Aklî ve sem'î konularda mutlak, mukayyet, külliyât ve cüz'iyat

Yine bir başka yerde, Allah'ın ve Rasûlünün muhataplara anlamını açıklamaksızın ve başka herhangi bir şeye muhtaç bırakmaksızın açıklamadık bir şey bırakmadıkları üzerinde durduk. Böylelikle bu gibi kimselerin bütün kayıtlardan uzak, mutlak bir lafzın ancak zihinlerde takdiri olarak varolduğunu, kullanılan konuşmalarda böyle bir şeyin bulunmadığı ortaya çıkmış bulunmaktadır. Nitekim mantıkçıların ileri sürdükleri bütün kayıtlardan uzak olan mutlak anlamın da ancak zihinde varolduğu kabul edilebilir. Zihnin dışında bütün kayıtlardan uzak bir varlık bulunmaz, işte bundan dolayı onların ileri sürdükleri şekilde ilmin tasavvur ve tasdik diye kısımlara ayrılması ve tasavvuru:

Her türlü kayıttan uzak basit mananın düşünülmesi şeklindedir diye tanımlama doğru olamaz. Yine onların ileri sürdükleri türlerden mürekkep olarak meydana gelen basit şeylerin her türlü kayıttan uzak, mutlak olarak bulunan şeyler olduğunu ileri sürmeleri de doğru değildir. Böyle bir şeyin varlığından söz edilemez. Onların ileri sürdükleri, vacibü'l-vücud, sübuti her işten uzak mutlak varlıktır, dedikleri bu şekilde varlığı düşünülemez.

Her türlü kayıttan uzak bu mutlak niteliklerin, bu bilgileri inceleyenler tarafından bilinmesi gerekmektedir. Çünkü bunların var oldukları zannedildiğinden dolayı, birtakım gruplar aklî ve sem'i konularda sapmışlardır. Hat­ta alimler, mutlak ve mukayyed dedikleri zaman, bununla kayıttan uzak mutlak ve o kayıt ile mukayyet oluşunu kastederler. Nitekim onlar, rakabe (köle) yemin keffareti ayetinde mutlak, katil ile ilgili ayette mukayyeddir demektedirler. Yani (ilk ayette) iman kaydı olmaksızın mutlak olarak zikredilmiştir. Çünkü: "... bir köle azad etmek (zorundadır)" ( Mücadele, 3 ) buyruğu hakkında bu, tek bir köle olmakla kayıtlanmıştır. Böyle bir kölenin varolması ve özgürlüğüne kavuşturulmaya güç yetirilir olunması gerekir denilmiştir. Sırf mutlak'in (yani her türlü kayıttan uzak mutlak'ın) varlığını kabul edenler bir olmak veya çok olmakla, var olmak veya yok olmakla ve daha başka herhangi bir nitelikle nitelenmeyen şeydir derler. Daha doğrusu sırf mutlak kendisi olması bakımından hakikat demektir. Nitekim Razi de bunu felsefe ile meşgul olan İbn Sina gibi kimselerden böylece nakletmiştir. Bu, mutlak ve mukayyed ile tümel ve tikel hakkında başka yerlerde geniş açıklamalar yapmış bulunuyoruz. Orada bu gibi kimselerin düştükleri yanlışlıkları da açıkladık, bu açıklamaları tekrarlamanın yeri ise burası değildir.

Burada bizim maksadımız "lafzı mutlak" dır. Bu ise, kişinin sözü, her türlü kayıttan uzak bir şekilde söylemesidir. Böyle bir şey ise var olamaz. Çünkü kim konuşursa konuşsun ancak mukayyed ve bir bölümü ötekiyle bağlantılı olarak birleştirilmiş sözlerle konuşur. O taktirde bu kayıtlar mutlak olarak söz söylemenin engelini teşkil eder. Böylelikle hakikat ile mecaz arasında fark gözeten kimselerin, her iki türü birbirinden ayırdetmemize imkân verecek makul bir fark ileri sürmedikleri ortaya çıkmaktadır. Bununla, bu tür bir kısımlara ayırmanın yanlış olduğu da anlaşılmaktadır. Buna göre Allah'ın Kitabı'nda ve Rasûlünün sözlerinde bulunan her kelime, onun anlamını açıklayan şeyle mukayyeddir. Bunun mecazla hiçbir ilgisi yoktur, aksine baştan sona tümü hakikattir.

İşte bundan dolayı, son dönem alimlerinden pek çoğu Kur'an-ı Kerîm'de mecazın bulunduğunu söylemiş ve bu konudaki delillerini ortaya koymuşlar, buna karşılık bu görüşleri kabul etmeyenler de verilen bütün bu örnekleri reddetmişlerdir. Bu konuda onların verdikleri en uygun örnek, Yüce Allah'ın şu buyruğudur:

"Düşmek isteyen bir duvar buldular." ( Kehf,77 )

Onlar duvarın canlı olmadığını, istemenin ise ancak canlılar için geçerli bir şey olduğunu söylerler. Dolayısıyla burada "isteme" nin duvarın düşmeye yüz tutacak şekilde eğilmiş olması anlamında kullanılması bir mecazdır. Onlara şöyle denilmiştir: "irade" sözü, şuur ile birlikte meyil hakkında kullanılır ki, bu da canlı olanın meyletmesidir. Şuursuzun meyli hakkında da kullanılmıştır. Bu da cansızın meyli (eğilmesi) hakkındadır ki, bu kullanım dilde meşhur olan bir kullanımdır.

Mesela: Bu tavan çökmek istiyor, bu arazi sürülmek ister, bu ekin sulanmak ister.Bu meyve toplanmak ister, bu elbise yıkanmak ister gibi ifadeler kullanılır.

Aynı kelime iki ve daha fazla anlam hakkında kullanılacak olursa, ya bunlardan birisi hakkında hakikat, öteki hakkında mecaz kabul edilir veya bu anlamların her biri için hakikat kabul edilir. O takdirde bu kelime lafzî olarak müşterek bir söz olur veya aralarındaki müştereklik oranında hakikat kabul edilir ki, bunlar "el-Esmaü'l-Mutavatie (üzerinde belli şekilde anlaşılmış isimler)" adını alırlar.

Bütün genel isimler böyledir. Birincisine göre mecaz, ikincisine göre ise iştirak söz konusudur. Her iki durum da aslın hilafınadır. Dolayısıyla bunların "el-Mutavatia" dan kabul edilmesi gerekir, işte bununla, bütün genel isimlerin genelliği de bilinmiş olur. Aksi takdirde bir kimse kalkıp, bu kelime cansızın meyli hakkında hakikat, canlının meyli hakkında da mecazdır diyecek olursa, her iki iddia arasındaki fark sadece canlının meyli hakkındaki kullanmada olur. Bununla birlikte bununla canlının meylinin kastedildiğini açıklayacak ifade ile mukayyed olarak kullanılır. Burada ise bununla cansızın meylinin kastedildiğini açıklayan ifade ile mukayyed olarak kullanılmıştır.

Mutevatı (zamanla ortaya çıkan bir çeşit anlaşma ve ittifak sonucu kabul edilen) isimlerle, işaret ettikleri şeyler arasındaki müşterek miktar ise, külli ve âmm olarak ancak zihinde bulunan külli ve umumi bir durumdur. Bu ise türlerin birbirlerinden ayrılmasıyla ilgili bir özelliktir. Fakat dilcilerin bu umumi ve külli anlamı ifade etme ihtiyaçları yoktur. Çünkü onlar ancak dışarıda (zihnin haricinde) bulunan şeyleri anlatmaya ihtiyaç duyarlar ve adeten kalplerde (iç dünyada) bulunan şeylere gerek duyarlar. Ancak başkasına izafe edilerek zihnin dışında bulunan şey, zihinde mücerred olarak bulunamaz. Bunlar, insan ve at gibi kelimelerin tam hilafınadır. Bu gibi anlamlar izafe edilmeksi­zin zihnin dışında bulunduklarından dolayı, zihinler "insan" kelimesinin ad olduğu ve "at" ın ad olduğu şeyi düşünmeye alışagelmiştir. Halbuki "irade" nin ad olduğu şeyi düşünmek ile ilim, kudret, genel ve mutlak varlık gibi şeylerin ad olduğu şeyleri düşünmek bunun tam tersidir. Dilde böyle şeyler hakkında mutlak olarak ona işaret edecek bir kelime bulunmamaktadır. Hatta irade kelimesi ancak irade sahibi ve ilim kelimesi ancak ilim sahibiyle, kudret keli­mesi de ancak kudret sahibiyle mukayyed olarak bulunur. Hatta diğer bütün arazlar da böyledir. Çünkü arazlar ancak bulundukları yer ile mukayyed olarak söz konusu olurlar ve dilde ancak bu şekilde onların lafızlarının varlığından söz edilebilir.

Siyahlık, beyazlık, uzunluk ve kısalık gibi kelimeler dilde, her türlü kayıttan uzak olarak değil, ancak siyah, beyaz, uzun, kısa ve bu tür kelimelerle kayıtlı olarak bulunur. Bu, dil konularında eser yazanların açıklamalarında mücerred olarak bulunabilir. Çünkü onlar dili konuşanlardan müşterek olarak kastedilen miktarın ne kadar olduğunu anlamışlardır.

Yüce Allah'ın şu buyruğu bu türdendir:

"Allah da ona, açlık ve korku elbisesini tattırdı" (Nahl, 112)

Bazı kimseler tadmanın, ağızla tadını almak konusunda kullanıldığı zaman gerçek olacağını söylemişlerdir. Onlara göre de elbise, beden üzerine giyilen şeydir. Bunların her ikisi de istiare yoluyla kullanılmıştır. Halbuki durum böyle değildir. Aksine Halil, şöyle demektedir:

"Arab dilinde tatmak (zevk) bir şeyin tadının alınmasıdır. Bu kelimenin kullanılması da buna delildir.

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Biz onlara en büyük azabtan önce yakın azabtan mutlaka tattıracağız" (Secde, 21) ,

"(Bu azabı) tad. Çünkü sen aziz ve kerîm (geçinir) idin" (Duhan, 9),

"Sonunda onlar işlerinin cezasını tattılar" (Talak, 9),

"Küfrünüzden dolayı azabı tadın artık" (Enfal, 35) ,

"Benim azabımı ve uyarmamı tadın" (Kamer, 37-39),

"Orada ilk ölümün dışında ölümü tadmazlar" (Duhan, 56) ,

"Orada ne bir serinlik, ne de içecek bir şey tadmazlar. Ancak kaynar bir su ve bir irin (içeceklerdir)" (Nebe, 24-25).

Peygamber (s.a.v) de şöyle buyurmaktadır:

"Rab olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı, peygamber olarak Muhammed'i kabul eden bir kimse, imanın tadını almıştır." (Müslim, İman, 56; Müsned, 1, 208)

Bir duasında da şöyle buyurulmuştur:

"Bize affının serinliğini, mağfiretinin de tatlılığını tattır" (Kaynağı tesbit edilemedi)

Buna göre "tatmak" (zevk) sözü hissedilen, acısı ya da lezzeti duyulan her şey konusunda kullanılır. Dolayısıyla birisinin kalkıp "tatmak" sözü sadece ağız yolu ile tadı bilinen şey hakkında kullanılır demesi, bu konuda yanlış bir iddiada bulunması anlamına gelir. Hatta ağız ile tadılması mukayyettir. O bakımdan "yemeğin tadına baktım", "bu içeceğin tadını aldım" denilir.

Böyle bir durumda bunun ağız yoluyla tadıldığına işaret eden birtakım kayıtlar bulunur. Eğer "tadmak" (zevk) insanın içte veya dışta duyduğu şey hakkında, hatta kaynar su hakkında bile kullanılırsa, "onu tattı" denilir, içecek şey soğuk veya sıcak olursa, o takdirde (onun sıcaklığının ve soğukluğunun) tadını aldım denilir.

"Elbise" kelimesine gelince, insanı örten ve kendisine bürünülen her şey hakkında kullanılır.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Biz geceyi bir elbise kıldık" (Nebe, 10) ,

"Takva elbisesine gelince, işte en hayırlısı odur" (A'raf, 26),

"Onlar sizin için elbise, siz de onlar için elbisesiniz" (Bakara, 187)

Hakla bâtıl birbirinden ayırdedilemeyecek şekilde karıştırıldığı takdirde de, "Hakkı batıla giydirdi" anlamındaki « ﻠﺒﺱ ﺍﻠﺤﻖ ﺒﺎﻠﺒﺎﻃﻞ » ifadesi kullanılır.

Buna göre (secde sûresinin 21nci ayetinde söz konusu olan) açlık acısı, acıkanın ruhu ve bedeniyle her tarafını kuşatır. Korku da aynı şekilde, bedenin tümünü elbise gibi kapatır. Eğer, "Allah ona açlığı ve korkuyu tattırdı" denilecek olursa, bu, açlık ve korku elbisesi ifadesinin kullanılması halinin aksine, acıkanın bütün hücrelerini kapsadığına işaret etmez. Eğer "giydirdi" denilmiş olsaydı, o zaman bu, onların kendilerine acı veren şeyi ancak aklen tattıklarına işaret ederdi. Yani acıkan ve korkan kimsenin acı çektiğini bildiğimiz için, bunu anlayabilirdik. Halbuki açlığın ve korkunun tadılması sözlerinde durum böyle değildir. Bu kelime, acı veren şeyin hissedildiğine işaret etmektedir. Eğer tad veren şeye de izafe edilecek olursa, onun hissedildiğine de işaret eder. Hz. Peygamber'in şu buyruğunda olduğu gibi:

"Rab olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı, peygamber olarak Muhammed (s.a.v)'i seçen bir kimse imanın tadını almıştır."

Eğer Yüce Allah'ın cennet nimetlerini niçin "tatmak" ile nitelendirmediği sorulacak olursa, şöyle cevap verilir:

Çünkü tatmak, o şeyi hissetmeye işaret eder. O bakımdan, tadını alan bir kimse hakkında -onu yemese bile-yemeğin tadını aldı denilir. Cennet ehlinin nimetleri ise eksiksiz ve tamdır. Dolayısıyla sadece onun tadını almakla kalmaz. Bu bakımdan tad almak sözü nefyin söz konusu olduğu hallerde kullanılmıştır. Cehennemlikler hakkında:

"Orada ne bir serinlik ne içilecek bir şey tadmazlar." (Nebe, 24)

Yani bunların tadını dahi almazlar denilmiştir. Cennetlikler hakkında da şöyle buyurulmuştur:

"Onlar orada ilk ölümden başka ölümü tadmazlar" (Duhan, 56)

Kur'an-ı Kerîm'de, "mekr", "istihza" ve "sıhriyye" kelimelerinin Allah'a izafe edilerek kullanılması halinde mecaz olduğunu ve Allah'ın bunun karşıtı olan isimlerle mecazi olarak adlandırıldığını iddia etmeleri de aynı şekildedir. Durum böyle değildir. Aksine bu isimlere ad olan şeyler, cezayı hak etmeyen kimseye yapıldığı takdirde ona bir zulüm olur. Bu işler, eğer haksızlığa uğratılan kimseye, yaptığının aynısıyla cezalandırmak maksadıyla yapılırsa, tam bir adalet olur.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İşte biz Yusuf için böyle bir tedbir kullandık" (Yusuf, 76)

Böylelikle Yüce Allah Hz. Yusuf un lehine kardeşlerinin hazırladığı düzen türünden bir düzen ile karşılık vermiş oldu. Nitekim babası da şu sözleriyle buna işaret etmişti:

"Rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir tuzak kurarlar." (Yusuf, 5)

Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Gerçekten onlar hile yapıyorlar. Ben de bir hile yaparım" (Târik, 15-16 )

"Ve onlar bir tuzak kurdular. Biz de onlara tuzaklarının cezasını verdik. Halbuki onların bundan haberleri yoktu. Onların tuzaklarının akıbetinin nasıl olduğuna bir bak." (Neml, 50-51)

Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Sadakalar hususunda gönülden veren mü'minleri çekiştiren ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanlarla alay edenler yok mu? Allah onları maskaraya çevirmiştir" (Tevbe,79)

Bu bakımdan fiilen onlarla eğlenmek gerçekten haklarında bu ismin kullanılmalarını uygun çıkarmaktadır.

Nitekim İbn Abbas'ın da şöyle dediği rivayet edilmektedir:

"Onlar cehennemde iken kendilerine cennetten bir kapı açılır, çabucak ona doğru koşarlar. Fakat o kapı kapanır."

Daha sonra onlara bir başka kapı açılır yine çabucak ona doğru koşarlar. Fakat kapı yüzlerine kapanır. Onların bu durumlarını gören mü'minler de onlarla eğlenerek gülerler, işte Yüce Allah (buna işaret etmek üzere) şöyle buyurmaktadır:

"İşte bu gün ise iman edenler o kâfirlere gülerler. Tahtlar üzerinde bakarlar. O kâfirlere (dünyada iken) işleyegeldiklerinin (uygun) cezası verildi mi?" (Mutaffifin, 34 )

Hasan Basri'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir:

Kıyamet günü oldu mu, cehennem ateşi kâfirler için kaynayan tencerenin kaynamasının dinmesi gibi diner. Onlar da (içine doğru) yürürler ve oraya gömülürler.

Mukatil'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Onlarla mü'minler arasında iç tarafında rahmet, dış tarafının önünden de azabın görüldüğü kapısı bulunan bir sur vurulduğu zaman, bu eğlenme söz konusu olur. O zaman onlar, karanlıkta kalırlar. Onlara, "Haydi geri dönün de orada bir nur arayın" denilir. Bazı tefsir alimleri de bunu şöyle açıklamışlardır:

Allah'ın onlarla alay edip eğlenmesi, onları derece derece azaba yaklaştırmasıdır. Şöyle de denilmiştir:

Onların alay etmekle birlikte giriştikleri hile ve tuzakların, tamamen kendi aleyhlerine çevrilmesidir. Yine şöyle denilmiştir:

Yüce Allah ahiret hayatında onlar için sakladıklarının karşılığında dünya hayatında onlara bazı şeyleri gösterir. Onlarla alay edip eğlenmenin, yaptıkları işlerde cahilliklerini ve yanlışlıklarını ortaya çıkarmak olduğu da söylenmiştir. Bütün bunlar doğrudur ve o kimselerle gerçek anlamda alay edilip eğlenilmektedir.

Kur'an-ı Kerîm'de mecaz olduğunu kabul edenlerin verdikleri ünlü örneklerden birisi de:

"O kasabaya sor!" (Yusuf, 82) ifadesidir.

Derler ki: Burada "kasaba" dan maksat, kasaba halkıdır. Burada tamlayan gizlenmiş ve tamlanan, tamlayan yerine kullanılmıştır.

Onlara şu cevap verilir.

"Kariye" (kasaba), "Medine" (şehir), "Nehir" ve "Mîzâb" (oluk, akıntı yeri) sözleri ve buna benzer durum ve yer bildiren kelimelerde "hâl" de, "mahâl"de ismin kapsamı içindedir. Diğer taraftan bazen hüküm "sakinler" demek olan "hâl" hakkında söz konusu olabilir, bazen da "mekân" demek olan "mahal" hakkında söz konusu olur. "Nehir" kelimesinde de durum böyledir. "Nehri açtım" denilir ve bununla onun yeri olan nehir yatağı kastedilir. "Nehir aktı" sözüyle anlatılmak istenen de suyun akmasıdır. Mîzâbı (oluğu) koydum denildiğinde yer kastedilir, oluk aktı denildiğinde de ondan akan su kastedilir, işte "kariye" kelimesi de böyledir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah bir kasabayı (kariyeyi) örnek olarak verdi ki, orası korkudan emniyet ve huzur içinde idi" (Nahl, 112),

"Biz nice kasabaları helak ettik, öyle ki bazen geceleyin, yahut öğle vakti dinlenirken azabımız onlara gelip çattı. Onlara azabımız geldiği vakit seslenişleri: Biz gerçekten zalimlerdik demelerinden başka bir şey olmadı". (A'raf, 4-5)

Bir başka ayeti kerîmede şöyle buyurulmaktadır:

"Acaba o ülkelerin (karyenin çoğulu kura) halkı geceleyin uykuda iken azabımızın onlara geleceğinden yana emin mi oldular?" (A'raf, 97)

Bu buyrukta da "Kura" kelimesiyle, orada oturanlar kastedilmiştir. Bir başka yerde de şöyle buyurulmuştur:

"Nice ülke (kariye) vardır ki o seni çıkartan ülkenden (karyenden) daha kuvvetli idi. Biz onları da helak ettik. Onların hiçbir yardımcıları olmadı". (Muhammed, 13)

Burada da helak edilmelerinden söz edilen kimseler, o kasabalarda oturanlardır.. Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir:

"İşte biz o ülkeleri (karyeleri) zulmettikleri vakit helak ettik ve helakleri için de belli bir zaman tayin etmiştik". (Kehf, 59)

Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Yahut çatıları çökmüş, duvarları üstüne yıkılmış bir kasabaya (karyeye) uğrayan o kimse gibisini (görmedin mi?)".(Bakara, 259)

Burada "karye" den amaç, orada oturanlar değil, mekânın kendisidir. Fakat oranın meskûn olduğunun da dikkatten uzak tutulmaması gerekir. Buna göre hiçbir yere, orada oturmak maksadıyla imar edilmedikçe, "kariye" adı verilmez. Çünkü bu kelime toplamak anlamına gelen bir kökten alınmıştır. Arapların havuzda suyu toplamaları halinde « ﻗﺮﻴﺕ ﺍﻠﻣﺎﺀ ﻓﻱ ﺍﻠﻭﺽ » ifadesini kullanmaları da bunu gösterir.

İnsan kelimesi de buna benzemektedir. Bu kelime, ceset ve ruhu birlikte ifade eder. Diğer taraftan ilgili hükümler de, kimi zaman onun bedenini, kimi zaman da ruhunu ele alır. Çünkü bunlar birbirinden ayrılmaz şeylerdir, "el-Karye" kelimesi de böyledir. Oranın halkına azab edildiği zaman orası harab olur. Harap edildiğinde de halkı için bir azab olur. Birisine isabet eden herhangi bir kötülük ötekini de etkiler. Nitekim beden veya ruhtan birisine isabet eden bir şeyin ikisini de etkilemesi gibi. Buna göre Yüce Allah:

"O karyeye (kasabaya) sor!" (Yusuf, 82) buyruğu onun:

"Allah bir ülkeyi (karyeyi) örnek olarak verdi ki, orası korkudan emniyet ve huzur içindeydi" (Nahl,112) buyruğuna benzemektedir.

Burada bu kelime ile, herhangi bir zamir söz konusu olmaksızın, orada oturanlar anlatılmak istenmektedir. Eğer bu, dilde bir mecaz olarak kabul edilse bile, Kur'an-ı Kerîm'de mecaz söz konusu değildir. Hatta dilin hakikat ve mecaz gibi iki kısma ayrılması da selef tarafından söylenmeyen, sonradan ortaya çıkarılmış bir taksimdir. Halef ise bu konuda iki görüş ortaya koymuştur. Bu konudaki görüş ayrılığı ise lafzî değildir. Hatta şöyle denilir:

Bizatihi böyle bir taksim bâtıldır. Bunu ötekinden ayırdetmek mümkün değildir, işte bu bakımdan böyle bir taksimden söz edenlerin hepsinin hakikat ile mecaz arasında fark diye ileri sürdükleri bütün şeyler bâtıldır. Onlardan birisi fark diye bir şeyi ortaya koydu mu, ötekisi gelir onu çürütür. Tıpkı mantıkçıların mevsuflar ile kaim olan ve onlardan ayrılmayan (lazım) nitelikleri, dışarda varolan mahiyeti kapsamı içerisinde olanlar, mahiyetinden ayrılmayan fakat onun dışında olanlar ve varlığın dışında fakat ona lazım olanlar diye kısımlara ayrıldığını ileri sürmeleri gibi. Onlar bu şekilde hepsi de bâtıl olan üç farklı kısımdan söz ettiler. Çünkü böyle bir taksim bâtıldır ve hakikati yoktur. Hatta onların kapsamına girdiğini kabul ettikleri bir şeyin dışarda varlığının olması ve kabul edilmesi mümkündür. Aksi de mümkündür. Nitekim bu, ilgili yerde genişçe açıklanmıştır.

Herhangi bir karine olmaksızın bir şeye işaret eden kelime, hakikattir ve eğer onunla birlikte bir şeye işaret ediliyorsa, o mecazdır, şeklindeki sözlerinin de bâtıl olduğu ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan bir şeye işaret eden kelimeler arasında, bütün karinelerden arındırılmış bir kelime olmadığı gibi, bütün karinelere ihtiyaç duyan bir kelime de yoktur. Mecazın en ünlü örnekleri, arslan, eşek, deniz gibi kelimelerdir. Bu taksimi savunanlar derler ki:

Arslan kahraman, eşek ahmak, deniz de cömert hakkında istiare olarak kullanılmıştır. Fakat bu kelimeler ancak lafzî bir takım kayıtlarla kayıtlı olarak, terkib ve telif edilmiş olarak kullanılırlar. Tıpkı hakikatin kullanıldığı gibi.

Ebû Bekir Sıddîk'in, Ebû Katâde hakkında başkasının onun tarafından öldürülmüş birisinin üzerindeki eşyaları almasını istemesi halinde söylediği şu söz de böyledir:

Allah'a yemin ederim böyle bir şey olmaz. O vakit Allah için ve Rasûlünün gösterdiği yolda savaşan Allah arslanlarından birisinin (öldürdüğü kişinin) selebi sana verilecek öyle mi?"

Hz. Ebû Bekir'in:

"Allah uğrunda Rasûlünün gösterdiği yolda çarpışan Allah'ın arslanlarından bir arslan" ifadesi, onun Allah yolundaki cihadının gücünü nitelemekte ve herhangi bir karışıklığa meydan vermeyecek şekilde bunu tayin etmektedir.

Rasûllullah (s.a.v)'ın şu sözü de böyledir:

"Hâlid, Allah'ın müşriklere karşı kınından sıyırdığı Allah'ın kılıçlarından bir kılıçtır." (Müsned, IV, 90; V, 299-300)

Bunun benzerleri de böyledir.

Eğer birisi: Lafzi karineler mevzu'dur. Manaya işaretleri ise hakikattir. Fakat hal karineleri de mecazdır diyecek olursa, ona şöyle cevap verilir:

Lafız hiçbir zaman, birtakım mevzu ve lafzî kayıtlarla kayıtlı olmadıkça kullanılmaz. Konuşanın ve dinleyenin hali de mutlaka bütün konuşmalarda dikkate alınmalıdır. Çünkü konuşan kişi bilinirse, onun sözlerinden, bilinmeyen kişinin konuştuklarından anlaşılmayan şeyler anlaşılır. Çünkü onun hitabtaki adeti bilinmektedir.

Lafız ise ancak konuşanın, dilinin bilinmesi halinde bir şeye işaret eder ki, bu da o kişinin hitabında alışkanlık haline getirdiği adet ve örftür.

Kelimenin anlama / manaya işareti kasdî, iradî ve ihtiyarî bir işarettir. Konuşan, kelimenin anlama işaretini istemektedir. O bir kelimeyle bir anlamı ifade etmeyi alışkanlık haline getirecek olursa, bu onun konuştuğu dil olur. İşte bu bakımdan, Hz. Peygamber'in, kullandığı kelimelerle neyi amaçladığına önem veren herkesin hitabındaki adetini bilmesi gerekir ve onun bu sözleriyle neyi kastettiğini -başkalarının açıkça anlayamayacağı şeyler olduğu halde- kendisi açıkça anlar.

İşte bundan dolayı, Kur'an-ı Kerîm ve hadis-i şeriften bir kelime zikredildiği takdirde, bu kelimenin benzerlerinin de zikredilmesi gerekir ve Allah'ın ve Rasûlünün bunlarla neyi murad ettiği anlaşılmaya çalışılır. Böylelikle Yüce Allah'ın, onunla kullarına hitab ettiği Kur'an'ın ve Rasûlünün sünnetinin dili kavranılmış, bilinmiş olur. Bu konuda sünnet ise onun sözlerinden anlaşılan, bilinen adetidir. Diğer taraftan eğer başkasının sözlerinde bu tür kelimeler bulunuyorsa ve benzerler pek çoksa o adetin ve dilin genel olarak ortak olduğu; bunun sadece Peygamber (s.a.v)'e özgü bir şey olmadığı ve aynı zamanda kavminin de dili olduğu bilinir. Onun sözlerinin hitabta kendisinden sonra ortaya çıkmış ve onun da ashabının da hitabında bilinmeyen daha sonra ortaya çıkmış adetlere hamledilerek açıklanması caiz değildir. Halbuki pek çok kimse bunu böyle yapmaktadır. Bunlar ise böyle bir anlamın Hz. Peygamber'in zamanında söz konusu olmadığını bilmemektedirler. İşte bundan dolayı dilde kıyas kullanımda caiz olsa bile, istidlalde caiz değildir. Çünkü bir kimsenin bir lafzı onların o lafzı kullandıkları mananın bir benzeri hakkında kullanması ve bununla birlikte bu lafızları söz konusu olan anlaşmazlıkları da beyan etmesi mümkündür. Fakat birtakım manalar hakkında kullanıldığı bilinen bazı lafızları ele alarak o lafızları bu manaların dışındaki manalara hamletmesi ve; "onlar bu sözleriyle bunu şuna kıyas ederek şunu kastetmişlerdir" demesi caiz olamaz. Hatta böyle bir şey tahriftir.

Hz. Peygamber:

"Komşu, kendisine yakın olan evi (satın almakta) daha hak sahibidir" (Buhârî, Şufa, 2; Ebû Dâvûd, Büyü, 73; Tirmizî, Ahkâm, 33; Nesâî, Büyü, 109; İbn Mâce, Şuf'a, 2-3) dediği taktirde burada söz konusu olan "komşu", ortak anlamında değildir. Çünkü arap dilinde bu kelimeden anlaşılan bu değildir. Bununla birlikte komşunun şuf'ayı hak ettiğini gerektirecek bir ifade yoktur, sadece komşuya satmanın daha evla olduğuna delalet etmektedir.

"Hamr" kelimesi pek çok ayet, hadis ve nakillerde geçtiğine göre, sarhoşluk veren her şeyin adıdır. Bu bakımdan, kıyas yoluyla "nebiz" e, hamr adı verilmemiştir. Aynı şekilde araplar "en-nebbâş = kefen soyucu" hakkında (sârik) kelimesini kullanırlardı.

Nitekim Hz. Aişe şöyle demiştir:

Bizim ölülerimizden bir şey çalan (sârik) hayatta olanlarımızdan çalmış gibidir. Araplara göre bu kişi Lut kavminin yaptığı fiili işleyen kadınla zina edenden daha ağır bir iş işlemiştir.

Kur'an ve hadisin tefsiri için Allah'ın ve Rasûlünün amaçlarına işaret eden kelimeleri ve onun sözünün nasıl anlaşıldığını bilmek kaçınılmaz bir şeydir.

Arap dilini bilmek, Allah'ın ve Rasûlünün sözleriyle neleri amaçladığını iyice kavramamız için bir yardımcıdır. Kelimelerin manalara işaret ettiğini bilmek de böyledir. Zaten bid'at ehlinin genel olarak sapıklığının sebebi de bu olmuştur. Onlar Allah'ın ve Rasûlünün sözlerinin, durum böyle olmadığı halde, kendi iddialarına işaret ettiğini ileri sürer ve bu işareti hakikat, öteki işareti mecaz olarak değerlendirirler.

Nitekim Mürcie de "iman" adını anlamakta hataya düşmüşlerdir. Onlar "iman" kelimesini mücerred tasdik hakkında hakikat, amelleri kapsaması konusunda da mecaz olarak değerlendirmişlerdir.

O zaman şöyle denilir: Eğer kelimeyi hakikat ve mecaz olmak üzere kısımlara ayırmak doğru ve yerinde değil ise böyle bir şey söylemeye de gerek yoktur. Eğer bu doğruysa, bunun size faydası olmaz. Aksine bu, sizin lehinize değil, aleyhinizedir. Çünkü hakikat karinesiz olarak mutlak şekilde kullanıldığı zaman, işareti olan kelimedir. Mecaz ise ancak bir karine ile işaret etmektedir.

Kitab ve Sünnet'te iman kelimesi mutlak olarak kullanıldığı takdirde, amel de onun kapsamına girdiği açıkça anlaşılmış bulunmaktadır. Amellerin bu iman kelimesinin dışında kaldığını ileri sürenler, bunu bir kayıt olması halinde söylerler.

İşte bu da Hz. Peygamber'in:

"İman yetmiş küsur şubedir" (Müslim, İman, 57-58; Buhârî, İman, 3; Ebû Dâvûd, Sünne, 14; Tirmizî, İman, 16) buyruğunun hakikati dile getirdiğine delil olmaktadır.

Cibril hadisine gelince:

Eğer iman ile anlatılmak istenen, İslâm ile birlikte zikredilenlerse, o da böyledir. İşte Peygamber (s.a) 'in kesin olarak kastettiği mana da budur.

Nitekim Hz. Peygamber "ihsan" dan söz ederken de, iman ve İslâm'dan uzak soyut bir ihsanı kastetmek değil, iman ve İslâm ile birlikte olanı kastetmek istemiştir.