken, bunun böyle olduğunu da zikretmiştir. Allah birçok ayet-i kerîmede mü'minlere cenneti vadettiği halde, İslâm adıyla birlikte bu vadi zikretmemiştir.

O halde Yüce Allah'ın İslâm'ı övmesi, onu farz kılması, Allah'ın onu sevmesi, İslâm'ın imanın kapsamı içerisine girişini ve İslâm'ın imanın bir parçası olduğuna delildir. Bütün ehli sünnet bu husus üzerinde ittifak etmiştir. Onlar şöyle derler:

Mü'min müslümandır. Farz olan imanı yerine getiren bir kimse farz olan İslâm'ı da yerine getirmiş demektir. Fakat görüş ayrılığı bunun aksinin böyle olup olmadığı hususundadır. Bu da şuna benzer:

Allah namazı sever ve emreder, onu farz kılar. Namazı ve namaz kılanları över. Bütün bunlar birçok yerde yapılmıştır. Ancak bu, namazın ad olduğu şeyin, imanın ad olduğu şeyin aynı olduğunun delili değildir. Mü'min olan herkes namaz kılar. Fakat namaz kılıp da büyük günahları işleyen herkesin mü'min olduğu söylenemez, delil olarak Peygamber (s.a.v)'den gelip de zikrettiği bütün hususlarda eğer bir arada anılmış iseler, imanla İslâm'ın ad olduğu şeyler arasında fark gözetildiğini ortaya koymaktadır. Cibril hadisinde ve diğerlerinde olduğu gibi. Yine bunlarda iman adının mutlak olarak kullanılması halinde İslâm'ın da kapsamına girdiğini göstermektedir.

Ebu Abdullah b. Hamid "Usulu'd Din" konusundaki eserinde şöyle demektedir:

"Biz imanın söz ve amel olduğunu belirttik,

İslâm'a gelince; İmam Ahmed'in sözleri iki rivayeti ihtimalli olarak ortaya koymaktadır. Bunların birincisine göre İslâm, iman gibidir;

İkincisine göre ise İslâm, amelsiz olarak bir sözdür. İsmail b. Said'in rivayetinde açıkça belirttiği husus da budur.

(Ebu Abdullah b. Hamid) Der ki:

Sahih olan, bu konuda mezhebin görüşünü belirten tek bir rivayetin olduğudur. Bu da imanın, söz ve amel olduğudur. Onun:

"İslâm bir sözdür", şeklindeki ifadesinin iman için şart olan âmeller, yerine getirilmesi gerekli olanlar İslâm hakkında gerekli değildir. Çünkü namaz imanın şartından değildir ve ondan gelen açık ifadeler, kişinin namazı terketmekle tekfir olunmayacağı şeklindedir."

Yine der ki: Bizler İslâm ile imanın iki ayrı manaya ad oldukları hükmüne varmış ve bu konuda fukahanın ihtilafını zikretmiştik. Bundan önce ise İslâm'la imanın birbirlerinden farklı iki mananın adı olduğunu belirtmiştik. Malik, Şerik, Hammad b. Zeyd de bunu kabul ederek imanla İslâm arasında fark gözetmişlerdir. Şafiî ile Ebû Hanife mezhebini kabul edenler ise, bunların iki ayrı isim olup manalarının bir olduğunu söylemişlerdir. Bu ise hakkında İslâm adı kalmakla birlikte, imanın iman diye adlandırılmasının nefyedilebileceğini ifade eder. İman adının nefyedilmesi ise, ilgili hadislerde zikredilmiş büyük günahları işlemekle olur. Bu durumda o kişi, iman adlandırmasının dışına çıkmasına rağmen müslümandır. Bundan sonra tevbe ederse, daha önceki imanına döner. Fakat küçük günahları işlemek dolayısıyla iman adı ondan nefyedilmez. Aksine bu isim ona ad olarak kalmaya devam eder. Daha sonra da buna ilişkin delilleri sıralar. Fakat onun söz konusu ettiği deliller arasında, İslâm'ın mücerred bir söz olduğunu söyleyenlere karşı birçok deliller de vardır. Gerçekten de pek çok delil, amellerin İslâm'dan olduğunu göstermektedir. Hatta bütün naslar bunu ifade ediyor. O bakımdan her kim:

"Yerine getirilmeleri emrolunan dış ameller İslâm'dan değildir" derse onun bu sözü yanlıştır. Fakat kalbte bulunan tasdik böyle değildir. Bu tasdikin İslâm'dan olduğuna işaret eden herhangi bir nasda bu ifade yoktur. Aksine tasdik imandandır ve İslâm bunun adıdır.

Nitekim Rasûlullah (s.a.v) da İslâm'ı kişinin yüzünü ve kalbini Allah'a teslim etmesi diye açıklamıştır. O halde dini Allah'a halis kılmak İslâm'dır. Bu ise tasdikten başka bir şey değildir. Yüzü ve kalbi Allah'a teslim etmek, kalbin amelleri arasındadır. Tasdik ise kalbin ilmi türündendir.

Ahmed b. Hanbel ise bu konuda bir yerde İslâm'ın söz olduğunu söylemişse de, bir başka yerde şöyle demiştir:

"Ameller İslâm'dandır." O bunda Zühri'ye tabi olmuştur. Eğer bu görüşü kabul edenlerin maksadı, sözü söylemekle İslâm'a giren, fakat İslâm'ın bütününü gerçekleştirmiş olmaz şeklinde ise bu anlaşılabilir, doğruya yakın bir ifadedir. Eğer bu sözden maksat o sözü söylemekle hiçbir amel işlemese bile İslâm'ın bütününü gerçekleştirmiş olur şeklindeyse, bu kesinlikle yanlıştır. Hatta imam Ahmed böyle bir cevabı kabul etmemiştir. Bu, amel işlemese bile, ona İslâm denileceğini kabul edenlerin görüşüdür, imam Ahmed böyle bir cevabı reddederken Cibril hadisine uymuş olur. O bakımdan imam Ahmed'in bu görüşünün tümüyle zikredilmesi gereklidir.

İsmail b. Said der ki:

Ben Ahmed'e İslâm ve iman hakkında soru sorduğumda şöyle dedi:

"İman söz ve ameldir, İslâm da ihsandır".

Yine der ki: İmam Ahmed'e, Cebrail'in Peygamber (s.a.v)'e İslâm hakkında soru sorarken söylediği rivayet edilen şeyleri ben yaparsam müslüman olur muyum? diye sordu. O da "evet" cevabını verdi. Biri şöyle dedi:

Eğer Cebrail'in Peygamber (s.a.v)'e söylediklerini yapmayacak olursa, o kişi yine müslüman olur mu? diye sordu. Bu sefer:

Bu, hadise karşı gelen bir inatçıdır, dedi.

Görüldüğü gibi imam Ahmed, beş esası yerine getirmeyen bir kimseyi müslüman kabul eden kişiyi hadise karşı çıkan bir inatçı olarak değerlendirmiştir.

Bunu, "İslâm ikrardır" sözüyle birlikte ele aldığımız takdirde, bu ifadenin İslâm'a ilk girme halinde söz konusu olduğunu ve beş esası yerine getirmediği sürece İslâm'ı yerine getirmiş olmayacağını, mutlak olarak bu ismin verilmesinin de bunları yerine getirmesi şartına bağlı olduğunu ortaya koyar.

O, Cibril hadisine uymayanı yermiştir. Aynı şekilde İmam Ahmed verdiği cevapların çoğunda namazı kılmayanı tekfir etmektedir.

Hatta namazın dışında diğer esasları yerine getirmeyenleri de bu şekilde tekfir eder. Kâfir bir kimse ise, müslümanların ittifakıyla müslüman bir kimse değildir. Böylelikle onun İslâm'ın ameli olmaksızın yalnızca bir sözden ibaret olduğunu amaçlamadığı öğrenilmiş olmaktadır.

Onun böyle bir şeyi kastettiğini varsaysak bile, bu onun dört esastan herhangi bir şeyi terketmekle kimseyi tekfir etmemesini gerektirir. Ondan gelen çoğu rivayetler ise, bunun aksi yöndedir. Bu esasları terkeden kimseyi tekfir edenler, bunları İslâm'dan kabul ederler. Şafiî, Malik, Ebû Hanife ve başkaları gibi.

Peki İmam Ahmed nasıl olur da bunları İslâm'dan kabul etmez. Onun bunların İslâm'ın içerisine girdiğini söyleme imkanı, öbürlerinin söyleme imkanından daha güçlüdür. Diğer taraftan onun Hz. Sa'd'ın rivayet ettiği hadisin Hz. Ömer'in rivayet ettiği hadise karşıt olduğunu kabul ettiği ve Hz. Sa'd'ın hadisin' tercih ettiği de rivayet edilmiştir.

Hasan b. Ali der ki:

Ben Ahmed b. Hanbel'e imanın mı, yoksa İslâm'ın mı daha kesin olduğunu sordum. Şöyle dedi:

Ömer'den rivayet edilen hadis de gelmiş olmakla birlikte, ben Sa'd'ın hadisini daha çok seviyorum, imam Ahmed sanki, Hz. Ömer'in hadisinin ameller İslâm'ın ad olduğu şeylerin kendileri olduğuna işaret ettiğini, dolayısıyla onun ad olduğu şeyin daha faziletli olduğunu belirtiyor gibidir. Hz. Sa'd'ın rivayet ettiği hadis ise imanın ad olduğu şeyin daha üstün olduğunu göstermektedir. Fakat Hz. Ömer'in hadisi, İslâm'ın sadece zahir ameller olduğunu belirtmektedir. Bunlar ise ancak kalpteki Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine imanla birlikte olmaları halinde iman olurlar. O zaman bunlar, imanın bir kısmını oluşturur, imanın ad olduğu şey de, Hz. Sa'd'ın hadisinin gösterdiği gibi, daha üstün olur. Böylelikle iki hadis arasındaki çelişki ortadan kalkar.

İmam Ahmed'in İslâm'la iman arasında fark gözetmesine gelince:

Kimi zaman kendisi bu görüşü ortaya koyar, kimi zaman da bu konuda görüş ayrılıklarını anlatır ve kendisi kesin bir şey söylemezdi, ikisini bir arada söz konusu ettiğinde kimi zaman İslâm bir sözdür der, kimi zaman da bu görüşünü söylemezdi. Kimi zaman bunları terketmek dolayısıyla öfkelenecek şekilde tekfir ederken, kimi zaman da tekfir etmezlerdi.

Meymuni der ki:

Ey Ebû Abdullah dedim, İslâm ile iman arasında fark gözetiyor musun? O evet dedi. Ben:

Peki delilin nedir? diye sordum şöyle dedi:

Bütün hadisler buna delildir. Sonra şöyle dedi:

"Zani, zina edince mü'min olarak zina etmez. Hırsız, çalınca mü'min olarak bir şey çalmaz" hadisini okudu ve Yüce Allah da dedi ki:

"Bedeviler iman ettik dediler. De ki: İman etmediniz, fakat İslâm olduk deyin.. ." (Hucurat, 14)

Dedi ki: Hammad b. Zeyd İslâm'la iman arasında fark gözetmektedir. Yine dedi ki:

Bize Ebû Seleme el-Huzaî anlattı, bize Malik ve Şerik anlattı. Daha sonra onların bir de Hammad b. Zeyd'in görüşlerini zikredip iman ile İslâm arasında fark gözetmedi.

Ahmed dedi ki: Adamın birisi bana şöyle dedi:

Eğer iman hakkında bize bundan başka bir haber ulaşmamış olsaydı, güzel olurdu. Ben Ebû Abdullah'a şöyle dedim:

Sünnetteki rivayetlerle birlikte kitabın zahirîne mi gidersin? O, evet deyince, şöyle dedim:

Mürcie'nin İslâm'ın söz olduğu şeklindeki görüşüne ne dersin? Şöyle dedi:

Onlar bütün bunları tek bir şey olarak kabul ediyor ve müslümanla mü'mini aynı şey kabul edip imanının Cebrail'in imanı gibi ve eksiksiz bir iman olduğunu söylüyorlar. Ben:

Burada bizim onlara karşı delilimiz var mıdır? diye sordum. Şöyle dedi:

Evet ondan sonra imam Ahmed'den ikisi arasında mutlaka bir fark olduğu ve nasları buna dair delil olarak göstermesini belirtti.

Salih b. Ahmed dedi ki:

Babama İslâm ve iman hakkında soru soruldu. O şöyle dedi:

İbn Ebî Zeyd dedi ki:

İslâm söz, iman ameldir. Bu sefer ona:

Sen ne dersin? diye sorulunca, İslâm imandan ayrı şeydir, dedi ve Hz. Sad'ın hadisini, Peygamber (s.a.v)'in buyruğunu zikretti. O bu hadisle, İslâm'ın söz olduğunu söyleyenlerin görüşünü tercih etmeyip İslâm'ın imandan ayrı şey olduğunu belirterek cevap vermiştir.

Nitekim Kur'an-ı Kerîm ve sahih hadisin işaret ettiği de budur.

Hanbel der ki:

Bize Ebû Abdullah Büreyde'nin hadisini anlattı:

Rasûlullah (s.a.v) kabristana gittiklerinde onlardan herhangi birisinin şöyle demesini öğretiyordu:

"Ey bu yurdun mü'min ve müslüman sakinleri! Muhakkak bizler de inşaallah size kavuşacağız..." (Müslim, Cenâiz, 103-104; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 79; Nesâî, Cenâiz, 103; Müsned, II, 300, 375)

Salih der ki:

Ebû Abdullah'ın bu hadis hakkında şöyle dediğini duydum: Bu hadis iman bir sözdür diyenlere karşı bir delildir. Her kim ben mü'minim derse, muhalefet etmiş olur. Hz. Peygamberin:

"Mü'minlerden ve müslümanlardan" ifadesi, mü'minle müslüman arasında ayrım gösterdiğini ortaya koymakta ve:

"Ben imanı kamil bir mü'minim" diyenin görüşünü de reddetmektedir. Yine Rasûlullah (s.a.v)'in:

"Şüphesiz ki biz, inşaallah size kavuşacağız" ifadesi, mutlaka öleceğini bilmek yanında, ben inşaallah mü'minim diyerek istisna yapan kişinin bu konudaki görüşünü de desteklemektedir.

Ebu'l-Haris derki:

Ebû Abdullah'a şöyle sordum: Hz. Peygamberin:

"Zani, zina ettiği zaman mü'min olarak zina etmez, şarap içen şarap içtiği zaman mü'min olarak şarap içmez" sözü hakkında ne dersin? O şöyle dedi:

Bunu bizden öncekiler tevil etmişlerdir.

Ata şöyle der:

İman, ondan bir kenara ayrılır. Tavus da bu işi yaptığı zaman iman ondan gider der. Hasen'in de, eğer dönerse iman da ona geri döner, dediği rivayet edilmektedir, imandan çıkıp İslâm'da kalır ve İslâm'dan dışarıya çıkmaz da denilmiştir. Bu soruyu aynı zamanda Salih de rivayet etmiştir. Çünkü Ebu'l Haris'in sorularını Salih de rivayet etmektedir. Yine bu hususta soru sormuş ve şöyle demiştir:

Bu şekilde Ebû Ca'fer'den şöyle dediği rivayet edilmektedir:

"Zani, zina ettiği zaman mü'min olarak zina etmez" imandan çıkar, İslâm'da kalır. Çünkü İslâm'da iman münhasır bir şeydir, zina ettiği zaman imandan İslâm'a çıkar.

Zühri der ki -Hz. Sa'dın:

"Veya müslümandır" (Buhârî, İman, 19; Müslim, İman, 237, Zekât, 131; Ebû Dâvûd, Sünne, 15; Nesâî, İman 7) hadisini rivayet edince şöyle der:

Bizler İslâm'ın bir söz, imanın da amel olduğunu görüyoruz, imam Ahmed der ki:

Bu da tevil edilen bir hadistir ve doğrusunu en iyi bilen Yüce Allah'tır, imam Ahmed tabiînin sözlerini zikretmekle birlikte, herhangi birisini tercih etmemiştir. Bunun sebebi, herhalde onların bütün söylediklerinin hak oluşundandır. O da bütün bunları uygun görmektedir. Yine başka yerlerde de belirtildiği gibi, bu durumda olan kişi imandan İslâm'a çıkar ve buna benzer açıklamalar yapılmıştır. Ahmed ve benzeri selefe mensup kimseler, tevil kelimesiyle, tevil edilen şeyin dış anlamının uzaklaştırılmasını kasdetmezler. Aksine onlara göre tevil tefsir gibidir ve lafzın nihayette ifade ettiği manayı açıklamak demektir. Hz. Aişe'nin şu sözünde olduğu gibi:

Rasûlullah (s.a.v) rüku ve sücudunda:

"Allahım! Seni hamdinle tesbih ve tenzih ederim, Allahım bana mağfiret buyur" (Buhârî, Ezan, 139, Tefsir, 110, sûre, 2; Müslim, Salât, 217; Ebû Dâvûd, Salât, 148; Nesâî, Tatbik, 64; 65; İbn Mâce, İkame, 20; Müsned, VI, 43, 46, 190) der ve bunu Kur'an-ı Kerîm'in ilgili ayetlerini tevil ederek yapar. Aksi takdirde tabiînin söz konusu ettikleri açıklamalar hadisin dış görünüşüne aykırı değil, aksine uygundur, imam Ahmed'in "tevil ediyor" ifadesi, "anlamını açıklıyor" anlamındadır. Bu açıklama zahirîne uygun düşse bile, bu böyledir. Böylelikle bid'atçilerden herhangi bir kimse hadisin ifade ettiği bu anlamla o kişi hiçbir şekilde imanı bulunmayan kâfir bir kimse olmuştur kanaatine kapılmasın.

Nitekim Haricîler bu görüştedir. Oysa hadis buna delil değildir. Bu gibi kimselerden imanı nefyeden kişi, onları müslüman kabul ediyor, fakat mü'min olmadıklarını söylüyordu.

Mervezî der ki:

Ebû Abdullah'a:

"Biz mü'miniz diyelim mi?" diye soruldu. O şöyle dedi:

"Biz, 'biz müslümanız' diyoruz."

Ben Ebû Abdullah'a:

"Biz mü'miniz" diyoruz, dedim. O şöyle dedi:

Fakat biz, biz müslümanız diyoruz.

Bunun sebebi imanda istisna yapmayı kendisi için asıl bir ilke kabul etmesinden dolayıdır. Çünkü o, Allah'ın vermiş olduğu bütün emirleri gereği gibi yerine getirip getirmediğini bilmemektedir. Ben mü'minim ifadesi, ben berr (iyilik yapan) bir kimseyim, ben takva sahibiyim. Ben, Allah'ın velisiyim demeye benzer.

Nitekim yerinde söz konusu edilmiştir. Bu ise, "ben tasdik eden bir kimseyim" amacını güderek söylemişse, istisnayı terketmesine engel değildir. O zaman kalbinde bulunan tasdiki kesin olarak ifade eder; fakat Allah'ın vermiş olduğu bütün emirleri yerine getirdiğini kesin olarak kasdetmez. O Allah'ı ve Rasûlünü sevip küfürden buğzettiğini, kalbinde bulunan bu türden bildiği şeylere ilişkin kesin ifadeler kullandığı gibi, aynı şekilde zahiren mü'min olduğunu anlatmak isterse, kendisinin bildiği bir hususu kesin olarak söylemesine engel değildir. Diğer alimlerin bu ifadeyi kesin olarak kullanmaktan hoşlanmamalarının sebebi, Mürcie'nin görüşleridir. Çünkü onlar şöyle derler:

İman bütün iman ehlinde aynıdır. Nasıl ki her insanın başı varsa, o da böyledir. O bakımdan bir kişi "ben gerçekten mü'minim", "ben Allah katında mü'minim" gibi sözler söylemesini, insanın "benim gerçekten başım vardır" ve "gerçekten Allah benim başımın olduğunu bilir" demesine benzetirler. Herkim bu şekilde imana sahip olduğunu kesin olarak ifade ederse, iç ve dış amelleri imanın dışına çıkartmış olur. Bu ise ashab, tabiîn ve onlara uyan diğer müslümanlarca görülmedik ve doğru olmayan bir sözdür, "istisna meselesi" hakkında insanların değişik görüşleri vardır ki, yeri gelince söz konusu edilecektir.

Burada maksat şudur:

Ortada iki aşırı görüş vardır.

Birisi İslâm mücerred bir sözdür. Zahir ameller ise İslâm'ın ad olduğu şeyin kapsamına girmez derken, öbürü şöyle der:

İslâm'la iman aynı şeyin adıdır. Bu her iki görüş de zayıf,ayrıca Cibril hadisine ve peygamber (s.a.v)'in diğer hadislerine aykırıdır. İşte bundan dolayı Muhammed b. Nasr el-Mervezî ikinci görüşü desteklerken, bu görüşün doğruluğuna ilişkin bir delile sahip değildi. Fakat onun getirdiği deliller birinci görüşü geçersiz kılacak ve çürütecek delillerdir. O bedevi araplar hakkında Yüce Allah'ın şu buyruğunu delil gösterir:

"Aksine sizi imana ilettiği için Allah size minnet eder. Eğer siz imanınızda sadık kimseler iseniz." (Hucurat, 17)

Muhammed b. Nasr der ki:

İşte bu İslâm'ın, imanın kendisi olduğunu göstermektedir. Ancak şöyle cevap verilir:

Hayır bu ifade bunun tam aksine delildir. Çünkü onlar "biz islâm olduk" dememiş, aksine "iman ettik" demişler, Allah da onlara "İslâm olduk" demelerini emretmiştir. Daha sonra onların İslâm'la adlandırılmalarını söz konusu ederek buyurdu ki:

"Aksine sizi imana muvaffak ettiği için Allah size minnet eder. Eğer siz imanınızda sadık kimseler iseniz"

Onlar bunu söylemedikleri halde:

"Biz İslâm olduk" sözlerinde doğruydular.

Fakat Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Onlar İslâm'a girdiler diye sana minnet ediyorlar. De ki: Bana müslüman oldunuz diye minnet etmeyin. Aksine sizi imana muvaffak ettiği için Allah size minnet eder."

Yani onlar İslâm oluşlarından dolayı sana minnet ediyorlar. Şanı Yüce Allah, onların bu davranışlarını İslâm diye adlandırmıştır. Bunda onların bu davranışlarına İslâm adını verdikleri konusunda bir delil yoktur. Aksine onlar, "biz iman ettik" dediler. Daha sonra asıl minnetin onları imana iletmekle söz konusu olacağını haber vermiştir. Beraberinde iman olmayan İslâm'a gelince, insanlar zaten bunu kılıç korkusuyla yapıyorlardı. Dolayısıyla İslâm olmakla bir minnetleri söz konusu değildir. Şanı Yüce Allah onlara imanı minnet etmediğine göre, onların bu İslâm'ları, münafıkların İslâm'ı gibi demektir ve Allah bunu onlardan kabul etmez. Eğer "iman ettik" sözlerinde doğru söyleyen kimseler ise, o zaman bu iman ve onun kapsamına giren İslâm sebebiyle Allah'ın onlara minnet etmesi söz konusudur. Şanı Yüce Allah önceleri onlardan imanı nefyettikten sonra, burada onun iman ettik sözlerine bağlı olarak zikretmiştir. Bu da onların doğru söylemelerinin mümkün olduğuna delildir.

Onlar daha sonra doğru söyleyenlerden oldular denilmiştir. Şöyle denilir:

Bir şeyin şarta bağlı olarak zikredilmesi, o şartın varolmasını gerektirmez. Yine denilir ki: Çünkü onlarla birlikte bir çeşit iman vardı. Fakat üçüncü olarak niteliğini belirttiği iman değildi. Daha doğrusu onlarla birlikte imanın bir dalı vardı.

Muhammed b. Nasr der ki:

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlar ona, dinlerini halis kılarak Allah'a ibadet etmekten başkasıyla emrolunmadılar." (Beyyine, 5),

"Allah katında din İslâm'dır." (Al-î İmran, 19)

Burada Yüce Allah namaz kılmayı ve zekât vermeyi dosdoğru din kılmış ve bu dine de İslâm adını vermiştir. Dolayısıyla zekâtı vermeyen bir kimse, şanı Yüce Allah tarafından kendisince kabul edilen dinin, İslâm olduğunu haber verdiği dosdoğru dinin bir kısmini terketmiş olur.

Diğer taraftan imanla İslâm arasında fark gözeten kesim vardır. Bunlara göre iman, söz ve ameldir. Namaz ve zekât da imandandır. Allah ise bunlara din adını vermiştir ve ayrıca kendi katında geçerli dinin İslâm olduğunu bildirmiştir. Allah imanı neye ad olarak vermişse, İslâm'ı da ona; İslâm'ı neye ad olarak vermişse, imanı da ona ad olarak vermiştir. Peygamber (s.a.v)'den gelen haberler de bu doğrultudadır.

Her kim İslâm'ın ikrar olduğunu ve amelin İslâm'dan olmadığını ileri sürerse, Kitap ve Sünnet'e muhalefet etmiş olur. O zaman da onunla Mürcie arasında fark kalmaz. Çünkü Mürcie, imanın amelsiz yalnızca ikrardan ibaret olduğunu söylemiştir.

Muhammed b. Nasr'ın bu görüşlerine karşılık olarak denilir ki: Onun:

Allah namaz ve zekâtı dinden kabul etmiştir. Din de O'nun katında İslâm'dır, sözü güzel bir sözdür. Cibril hadisine uygundur. Ameli İslâm'ın dışında kabul edenlere verdiği cevap da güzeldir. Fakat onun:

"İslâm adıyla neyi anlatmak istemişse, iman adıyla da onu anlatmak istemiştir, iman adıyla neyi anlatmak istemişse İslâm adıyla da onu anlatmak istemiştir" şeklindeki sözleri yanlıştır.

Çünkü Yüce Allah:

"Allah katında din İslâm'dır" buyurduğu halde, hiçbir zaman:

Allah katında din imandır dememiştir. Fakat bu din imandan bir parçadır. Eğer ondan oluyorsa, kendisi demek olmaz.

İmanın aslı: kalbin tanıması, tasdiki ve sözüdür. Amel ise, bu ilme tabidir. Tasdik de onun için gereklidir. Bunların ikisi olmadıkça, o mü'min olmaz.

İslâm ise: sözle birlikte katıksız bir ameldir, ilim ve tasdik, İslâm adını alan şeyin bir parçası değildir. Fakat onun için de bir tür tasdik gereklidir. İlim olmaksızın amel olmaz. Fakat Allah'ın ve Rasûlünün açıkladığı şekilde, tafsili imanı da gerektirmez.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlüne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda canlarıyla ve mallarıyla cihad eden kimselerdir. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir." (Hucurat, 15),

"Mü 'minler ancak, Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir. Ayetleri karşılarında okunduğunda da bu onların imanını artırır. Ve onlar ancak Rablerine güvenip dayanırlar." (Enfal, 2)

Aynı şekilde sözü geçen hususların nitelik olarak kendisinde bulunmadığı kişiden imam nefyeden diğer naslar da böyledir. Müslümanların birçoğu hem dış hem iç olarak müslümandır ve o kişi icmalî bir tasdikle tasdik etmektedir. Fakat böyle bir imanla nitelenmiş değildir.

Şanı Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır:

"Her kim İslâm'dan başka bir din ararsa asla ondan kabul olunmaz." (Al-i İmran, 85),

"Ve din olarak size İslâm'ı beğenip seçtim." (Mâide, 3) buyurmakta, fakat:

"Her kim İslâm'dan başka bir ilim, marifet, tasdik ve iman arayacak olursa ondan kabul olunmaz" demediği gibi, "tasdik ve ilim olarak sizin için İslâm'ı beğenip seçtim" de dememiştir.

İslâm tür olarak din, amel, itaat, inkıyad ve boyun eğmek türündendir.

Her kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bu ondan kabul olunmaz,

İman ise bir itminan ve yakîndir. Bunun aslı ilim, tasdik ve marifettir.

Din de ona tabidir. Bu bakımdan Allah'a iman ettim ve Allah'a teslim oldum, denilir.

Hz. Musa şöyle demiştir:

"Kavmim! Eğer sizler Allah'a iman ettiyseniz, yalnız ona tevekkül ediniz, şayet müslüman iseniz" (Yunus, 84)

Eğer her ikisinin ad olduğu şeyler aynı olsaydı, o zaman bu ifadeler bir tekrar olurdu. Aynı şekilde Yüce Allah'ın:

"Müslüman erkeklerle müslüman kadınlar, mü'min erkeklerle mü'min kadınlar" (Ahzab, 35) buyruğu da böyledir.

Bu buyruk sadıklar, sabredenler, haşiyeler demesine benzer. Mü'min bütün bu niteliklere sahiptir, fakat bu isimler genellik ve özellik bakımından imanla tam uygunluk halinde değildirler.

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Allahım! Ben sana teslim oldum. Sana iman ettim, sana tevekkül ettim, sana döndüm. Senin adına düşmanlık ettim ve senin hükmüne müracaat ettim."(Buhârî, Teheccüd, 1; Deavât, 9; Tevhid, 8,24; Müslim, Müsafirin, 199, Zikr, 68;Ebû Dâvûd,Salât, 119; Tirmizî, Deavât, 29; Nesâî, Kıyamu'l-Leyl, 9 )

Nitekim Buhârî ile Müslim'de sabit olduğuna göre o, bu sözleri geceleyin uyandığında söylerdi. Müslim'in Sahih'inde ve başkalarında da sabit olduğuna göre, o secde ettiğinde şöyle dua buyururdu:

"Allahım! Sana secde ettim, sana iman ettim, sana teslim oldum." (Müslim, Müsafirin, 201; İbn Mâce, İkâme, 70; Müsned, 1, 95,102)

Rükûunda da şöyle derdi:

"Senin önünde rükûa eğildim, sana teslim oldum, sana iman ettim."(Müslim, Müsafirin, 201,203; Tirmizî, Deavât, 32, Nesâî, Tatbik, 13,14; Müsned, 1,95,102,119)

Peygamber (s.a.v) bunların her birinin özelliğini belirtince şöyle buyurdu:

"Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden kurtulabildiği kimsedir. Mü'min ise, insanların kanlarına ve mallarına (bir zarar gelmesinden yana) emin oldukları kimsedir." ("Müslüman..." bölümü, Buhârî, İman, 5; Müslim, İman, 64, 66; "Mü'min..." bölümü, Tirmizî, İman, 12; Nesâî, İman, 8)

Bilindiği gibi bir insanın yapacağı haksızlıklardan selamette olmak, insanın kan ve mallara karşı emin olunan (güvenilen) bir kimse olmasından farklı bir şeydir, ikincisi ötekinden daha üstün bir derecedir. Güvenilir bir kimse, aynı zamanda insanların zulmünden yana da esenlikte oldukları kimsedir. Fakat zulmünden yana esenlikte oldukları bir kimse, onlara göre güvenilir bir kimse olmayabilir.

Muhammed b. Nasr der ki:

İslâm'ın ikrar olduğunu, amelin de İslâm'dan olmadığını ileri süren bir kimse, kitap ve sünnete muhalefet eder. Bu doğrudur. Çünkü bütün naslar, amellerin İslâm'dan olduğuna delildir.

Yine Muhammed b. Nasr der ki:

Böyle bir kimse ile Mürcie arasında fark olmaz. Çünkü Mürcie, imanın amelsiz bir ikrardan ibaret olduğunu ileri sürmüştür.

Denilir ki: Aksine aralarında fark vardır. Çünkü Zührî ve ona muvafakat eden ehl-i sünnetten olup bu görüşü ileri sürenler şöyle diyorlar:

Ameller imanın kapsamına girer. Onlara göre de İslâm, imandan bir parçadır ve yine onlara göre iman daha mükemmeldir. Bu da kitap ve sünnete uygundur. Yine de derler ki:

İman bakımından insanlar arasında üstünlük vardır. Bu da kitap ve sünnete uygundur.

Mürcie ise şöyle der: İman, İslâm'ın bir kısmıdır ve İslâm daha faziletlidir. Yine derler ki:

İnsanların imanı birbirine eşittir. Buna göre ashabın imanıyla, insanların en günahkâr olanlarının imanları arasında fark yoktur ve derler ki:

Kişi imanın bir kısmına sahipken, diğer kısmına sahip olmaması söz konusu değlidir. Ancak bu görüş Kitap ve Sünnet'e aykırıdır.

İmam Ahmed, kendisinden gelen iki rivayetten birisinde de belirtildiği gibi, bu soruya şöyle cevap vermiştir:

İslâm, bir sözdür. Zührî de şöyle demiştir:

Kimi zaman bu görüşü savunanlara uygun kanaat belirtir, kimi zaman da uygun kanaat belirtmeyip Kitap ve Sünnet'in işaret ettiği, imanın İslâm'dan farklı olduğunu gösteren rivayetleri zikrederdi, imam Ahmed, Zührî'nin sözlerini cevap olarak verince, ona Meymunî şöyle der:

Ey Abdullah'ın babası! Sen İslâm'la iman arasında fark gözetiyor musun? O, evet deyince, ben ona:

Delilin nedir? diye sordum. Şöyle dedi:

Genel olarak bütün hadisler buna işaret etmektedir. Daha sonra dedi ki:

"Zani, zina edince, mü'min olarak zina etmez, hırsız bir şey çalınca mü'min olarak hırsızlık yapmaz."

Yüce Allah da şöyle buyurmuştur:

"Bedeviler iman ettik dediler. Peki: Siz iman etmediniz fakat İslâm olduk deyiniz." (Hucurat, 14)

Ben ona şöyle dedim:

Bu konudaki sünnetten gelen rivayetlerle birlikte kitabın zahirînden anlaşılanı mı görüş olarak kabul ediyorsun? O evet, deyince, bu sefer şöyle dedim:

Eğer Mürcie: İslâm bir sözdür, diyorsa ne dersin? Şöyle dedi:

Onlar bütün bunları, tek bir şey olarak, müslüman ve mü'min olmayı aynı şey kabul ederek herkesi Cebrail'in imanına sahip ve imanı kamil olarak değerlendirirler. Ben ona:

Bizim onlara karşı delilimiz bu mudur? diye sorunca, o evet, dedi. imam Ahmed cevabında şöyle demiş olmaz:

Onlar fâsık olan bir kimseyi, Cebrail gibi imanı eksiksiz mü'min kabul ediyorlar.

İmam Ahmed'in:

Onlar müslüman ve mü'mini aynı şey olarak kabul ediyorlar, sözlerine gelince, bu şu görüşü savunanların da söylediği sözdür:

"Din ve iman aynı şeydir, İslâm da dindir" Böylelikle İslâm'ı ve imanı aynı şey kabul ederler. Bu görüş birçok imamın da belirttiği gibi, Mürcie'nin görüşüdür. Şafiî, Ebû Ubeyde ve başkaları bunu zikredenler arasındadır. Bununla birlikte bu konuda söyledikleri tartışılabilir. Çünkü Mürcie'nin görüşü olarak bilinen şudur:

Onlara göre din ve iman kelimesi arasında ve İslâm'la iman arasında fark vardır. Onlar derler ki:

İslâm'ın bir kısmı iman, bir kısmı ameldir, amellerin de bir kısmı farz, bir kısmı nafilelerdir. Fakat onlara selefe aittir diye ulaşan sözler bid'at ehlinin sözleri aracılığı ile ulaşıyordu. Nitekim Cehmiye'de durumun böyle olduğunu görüyoruz. Allah her yerdedir, diye bir kanaat Cehmiye'nin görüşü olarak nakledilmektedir. Fakat bu Neccariye gibi onların bir grubunun görüşüdür. Bu onların avam ve abidlerinin görüşüdür. Cehmiye'nin kelamcılarının cumhuru, Mutezile, Dırariye ve başkaları ise şöyle der:

Allah alemin ne içinde ve ne de dışındadır. Alemin üstünde de değildir.

Kaderiyye hakkındaki sözler de böyledir. Onların, ilmi (Allah'ın ilmini) ve yazmasını (takdirleri kaydetmesini) inkâr ettikleri kaydedilmektedir, işte bunlar İbn Ömer'in haklarında şu sözleri söylediği kimselerdir:

Bu gibi kimselerle karşılaştığında, benim kendilerinden ve onların da benden uzak olduğunu söyle. Bunlar şöyle derlerdi:

Allah kullara emirler verdi, yasaklar koydu. O kimin kendisine itaat edeceğini, kimin asi olacağını, kimin cennete, kimin cehenneme gireceğini bu işleri yapıncaya kadar bilmiyordu, işleri yaptıktan sonra durumu bildi. Bundan dolayı onlar iş sonradan meydana gelir derler. Yani onun kimin mutlu, kimin bedbaht olduğu konusundaki bilgisi sonradan ortaya çıkmıştır. O bunları daha önceden herhangi bir ilim ve yazıyla takdiri olmaksızın yeniden başlatır. Dolayısıyla amel, daha önce yapılmış olan bir takdire göre değildir ve böylelikle kader diye görülecek bir şey de yoktur. Her iş sonradan ve yeniden yapılır. Herhangi bir insan, bir işi yapmak isteyince, önce kendi nefsinde ne yapmak istediğini ölçüp biçer (takdir eder), sonra da kendi nefsinde takdir ettiği şekilde onu işler. Kimi zaman takdir ettiği şeyin dışındaki şekliyle ortaya çıkar, işte nefisteki bu takdire yaratma denilir. Şairin şu sözleri de bu türdendir:

Sen yarattığını yaparsın Bazıları ise yaratır, yapamaz.

Şunu söylemek istiyor:

Sen bir işi takdir ettiğin zaman, onu uygular ve gerçekleştirirsin. Bazıları ise böyle değildir. Onlar takdir ettiklerini yerine getiremezler.

Yüce Allah ise şöyle buyurmuştur:

"Biz her şeyi bir kader ile yaratmışızdır." (Kamer, 49)

Şanı Yüce Allah eşyayı yaratmadan önce neler olacağını bilir. O, kendi dilemesiyle yaratır ve yaratacağını bilir, iradesi ile de onu yaratır. Onun ilim ve iradesi de kendi zatıyla kaimdir. Bazan bunu kelamıyla bildirir ve haber de verir.

Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"Elbette senden ve insanların içinden sana tabi olanların hepsinden cehennemi dolduracağım." (Sad, 85)

Yine Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Eğer Rabbinden verilmiş bir söz ve belli bir vade olmasaydı, (bunlara da dünyada azab) lâzım olurdu." (Tâ-Hâ, 129),

Andolsun gönderilmiş kullarımız hakkında sözümüz önceden geçmiştir:

"Muhakkak onlar, elbette onlar zafere erdirilenlerdir ve muhakkak bizim ordumuz elbette onlar galip olanlardır." (Saffat, 171-173),

"Andolsun biz Musa'ya, kitabı verdik c onda da ihtilaf olundu. Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, bunların aralarında hükmolunurdu." (Fussilet, 45)

Şanı Yüce Allah yazdığı şeylerde takdir buyurduğunu da kaydetmiştir.

Nitekim Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"Bilmez misin ki, Allah gökte ve yerde olan her şeyi bilir. Şüphesiz ki bunların hepsi bir kitapta sabittir. Gerçekten bu Allah'a çok kolaydır." (Hacc, 70)

İbn Abbas der ki:

Allah mahlûkatı yarattı. Onların ne amel işleyeceklerini de biliyordu. Daha sonra ilmine, bir kitap ol dedi o da bir kitap oldu. Sonra da bunu tasdik buyurmak üzere şöyle buyurdu:

"Bilmez misin ki Allah gökte ve yerde olan her şeyi bilir. Şüphesiz ki bunların hepsi bir kitapta sabittir. Gerçekten bu Allah'a çok kolaydır."

Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"İster yeryüzünde, ister nefislerinizde meydana gelen her musibet mutlaka onu yaratmazdan önce bir kitaptadır. Muhakkak ki bu Allah'a çok kolaydır." (Hadid, 22),

"Andolsun ki biz, zikirden sonra Zebur'da yazdık ki: Arza benim salih kullarım mirasçı olur." (Enbiya, 105),

"Allah dilediğini siler ve dilediğini meydana getirir. Ana kitap ise onun nezdindedir." (Ra'd, 39),

Yüce Allah meleklere de şöyle hitap buyurmuştur:

"Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım. Onlar: Biz seni hamdinle tesbih edip takdis edip dururken orada bozgunculuk yapacak kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın? demişlerdi. O: Sizin bilmediklerinizi her halde ben bilirim, demişti." (Bakara, 30)

Melekler Ademoğlunun yapacakları fesadları ve dökecekleri kanı bilmişken, nasıl olur da Allah bunu bilmez. Onlar ister bunu Allah'ın bildirmesiyle bilmiş olsunlar, o vakit o meleklere öğrettiğini müfessirlerin çoğunun da söylediği gibi, onlardan daha iyi bilir, isterse onlar bunu kendilerinden öncekilere kıyasla söylemiş olsunlar -ki bunu da başka grup müfessir söylemiştir- veya başka bir yolla söylemiş olsunlar, Allah neler olacağını mahlûkatından elbette daha iyi bilir. Çünkü onlar Allah'ın kendilerine öğrettiğinden, peygamberlerine ve başkalarına vahiy yoluyla bildirdiklerinden başkasını bilemezler. O neler olacağına dair bilgileri onlara öğrettiğine göre, neler olacağını o, onlardan daha iyi bilir. Çünkü onun yarattıkları onun ilminden dilediğinden başkasını kuşatamazlar.

Aynı şekilde Yüce Allah meleklere:

"Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." bilgisini Adem'e secde etmeleri emrini vermezden ve iblis de bu emre itaatsizlik etmezden, Hz. Adem'e ağaçtan yemesini yasaklamazdan, o da ağaçtan yemezden, onun ağaçtan yemesi de yeryüzüne indirilmesine sebep teşkil etmezden önce verilmiştir.

Şanı Yüce Allah, kendisine ve İblis'e emir vereceğini bilmekle birlikte onu halife kılacağını da bilmişti. Ayrıca her ikisinin de kendisine bu konuda muhalefet edeceklerini, aradaki bu muhalefet sebebiyle de yeryüzüne indirilmesi emrini onlara verip Adem'i de yeryüzüne halife yapmak üzere indireceğini biliyordu.

İşte bu Yüce Allah'ın emrine muhalefet etmelerinden önce Adem'le İblis'in neler yapacağını bildiğini açıklamakdadır. İblis Adem'e secde etmekten kaçındı. Ona buğzetti ve onun düşmanı oldu. Böylelikle ona vesvese verdi. Nihayet ağaçtan yedi ve Adem yine bir günah işledi. Çünkü iblis onların hepsini azdıracağı konusunda yemin etmiş, söz vermişti. Ayrıca öldükten sonra diriltilecekleri güne kadar kendisine süre verilmesini istemişti, İblis Adem'i ve onun soyundan gelenleri elindeki bütün imkanlarla saptırıp azdırmak için bütün gücüyle çalışır. Fakat Adem, Rabbinden birtakım kelimeler belledi. Allah onun tevbesini kabul etti, Rabbi onu seçti ve tevbesi sebebiyle ona hidayet verdi. Böylelikle Ademoğulları için aldatmak ve azdırmak sebebiyle şeytanın kendilerini içine düşürdüğü şeylerden kurtulup mutluluğa kavuşmalarına bir yol açılmış oldu ki, bu da tevbedir.

Şanı Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Ta ki Allah münafık erkeklerle münafık kadınları, müşrik erkeklerle müşrik kadınları azablandırsın; mü'min erkeklerle mü'min kadınların tevbelerini de kabul etsin." (Ahzab, 73)

İşte Allah'ın kaderi, bütün bunları olmadan önce kuşatmıştır, iblis günah işlemekte ısrar etti ve kendisini haklı çıkarmak için kaderi delil gösterdi. Başkasını da helak etmek üzere kendisine mühlet verilmesini istedi. Adem ise tevbe etti. O ve eşi şöyle dedi:

"Rabbimiz biz nefislerimize zulmettik. Eğer bize mağfiret ve merhamet etmezsen, herhalde zarara uğrayanlardan oluruz." (A'raf, 23)

Allah onun tevbesini kabul etti, onu seçti ve onu doğruya iletti. Orada, kendi itaati gereğince amel etmek üzere onu yeryüzüne indirdi. Böylelikle Allah onun derecesini yükseltir. Bütün bunlardan sonra cennete girişi de öncekinden daha mükemmel olur. Ademoğullarından kim günah işleyip de tevbe hususunda babası Adem'e uyarsa, o da mutlu olur. Eğer tevbe edip iman eder ve salih amel işlerse, Yüce Allah onun günahlarını iyiliklerle değiştirir. Tevbeden sonraki günah, öncesinden daha hayırlı olur. Allah'ın takva sahibi diğer dostları gibi. Onlardan kim İblis'e uyar, günah işlemek üzere ısrar eder, kaderi delil gösterir ve başkasını da azdırmaya çalışırsa, Yüce Allah'ın haklarında:

"Elbette senden ve onların içinden sana tabi olanların hepsinden cehennemi dolduracağım" (Sad, 85) buyruğunda kastettiği kimselerden olur.

Burada maksadımız kaderi söz konusu etmektir. Müslim'in sahihinde sabit olduğuna göre Abdullah b. Amr; Peygamber (s.a.v) 'in şöyle dediğini rivayet etmektedir:

"Allah mahlukatın kaderlerini göklerle yeri yaratmadan elli bin yıl öncesinden takdir buyurmuştur. Arş'ı da su üstünde idi." (Müslim, Kader, 16)

Buhârî'nin Sahih'inde İmran b. Husayn'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir:

Rasûlullah (s.a.v) buyurdu ki:

"Allah vardı, Ondan önce bir şey yoktu. Arş'ı su üstünde idi. Zikirde her şeyi yazdı, sonra da göklerle yeri yarattı." (İbn Kesir, Hud sûresinin 7. ayetinin tefsirinde, Buhârî tarafından rivayet edildiğini kaydetmektedir.)

Buhârî ile Müslim'de Peygamber (s.a.v) 'in birkaç yoldan rivayetle şu haberi yer almaktadır:

"Allah cennet ehli ile cehennem ehlinin kimler olduğunu bilmiştir. Ayrıca kulların neler işleyeceğini de işlemelerinden önce bilmiştir."

Buhârî ile Müslim'de Abdullah b. Mes'ud'un şöyle dediği kaydedilmektedir:

"Allah, cesedin yaratılması ve o cesede ruhun üflenmesinden önce bir melek gönderir. Bu melek kişinin ecelini, rızkını, amelini ve mutlu mu, yoksa bedbaht mı olduğun yazar." (Buhârî, Bedu'l - Halk;Ebû Dâvûd, Sünne, 6; Müsned, 1, 382, 430)

Bu hadis-i şerifler Allah'ın izniyle uygun yerlerinde gelecektir, işte ashabın son dönemlerinde ortaya çıkan Kaderiyye'nin inkâr ettiği kader budur. Rivayet edildiğine göre bunu, Irak'ta bid'at olarak ilk ortaya çıkartan kişi Mecus soyundan gelen ve Sinseveyh adında Basra halkından bir kişi imiş. Mabed el-Cüheni bu düşünceleri ondan almış. Şöyle de denilmektedir:

İlk olarak bu görüşler Kabe yandığında Hicaz'da ortaya çıkmıştır. Adamın birisi Kabe Allah'ın takdiriyle yandı derken, bir başkası Allah bunu takdir etmemişti demişti. Râşid halifeler döneminde kaderi irtkâr eden tekbir kimse yoktu. Bu gibi kimseler kaderi yalanlamak bid'atini ortaya koyunca, ashab-ı kiramdan geriye kalanlar onların bu görüşlerini reddetti.

Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Vasile b. Esfah gibi. Bu görüşler çoğunlukla Basra ve Şam taraflarında görülüyordu. Bir kısmı da Hicaz'da vardı. Bunun üzerine selef bu tür Kaderiyeyi yermek hususunda çokça söz söyledi, işte bundan dolayı Veki b. Cerrah şöyle demiştir: Kaderiyye der ki:

İş gelecekle ilgilidir. Allah ise hiçbir zaman yazmayı ve amelleri takdir etmemiştir. Mürcie ise şöyle der:

Söylenen söz amelin yerini tutar, ona ihtiyaç bırakmaz. Cehmiye de der ki:

Marifet, sözün de amelin de yerini tutar, onlara gerek bırakmaz. Veki dedi ki:

Bütün bu görüşler küfürdür.

Fakat kadere ilişkin olarak söylenen sözler yaygınlık kazanınca ve kelamcı ve abidlerden de birçok kişi bu görüşü benimsemeye koyulunca, bu sefer Kaderiye'nin çoğunluğu ilmin kadim olduğunu kabule, fakat meşietin ve yaratmanın genelliğini inkâra koyuldular.

Amr b. Ubeyd'den mütekaddim yazıyı inkârı hususunda iki rivayet vardır. Kaderi inkâr edenleri bu görüşleri sebebiyle Malik, Şafiî, Ahmed ve başkaları tekfir etmiştir, ötekiler ise bid'atçi ve sapık kimselerdir. Fakat öncekilerin seviyesinde değildirler. Bu ikinci grup arasında da ilim sahibi ve abidlerden pek çok kimse vardır ve bunlardan ilim (hadis) yazılmıştır. Buhârî ve Müslim onlardan bir gruptan hadis rivayet etmiştir. Fakat bid'atinin propagandasını yapanların hadisini rivayet etmemişlerdir, imam Ahmed ve başkaları gibi hadis ehlinin fukahasının görüşleri de budur:

Bir bid'atin propagandasını yapan kimse, insanlara olan zararının önlenmesi için cezalandırılmayı hak eder. İsterse o batınen müctehid olsun. Böyle birisine verilecek cezanın en hafifi, onunla konuşulmamasıdır. Böylelikle onun dinde bir mertebesi olmaz. Ondan ilim alınmaz, anlaşmazlıklar arasında hüküm verilmesi istenmez, şehadeti kabul olunmaz ve buna benzer cezalar...

Malik'in görüşü de buna yakındır. İşte bundan dolayı sahih kitapların yazarları, bid'at propagandasını yapan kimselerden rivayet almamışlardır. Fakat onlar ve diğer ilim ehli batınen Kaderiye'nin, Mürcie'nin, Haricî ve Şiî'lerin görüşlerini benimseyen birçok kişiden rivayette bulunmuşlardır.

Ahmed der ki:

Eğer bizler Kaderiyye'den rivayette bulunmayı terkedecek olursak, Basra halkının çoğunluğunu terketmemiz gerekecektir. Çünkü:

"Kulların fiillerinin yaratılması ve var edilenlerin (varedilme) iradesi" meselesi içinden çıkılamaz bir meseledir. Mûtezile'ye mensup olanları ve başkalarından olan Kaderiyye bu konuda hataya düştükleri gibi, onların görüşlerini reddedenler arasından pek çok kimse hataya düşmüşlerdir. Onların görüşlerini reddetmek üzere Cehm b. Safvan ve ona uyanların izlediği yolu takip etmişler, Allah'ın yaratmaktaki ve emrindeki hikmetini reddetmeye kalkışmışlar, kullarına rahmetini nefyetmişlerdir. Ayrıca sebepler arasında yaratmak ve emretmesini de reddedip onun mahlukatında ve şer'i hükümlerinde varolan hakikatleri de inkâr etmişlerdir. Bu ise onların sözlerini sünnet sanan akıl sahibi birçok kimsenin uzaklaşmalarına sebep teşkil etmiştir. Çünkü bu gibi kimseler ehl-i sünnetin kader hakkındaki görüşünün Cehm'in ortaya attığı görüş olduğunu zannediyorlardı. Buna ilişkin açıklamalar başka yerde gelecektir.

Burada maksat şudur:

Selef, Mürcie, Cehmiyye, Kaderiye ve başkalarını reddederken, onlardan kendilerine ulaşan sözleri ve onların bir kısmından işittikleri sözleri terkederler. Kimi zaman bu onların bir kesiminin görüşü olabilir, kimi zaman değişikliğe uğramış bir nakil olabilir. Bundan dolayı din ve imanı aynı şey kabul eden Mürcie'nin görüşlerini reddetmiş ve onların görüşlerinin bu olduğunu kabul etmişlerdi. Aynı şekilde onların zamanlarında iman tasdiksiz ve kalbte marifet söz konusu olmaksızın mücerred bir sözden ibarettir diyen Mürcie'ye mensup kimseler, onların zamanlarında daha ortaya çıkmamıştı. Çünkü bu görüşü İbn Kerram ortaya koymuştur. Ve bu sadece İbn Kerram'ın kabul ettiği görüşlerdir. Onun diğer söyledikleri sözler ise kendisinden önce söylenmiş sözlerdir. Bundan dolayı Eş'arî ve İbn Kerram'dan insanların çeşitli konulardaki görüşlerini aktaran başkaları İbn Kerram'in tek başına ileri sürdüğü görüş olarak bundan başkasını zikretmezler.

İbn Kerram'ın diğer görüşlerini ise, kendisinden önce başka birtakım kişilerden nakleder ve ondan söz etmezler. İbn Kerram, Ahmed b. Hanbel ve onun dışında diğer imamların çağdaşı değildi, işte bundan dolayı insanların bu görüşün aksine icma üzere olduklarını naklederler.

Nitekim Ebû Abdullah, Ahmed b. Hanbel, Ebû Sevr ve başkaları bunu böyle zikreder. Ondan önce Mürcie'nin görüşü şuydu:

İman dil ile söylenen söz, kalb ile tasdiktir. Cehm'in görüşü ise şöyledir:

İman kalb ile tasdiktir.

İbn Kerram ise, imanın sadece dil ile söylenen sözden ibaret olduğunu söyleyince, Mürcie'nin bu konudaki görüşleri üçe çıkmış olur.

Fakat imam Ahmed insanların görüşlerini başkalarından daha iyi bilen birisiydi. O bakımdan Cehmiye'nin iman hakkında görüşünü bilirdi. Ebû Sevr ise bunu bilmiyordu. O sadece fukahadan Mürcie olanların görüşlerini bilirdi. Bundan dolayı Cehmiye ve Kerramiye'nin görüşlerinin aksine icmaın bulunduğundan söz eder.

Ebû Sevr -Ebu'l-Kasım et-Taberi el-Lalekaî- ve başkalarının rivayet ettiği şekilde Mürcie'ye reddiyesinde şöyle der:

İdris b. Abdülkerîm'den dedi ki:

Horasan halkından birisi Ebû Sevr'e imanın mahiyeti ile artıp eksilmesi konusunu onun bir söz mü, söz ve amel mi, yoksa tasdik ve amel mi, olduğu meselesini sordu.

Ebû Sevr ona şu cevabı verdi:

Allah sana rahmet buyursun, bizi ve seni affetsin, imanın mahiyeti artıp eksildiği hususunda o bir söz müdür yoksa söz ve amel midir yoksa tasdik ve amel midir diye soru sordu. Şimdi ben bu konuda değişik taifelerin görüşlerini ve aralarındaki anlaşmazlıkları sana haber vereceğim.

Şunu bil ki -Allah bize de sana da rahmet buyursun- iman kalb ile tasdik, dil ile söylenen söz ve organlarla ameldir. Şöyle ki:

İlim ehli arasında şu hususta görüş ayrılığı yoktur:

Bir kişi ben Aziz ve Celil olan Allah'ın bir ve tek, peygamberlerin getirdiklerinin hak olduğuna şehadet eder ve bütün şeriatları kabul ederim. Sonra da:

Bunlardan hiçbirisini kalbimde inanç olarak kabul ve tasdik etmiyorum dese, bu kişi müslüman değildir. Eğer "Mesih Allah'ın kendisidir" deyip İslâm'ı inkâr edecek olsa ve sonra da:

"Benim kalbim böyle bir şeye akide olarak inanmıyor" diyecek olsa, bu kişi böyle bir şeyi izhar ettiğinden dolayı kâfirdir, mü'min değildir. Beraberinde tasdik bulunmayan ikrarla mü'min olmadığı gibi, beraberinde ikrar bulunmayan tasdikle de mü'min değildir. Ta ki kalbi ile tasdik edip diliyle ikrar edene kadar. Eğer kalb ile tasdik ve dil ile ikrar ederse, o zaman ilim ehline göre o kişi mü'mindir. Bazılarına göre ise tasdik ile birlikte amel bulunmadıkça mü'min olmaz, işte bunlar bir araya geldiğinde bunlarla mü'min olur. ilim adamları tek bir şey ile imanın söz konusu olamayacağını belirtip:

Bir kısmına göre iki şey ile, diğer bir kısmına göre de üç şey ile gerçekleşeceğini söylediklerinden, bu üç şeyden üzerinde icma ettikleri hususlar yerine gelmedikçe o kişi mü'min olamaz. Bu kimse bu üç hususu da yerine getirince hepsi de onun mü'min olduğuna şahitlik eder. işte o bakımdan bizler üzerinde icma ettikleri hususu kabul ederek, (imanın) kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla amel olduğu görüşünü kabul ettik.

Amelin imandan olmadığı kanaatinde olan kesime şöyle denilir:

Allah kullara namazı kılın, zekâtı verin dediğinde onlardan neyi istemiş olmaktadır? Bunu kabul etmelerini mi, yoksa hem kabul, hem de amel etmelerini mi? Eğer bu kesim:

"Allah onlardan bunu kabul (ikrar) etmelerini istedi, amel etmelerini istemedi" derse, kâfir olur.

Çünkü ilim ehli, Allah kullardan namaz kılmalarını, zekât vermelerini istememiştir, diyen kişi (kâfir olur) demişlerdir. Eğer bu kesim:

Onlardan ikrar etmelerini istemiştir derse, şöyle denilir:

Yüce Allah onlardan hem ikrarı, hem de ameli birlikte istediğine göre, onların ikisini de bir arada yerine getirmelerini istemişse, sizler neye dayanarak sadece bunlardan birisiyle mü'min olacağını ileri sürüyorsunuz? Acaba bir kimse kalkıp:

Ben Allah'ın bütün emrettiklerini yapıyorum, fakat kabul etmiyorum (ikrar etmiyorum) diyecek olsa, size göre acaba bu kişi mü'min olur mu?

Eğer bunlar hayır derlerse, onlara şöyle denilir:

Peki ben Allah'ın bütün emirlerini kabul ediyorum, fakat işlemiyorum derse, mü'min olur mu?

Bu sefer evet, mü'min olur derler.

O zaman onlara aradaki farkın ne olduğu sorulur. Çünkü sizler Allah'ın her ikisini de bir arada istediğini ileri sürüyorsunuz. Eğer birisini terkederek birisiyle mü'min olması söz konusuysa, o emri işleyip onu ikrar etmemesi halinde de mü'min olması söz konusu olur. Çünkü ikisi arasında bir fark yoktur. Eğer delil getirip:

"Bir kimse İslâm'a girip Peygamber (s.a.v)'in bütün getirdiklerin ikrar edip kabul etse, onlarla amel etme zamanı gelmeden önce bu ikrarı ile mü'min olur mu?" dese, ona şöyle denilir:

Tasdiki sebebiyle ona mü'min adı mutlak olarak verilir. Çünkü vakti gelince o işi yapmak üzere diyorsunuz. Bu vakitte ise sadece kendisiyle mü'min olabileceği bütün şeyleri ikrar etmesi söz konusudur. Eğer ben ikrar ediyorum, fakat yapmıyorum diyecek olsa, o zaman onun hakkında iman adı kullanılmaz.

Ben derim ki:

İmam Ebû Sevr (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şunu söylemek istiyor:

İkrarla birlikte ameli de yerine getirmedikçe mü'min olmaz. Yoksa ikrar edip ameli işlemezse mü'min değildir. Ebû Sevr'in sözkonusu ettiği bu delillendirme iki şeyin farz olduğuna işaret eder:

İkrar ve amel. Aynı zamanda bu, bunların her birisinin de dinden olduğuna delildir. Her ikisini birlikte yerine getirmedikçe böyle bir kimsenin Allah'a itaat etmiş olmayacağına, sevabı hak etmeyeceğine, Allah ve Rasulü katında övülmeye değer olamayacağına da delildir. Bu amelleri hem dinin, hem de imanın dışında kabul edenlere karşı da bir delildir. Bunlar dindendir deyip, fâsık da mü'mindir, çünkü o dinin bir kısmını alıp uygulamıştır ve bir kısmını da terketmiştir diyen -ve imanı bu şekilde kabul eden- kimselere gelince bunlara karşı başka bir delil gösterilir. Fakat Ebû Sevr ve onun dışında kalan ehl-i sünnet alimlerinin genel olarak getirdikleri deliller bu tür kimselere karşıdır,İmam Ahmed ise Ebû Sevr'den konuyla ilgili görüşlere ve bu görüşlere karşı gösterilecek deliller konusunda bilgisi daha genişti:

İşte bundan dolayı Kerramiye'nin görüşlerine aykırı olarak bu konuda icma bulunduğunu (Ebû Sevr) nakletmekte, ondan sonra da adeti üzere konuşurken veya yolunu seçmekte, bu konudaki ihtilafı kesin bir ifadeyle nefyetmemektedir. Fakat şöyle demektedir: Kimsenin böyle bir görüş ileri sürdüğünü zannetmiyorum. Bu husus ise onun Abdurrahim Cüzecânî'ye gönderdiği risalesinde görülür. Bunu Hallal, "es-Sünne" adlı eserinde zikreder. Bu kitap imam Ahmed'in dini esaslara dair meseleler hakkındaki görüşlerinin söz konusu edildiği en kapsamlı kitaptır. Bununla birlikte İmam Ahmed'in bu kitapta belirtilenlerden ayrı görüşleri de vardır.

Nitekim imam Ahmed'in Usul-ü Fıkh'a dair görüşlerinin söz konusu edildiği "ilm" e dair kitabı da konu ile ilgili en kapsamlı kitaptır.

Mervezî der ki:

Ben Ebû Abdurrahim Cüzecânî'yi Ebû Abdullah'ın yanında gördüm. Ebû Abdullah bundan sözetmiş ve şöyle demişti:

Onun babası Mürcie'ye mensuptur yahut ashab-ı re'ydendi demiştir. Ebû Abdullah'tan ise övgüyle söz etmişti. Ebû Abdurrahim, Ebû Abdullah'a Horasan'dan bir mektup yazmış ve imana dair ona soru sormuştu. Daha sonra yazdığı mektubu iki yoldan Ebû Abdurrahim'den zikreder ve imam Ahmed'in şu cevabını kaydeder:

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

Allah bize de, sana da bütün işlerinizde ihsanda bulunsun. Bizi de seni de rahmetiyle her türlü kötülükten esirgesin. Mektubun bana ulaştı. Orada, Mürcie'den delil getiren kimselerden söz ediyorsun.

Şunu bil ki -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- din hususunda tartışmak sünnet ehlinin yolu değildir.

Allah'ın ondan neyi murad ettiğini ortaya koyan bir manaya işaret eden bir sünnet olmadan, yahut Rasûlullah (s.a.v)'ın ashabından gelmiş bir "eser" bulunmadan -ki bu Peygamber (s.a.v)'den, yahut da ashabından gelen rivayetlerle bilinir ve onlar Peygamber (s.a.v)'i görmüş, Kur'an-ı Kerîm'in indirilişine Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerîm'de ona neleri anlattığına ve neyi kastettiğine tanık olmuş, murad ettiği şey özel midir, yoksa genel midir bunu bilmişlerdir, işte onlardan gelmiş bir rivayet olmadan zahirî üzere Rasûlullah (s.a.v)'tan ve onun ashabından birisinden gelmiş bir işaret olmadan te'vil eden bir kimsenin bu tevili bid'at ehlinin te'vilidir.

Çünkü ayet-i kerîme bazan özel olduğu halde hükmü genel bir hüküm olabilir. Ayetin zahirî bazan genellik ifade ettiği halde, belirli bir şeyi kasdedebilir. Rasûlullah (s.a.v) ise Allah'ın kitabında neyi murad ettiğini ifade eder. Rasûlullah (s.a.v)'ın ashabı ise bunu bizden daha iyi bilir. Çünkü onlar bu işe tanık olmuşlardır, bundan neyin murad edildiğini bilmişlerdir. Ayet-i kerime yani onun anlamı özel olabilir.

Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"Allah size çocuklarınız hakkında şöyle emreder: Erkeğe iki dişinin payı kadar vardır." (Nisa, 22)

Bu ayetin zahirî genel olduğudur. Yani kendisine "çocuk" adı verilen herkese Allah'ın belirlediği hisse verilir. Fakat Rasûlullah (s.a.v)'ın sünnetiyle:

"Müslüman bir kimse kâfir bir kimseye mirasçı olmaz." hükmü getirilmiştir.

Peygamber (s.a.v)'den rivayeti pek sağlam olmamakla birlikte, Ashab-ı Kiram'ın katile miras vermedikleri nakledilmiştir.

Rasûlullah (s.a.v) kitabı açıklayan kişiydi ve bununla bu ayet-i kerîmenin müslümanı kastettiğini, kâfiri kastetmediğini belirtmişti. Bu ayeti zahirîne göre ele alan bir kimsenin ister kâfir, ister katil olsun "çocuk" denilen herkesi mirasçı kabul etmesi gerekir. Aynı şekilde anne baba gibi mirasçılara dair hükümler de böyledir. Bunun dışında mektubumuzda kaydedeceğimiz daha birçok ayet-i kerîmenin durumu da böyledir. Ancak ümmet peygamber (s.a.v) de ve ashabından gelen sünneti kullanmıştır. Fakat bunu kabul etmeyen bid'at ehli, Haricîler ve benzerlerinin ise nereye kadar çıkıp geldiklerini de görmüş bulunuyoruz.

Ben derim ki:

Mücmel, mutlak ve âmm kelimeleri, Şafiî, Ahmed, Ebû Ubeyd ve İshak gibi imamların ıstılahında aynı şeyi ifade ediyordu. Onlar mücmelle müteahhirlerden birisinin açıkladığı şekilde, ondan ne dediği anlaşılmayan olanı kastetmiyorlardı. Ki bu şekilde açıklayan müteahhir bu açıklamasında da hata etmişti.

Aksine mücmel; kendisiyle amel etmek bakımından hakikaten zahir olsa bile, tek başına yeterli olmayan buyruk demektir.

Yüce Allah'ın şu buyruğu gibi:

"Onların mallarından kendisi ile onları temizleyip arındıracağın bir sadaka (zekât)".. (Tevbe, 103)

Bu ayet-i kerîmenin zahirî anlamı anlaşılmaktadır. Bu, kendisinden maksadın ne olduğu anlaşılmayan ayetlerden değildir. Fakat bizzat işaret ettiği şey, amel etmek üzere tek başına yeterli değildir. Emrolunan şey sadakadır ve bunun sadaka verenler için temizleyici ve arındırıcı olmasıdır. Bunun mahiyeti ise Rasûlullah (s.a.v)'in açıklamasıyla bilinir. Bundan dolayı Ahmed şöyle der:

Fıkıh konusunda konuşan bir kimse, mücmel ve kıyas diye bilinen iki asla karşı çok dikkatli olmalıdır. Ayrıca şunları da söylemiştir:

İnsanların en çok hataya düştükleri husus, tevil ve kıyas yönündendir. O bununla şunu anlatmak istiyor:

Genel ve mutlak lafzın, o lafzı tahsis eden ve kayıtlandıran şeyleri tetkik etmeden önce genel ve mutlak lafzın delaletini alarak hükme gitmemelidir. Nasların delaletini, onu defedip etmeyeceği tetkik edilmeden önce de kıyasla amel edilmez.

Çünkü insanların yanılmalarının çoğunluğu lafız ve kıyasın delaleti diye zannettikleri şeye yapışmalarından kaynaklanmaktadır.

Zanna dayanan konularla kişinin kalbini rahatlatacak şekilde bir araştırmayla onun muarızı araştırılmadığı sürece, zannî hususlarla amel edilmez.

Bunu yapmayan bir kimse aksi takdirde yanılır, işte nasların zahirlerine ve kıyaslara yapışan kimselerde görülen de budur.

İşte bundan dolayı Peygamber (s.a.v)'in ve ashabının tefsirinden yüz çevirmekle birlikte nasların zahirlerini delil göstermeyi bid'at ehlinin bir nuru olarak değerlendirmiştir. Onun bu konuda oldukça büyük bir eseri de vardır.

Naslardan ve ashab-ı kiramdan gelen rivayetlerden yüz çevirdiği halde kıyaslara sarılmak da, bid'at ehlinin izlediği bir yoldur, işte bundan dolayı bu kimselerin bid'at olarak ortaya attıkları her görüş, tutarsız bir görüştür. Onların görüşleri arasında doğru olanlar ashab ve onlara güzelce uyan tabiinin oluşturduğu selefe uygun kanaatleridir.

Yüce Allah'ın:

"Allah çocuklarınız hakkında.... vasiyet eder." (Nisa, 11) buyruğunu genel olarak adlandırmıştır. Halbuki bütün hallerde mutlaktır ve Yüce Allah'ın:

"Bir köle azad etmek" (Nisa, 92) buyruğunun bütün köleleri kapsadığı gibi, bedel yoluyla da bunları kapsar. Fakat "çocuk (el-veled)" kelimesinin bütün çocukları kapsaması gibi kapsamaz.

Bunu kabul eden bir kimse, Kur'an lafzının zahirînin delil olduğu şeyi almış olmuyor. Aksine o Kur'an-ı Kerîm'in sözünü etmediği bir şeyden kendisine zahir olanı alıyor. O bakımdan buradaki zahir oluş, Kur'an-ı Kerîm'in söz konusu etmediği şeyin zahir olmasıdır. Yoksa Kur'an-ı Kerîm'in onun zahir oluşuna işareti dolayısıyla değildir. Bu şekilde bunlar sözün zahirîne değil, zahir gibi görünene yapışmış olurlar. Bu konudaki bütün dayanakları ise ne ile kayıt getirildiği bilgisini ihtiva eden nasları bilmeyişleridir.

Yoksa Kur'an-ı Kerîm'in açıklayıp ortaya koyduğu her şey haktır. "Kur'an'ın zahir" diye adlandırılıp da bizzat Kur'an-ı Kerîm'de açıklamalar dışında kalan bir husus dolayısıyla insanın şahsi anlayışıyla çıkardığı manalar ise böyle değildir.

Nitekim Cehmiyye, Mürcie, Haricîler ve Şia'ya mensup bid'at ehlinin istidlalleri böyledir.