İman konusunda Eş'ari ve Cehm'in görüşleri

Kur'an ve sünnette ameli olmayan kimselere mü'min adının verilmesi pek çok yerde reddedilmiştir. Aynı şekilde münafık hakkında da iman adının kullanılması reddedilmiştir. Açıktan açığa düşmanlık ve muhalefet ile birlikte kalbiyle gerçeği bilen kimseye ise hiçbir şekilde mü'min adı verilmemiştir. Cehmiye'ye göre ise eğer bu bilgi kalbinde bulunuyorsa, o, peygamberlerin imanı gibi, kâmil bir iman ile mü'min kabul edilir, isterse söylediğini söylesin, yaptığını da yapsın. Cehmiye'ye göre kalbinden bu bilgi gitmedikçe imanın da ondan uzaklaşması düşünülemez.

Daha sonra Cehm'in görüşünü destekleyen müteahhirler imanda istisnayı kabul eder ve şöyle derler:

Şeriatte iman kulun kendisi ile Rabbine kavuştuğu şeydir. Dilde imanın kapsamı bundan daha geniş olsa bile, şer'î anlamı budur, derler. Böylelikle onlar "istisna meselesi"nde iman kelimesinin şeriatte, iman ile kastedilen budur diye iddia ettikleri şey hakkında kullanıldığını ileri sürdüler ve dildeki anlamını bir kenara bıraktılar. Peki amellerde niye aynı şeyi yapmadılar? Şeriatın, farz amellerin imanın kemalinden geldiğine ilişkin işareti sayılamayacak kadar çoktur. Halbuki kişinin ölüm halindeki durumu müstesna, hiçbir şeye iman demlemeyeceği konusundaki işaretler hiç de böyle değildir. Şeriatte buna delalet edebilecek bir şey yoktur. Bu sonradan uydurulmuş bir sözdür. Seleften hiçbir kimse, böyle bir iddiada bulunmamıştır. Fakat bu gibi kimseler seleften istisna yapanların delillerinin bu olduğunu zannetmişlerdir. Çünkü bunlar ve benzerleri, seleflerin sözlerini iyice bilen kimseler değil aksine onlar Cehmiye'ye mensup kelâmcılarla, onlara benzer bid'at ehlinden öğrendikleri selefin sözlerinin dış görünüşünde işaret ettiklerini zannettiklerini destekliyorlardı. Buna göre zahir selefin sözü, bâtın ise iman konusunda insanlar arasında en kötü ve tutarsız sözler söyleyen Cehmiye'nin sözü kalmış oluyor. Allah'ın izniyle imanda istisna hakkında selefin görüşlerini kaydedeceğiz, işte bundan dolayı Ebu'l Hasen'e tabi olan bazı kimseler, iman hakkında Cehm'in sözlerinin tutarsızlıkları anlaşılınca pek çok kimse Cehm'e muhalefet etmeye başladı. Onlardan kimisi de selefe tabi oldu.

Şehristani'nin hocası Ebu'l-Kasım el-Ensari, Ebu'l-Mealî'nin Irşad şerhinde kendi görüşünü paylaşanların söylediklerini naklettikten sonra şöyle demektedir:

Hadisçiler imanın farzı ve nafilesiyle bütün itaatleri kapsadığı kanaatindedirler. imam farz olsun nafile olsun Yüce Allah'ın emirlerini yerine getirmek, haram veya edep kabilinden olsun, nehyettikleri şeylerden de uzak kalmak diye tarif etmişlerdir. O ayrıca der ki:

Bizim mezheb alimlerimizin ilklerinden olan Ebû Ali Sekafî ile Ebu'l-Abbas Kalanisî de böyle derdi.

Ebû Abdullah b. Mücahid de bu kanaati kabul ederek şöyle demiştir:

Bu hicret yurdunun imamı Malik b. Enes'in de görüşüdür, selefin ileri gelenlerinin de çoğunluğunun görüşüdür. Allah hepsinden razı olsun.

Selefin ileri gelenleri şöyle derdi: iman kalbin bilmesi, dilin ikrar etmesi ve azaların da amel etmesidir.

Onlardan kimisi ise Mürcie gibi:

İman kalb ile tasdik ve dil ile de bu tasdiki ikrar etmektir, derdi.

Kimisi de şöyle derdi:

İnat olsun diye dil ile tasdiki (ikrarı) terkeden kişi şeriatte kâfir demektir, isterse kalbinde tasdik ve ilim bulunsun. Ebû İshak İsferâinî de şöyle demiştir:

Ensari der ki: Ben onun (Ebu'l-Mealî'nin) yazdığı eserlerde şunu gördüm:

Mü'minin hakiki bir mü'min olabilmesi, imanını salih amellerle güçlendirmesi halinde olur. Nitekim alimin gerçekten bir alim olması da, bildikleriyle amel etmesine bağlıdır. Buna delil olarak da Yüce Allah'ın şu buyruğunu göstermektedir:

"Mü'minler ancak Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir. Ayetleri karşılarında okunduğu zaman da bu onların imanını arttırır... İşte onlar gerçek mü'minlerin ta kendileridir" (Enfal, 2-4)

Yine Ebû İshak da şöyle demektedir:

Dilde imanın gerçek anlamı, tasdik etmektir. Bunun gerçekleşmesi ise ancak marifet ve verilen emirleri yerine getirmekle mümkündür, işaret ve emirlere bağlılık da dille ifade etmenin yerini tutar.

Yine Ebû İshak "el-Esma ve's-Sıfaf" adlı eserinde şöyle demektedir:

Şeriatte mükellefin, iman adını almayı hak kazanmak için sahip olması gereken pek çok nitelikler ve inanç esasları olduğu üzerinde görüş birliği vardır. Yaptıkları açıklamalarda farklı olsa bile, bu konuda ittifak içindedirler. Ayrıca bu adın gerçek bir şekilde bir kişiye verilebilmesi için, tasdik edilmesi gereken şeylerin kapsamına girmeyenlerin buna eklenmesi konusunda da ihtilaf etmeleri durumu değiştirmez. Mesela peygamberi öldürmeyi, ona eziyet vermeyi, putlara tazim ve saygı göstermeyi terketmek gibi özellikleri bunlar arasında sayabiliriz. Terkedilmesi istenen bu gibi hususlarla Allah'ın Resulüne yardımcı olmak ve onu korumaya ilişkin işler de yapılması istenen fiiller arasında görülmüştür ve bütün bunların şer'an tasdikin kapsamına ekleneceği söylenmiştir. Ancak bazıları:

Hayır, bu gibi hususlar büyük günahlardandır. Kişi bu emirlere muhalefet etmekle imandan çıkmaz.

Ben derim ki: Bu iki görüş Cehm'in görüşleri arasında yer almaz. Fakat bu kanaatte olan bir kimse, imanın sadece kalbin tasdikinden ibaret olmadığını ve bir tek şeyden meydana gelmediğini itiraf etmiş ve şöyle demiş gibidir:

Şeriat bu konuda tasarrufta bulunmaktadır. Bu ise onların asıl iddialarını çürütür, işte bundan dolayı Cehm, Salihî, Ebu'l-Hasan, Kadı Ebû Bekir gibi, onların en ileri gelenleri, bir kimsenin iman adından mahrum kalabilmesi için kalbinden bilginin çıkması gerektiğini şart koşmuşlardır.

Ebu'l-Meâlî, isim ve hükümler hakkındaki bir başlık altında şunları söylemektedir:

Şunu bil ki, bizim bu başlık altında anlatmak istediklerimiz, imanın hakikatinden söz etmek konusunda bir girişte bulunmamızı gerektirmektedir. Bu konuda İslâm alimlerinin kanaatleri birbirinden farklıdır. Daha sonra Haricîlerin, Mûtezîle'nin ve Kerramiye'nin bu konudaki düşüncelerini kaydeder, sonra da şunları söyler: Bizim mezhep alimlerimizin görüşü, hadis ve kelamcılar içindeki tahkik ehlinin vardığı sonuç şu olmuştur:

İman tasdik etmekten ibarettir. Hocamız Ebu'l-Hasen (r.a) de böyle demiştir. Ancak onun tasdikin ne demek olduğu hakkındaki görüşü farklı farklıdır. Bir seferinde onun varlığını, kıdemini ve ulûhiyetini bilmektir derken, bir seferinde de şöyle demiştir:

Tasdik insanın içindeki bir sözdür. Şu kadar var ki o, marifeti (tanıma) de içerir. Marifetsiz tasdikin varlığı söz konusu olamaz. Tasdikin gerektirdiği şey de budur. Çünkü sözlerin tasdik edilmesi ve yalanlanması ile doğru ve yalan sözler hakkında uygun ve layıktır. Buna göre tasdik dille ifade edilen içteki bir sözdür. O bakımdan ibadete de tasdik niteliği verilir. Çünkü ibadet tasdikten ibarettir. Bazı mezhep alimlerimiz de şöyle demiştir:

Tasdik ancak bir söz ve marifetin bir arada bulunmasıyla gerçekleşir. Her ikisi bir arada bulunduğu takdirde bu, tek bir tasdik olur.

Kimisi de sadece inadın terkedilmesi ile yetinmiştir. Bunlar ikrarda bulunmayı imanın iki rüknünden birisi kabul etmeyerek şöyle derler:

İman kalb ile tasdikten ibarettir. Bu ise şeriate karşı inatlaşmayı terketmeyi gerektirir. Bu ilkeye göre kâfirin Allah'ı tanıması ve buna rağmen sadece inadı dolayısıyla kâfir olması mümkündür. Çünkü o, iman konusunda en önemli olan bir şeyi terketmiştir.

Yine bu ilkeye göre şöyle denilebilir: Yahudiler Allah'ı ve Muhammed (s.a.v)'in peygamberliğini bilen kimselerdi. Ancak onlar inatları, kıskançlıkları ve dünyaya ilişkin birtakım amaçlan dolayısıyla kâfir oldular. Yine şöyle demektedir:

Hocamız Ebu'l-Hasen'in görüşüne göre:

Kâfir olduğu hakkında hüküm verdiğimiz her kişiyle ilgili olarak şunu söyleriz: O kesinlikle Allah'ı tanımamakta, Rasûlünü de, dinini de kabul etmemektedir.Onun öğrencisi Ebu'l- Kasım Ensarî de şöyle demiştir:

Anlam adeta, Şer'an onun imanının ve bilmesinin hiçbir hükmünün olmadığı şeklindedir.

Ben derim ki: Durum Ensarî'nin bu konuda yaptığı açıklama gibi değil. Fakat onların, inat eden kimse şer'an kâfirdir şeklindeki sözleri, kimi zaman küfrü, kalbte imanın bulunmaması şeklinde kabul ederken, kimi zaman da inadı küfür olarak değerlendirmektedir, işte böylesini şeriatte kâfir olarak kabul eder. Tasdikten ibaret olan imanın hakikatine sahip olsa bile, bu böyledir. Onun şeriatte kâfir olması peygamberlerin ve meleklerin imanına benzer bir imana sahip olmasına rağmen, onun şeriatte kâfir olması kaçınılmazdın Ebu'l-Hasen, Kadı ve onlardan önce gelip Cehm'e uyan başka mezhebin diğer ileri gelenleri bunun temel ilkelerini bozan bir çelişki olduğunu bilerek şöyle demişlerdir:

Bir kişinin kâhin olması, ancak kalbinde bulunan tasdiğin gitmesiyle mümkündür. Onlar bu konuda şu ilkeyi kabul ederler: Şeriatın kâfirliği konusunda hüküm verdiği herkesin kalbinde ne Allah'ın marifetinden bir şey olabilir, ne de Rasulü tanımakta, işte bundan dolayı akli ilimlerle uğraşanların çoğunluğu onun bu düşüncesine tepki göstermiş ve şöyle demişlerdir:

Böyle bir şey hakka karşı bile bile direnmektir. Bir safsatadan ibarettir.

Onlar bu iddialarına Yüce Allah'ın şu buyruğunu delil göstermişlerdir:

"Allah'a ve âhiret gününe inanan hiçbir topluluğun Allah ve Rasûlünün emirlerine aykırı hareket ederek onlarla sınır mücadelesi yapanlara... sevgi beslediklerini göremezsin... İşte (Allah) bunların kalblerine imanı yazmıştır..." (Mücadele, 22)

Derler ki: Bunun manası şudur: imanın gereğini amel ile yerine getirmeyenlerin kalplerine iman yazılmaz.

Yine derler ki: Eğer bunun anlamı yeterli ve geçerli bir imanla iman etmiş olmazlar denilecek olur, ya da anlamın bu gibi kimselerin imanın gerektirdiği şeyleri amelleriyle ortaya koymayacakları olduğu söylenirse, onlara cevabımız şudur:

Bu genel bir ifadedir ve ancak bir delil ile tahsis edilebilir.

Yine onlara şöyle denilir: Bu ayet-i kerîmede Allah'a ve Rasûlüne karşı gelerek onlarla sınır mücadelesinde bulunan kimseleri sevenler imanın dışına çıkarılmaktadır. Yine bu ayet-i kerîmede Allah ve Rasulüyle sınır mücadelesinde bulunan kimseleri sevmeyenlerin kalbine Allah'ın imanı yazmış olduğu ve kendi katından bir nur ile onları desteklediği belirtilmektedir. İşte bu, selefin kanaatinin doğruluğu konusunda bir delildir. Çünkü kalbte Allah'a ve Rasûlüne karşı bir sevginin bulunması iman için kaçınılmazdır. Ayrıca Allah ve Rasûlüne karşı gelip onlarla sınır mücadelesine girişen kimselerin de sevilmemesi, onlardan nefret edilmesi de iman için kaçınılmazdır. Diğer taraftan bu ayet-i kerîme onların kalblerinde bulunan Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna ilişkin bilginin, geriye hiçbir şey bırakmamak üzere kalplerinden çekildiğinin de delili değildir. Kalbe yazılan iman, her şeyden soyutlanmış bir ilim ve tasdikten ibaret değildir. Aksine kalbin tasdiki ve amelidir, işte bundan dolayı şöyle buyurulmuştur:

"Ve onları kendi katından bir nur (zafer ve hidayet) teyid etmiş ve ebediyen kalıcılar olmak üzere onları altından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuştur. Onlarda ondan hoşnut olmuşlardır, îşte bunlar hizbullahtır. Haberiniz olsun ki Allah'ın hizbi felah bulanların ta kendileridir." (Mücadele, 22)

Bu buyrukta Allah bu niteliği taşıyan mü'minlere cennetini vadetmektedir. Herkes ittifakla şunu kabul etmiştir:

Cennetin vadedilmesi, ancak emredilenleri yerine getirmek ve yasaklananları terketmekle mümkündür. Böylece kalplerine imanın yazıldığı ve Allah tarafından bir ruh ile desteklenen bu gibi kimselerin takva sahibi iyilerin Allah'ın vadettiği şeylere kendileri aracılığı ile hak kazanacakları farz emirleri yerine getirdikleri de anlaşılmaktadır. Bu da şuna delildir:

Fâsıklar bu vaadin kapsamına girmezler. Bu ayet-i kerîme şunu da göstermektedir:

Kâfirlere sevgi besleyen bir mü'min bulunamaz. Yine bilinen bir şeydir ki:

İnsanlar arasında pek çok kimse kalbinde tasdik bulunduğunu ve Rasulü yalanlamadığını, bununla birlikte birtakım kâfirlere sevgi beslediğini kendisi bilmektedir. Selef şöyle demektedir:

Farzların terk edilmesi, kalbte olması gereken imanın olmadığının delilidir. Fakat bu -Allah'ın ve Rasûlünün sevgisi, Allah'tan korkmak gibi şeylerden ibaret olan- kalbin amelinin yok olması ile olabilir. Bu, kalbte hiçbir tasdikin bulunmamasını da gerektirmez. Bunlara göre şeriatin imanını nefyettiği her kimsenin kalbinde, kesinlikle tasdikten hiçbir şey olmadığım göstermektedir. Bu ise akıl sahiplerinin çoğunluğuna göre bir safsatadır.

İbn Furek de Ebu'l-Hasen el- Eş'ari'den böylece nakilde bulunarak der ki:

İman, haber verenin bildirdiği şeyin doğruluğuna kesin olarak-bilmek demek olan- inançtır. İlim olmayan bir inanç da imandandır. Allah'a iman -ki o doğruluğuna itikad etmektir- eğer Rasûlün haberlerinde doğru söylediğini bilirse, sahih olur. Bunun gerçekleşmesi ise Allah'ın söz söylediğini bilmesi halinde söz konusu olur. Allah'ın mütekellim olduğunu bilmek ise, onun Hayy (diri) olduğunu bilmekten, O'nun Hayy olduğunu bilmek "Fail" olduğunu bilmekten, "Fail" olduğunu bilmek ise fiili bilmekten sonradır. Bu ise, ilmin alime ait bir fiil olduğunu bilmektir. Yine der ki:

Aynı şekilde onun kudret sahibi bir Kadir, ilim sahibi bir Alîm olduğunu bilmeyi de irade sahibi bir Mürîd (dileyen) olduğunu bilmeyi de gerektirir. Kendileri bilinmedikçe Allah'ın bilinmesinden söz edilemeyecek diğer bütün özellikler de aynı şekilde imanın şartları arasında yer alır.

Ben derim ki: Bu konuda Eş'ari'den gelen görüşler farklı farklıdır:

Acaba birtakım niteliklerin bilinmemesi, nitelenen zatın bilinmemesi anlamına gelir mi, gelmez mi? Ondan iki görüş gelmiştir: Doğru olanı, bunların kabul ettiği ve onun son görüşü olan şu görüştür:

Bazı niteliklerin bilinmemesi, nitelenen zatın bilinmemesini gerektirmez. Onun hakkında nitelikleri (sıfatları) kabul etmek ise imandandır, işte bu husus Eş'ari'nin Cehm'e muhalefet ettiği hususlardandır. Cehm, sıfatları mefyetmekte aşırıya kaçmıştır, hatta isimleri nefyetmekte bile.

Ebu'l-Hasen der ki: Diğer taraftan sem' (Peygamber vasıtasıyla gelen kesin haberler) bu konuda ona birtakım şartların daha ekleneceği konusundaki buyruklar varid olmuştur. Şöyle ki:

Tasdikle birlikte, ister yapmak, ister terketmek suretiyle küfre işaret eden bir şeyin de olmaması gerekir.

- Şeriat kişiye, puta ibadet ve secde etmeyi terketmesini emretmiştir. Bu işi yapacak olursa, bu onun kâfir olduğuna delildir.

- Aynı şekilde bir peygamberi öldüren, ya da onu hafife alan kimsenin kâfir olduğunun da delilidir.

- Aynı şekilde Mushaf'ı yahut Kabe'yi tazim etmeyi terketmek de, onun kâfir olduğuna delildir.

Şeriatın iman ile birlikte bulunmasını kabul etmediği, yahut da iman ile beraber olmasını öngördüğü, fakat aksi olması halinde hükmünü delil kabul ettiğimiz şeylerden herhangi birisi, eğer bulunacak olursa, bu bize iman demek olan tasdikin kalbinde bulunmadığını gösterir.

Aynı şekilde bize muhalif olup tevil yoluyla kâfir olan herkesin durumu da böyledir. Bizim onu kâfir kabul etmemizin sebebi, bu teviliyle kalbinde imanın bulunmadığına işaret etmesinden dolayıdır. Çünkü Sevr yoluyla gelen haberlerin, iman ve kalbinde tasdik olan bir kimsenin fakir olduğuna hükmetmesine imkan yoktur.

Şöyle denilir: Şâriin, kalbinde iman bulunan kimsenin kâfir olduğunu hükmedeceğinde şüphe yoktur. Fakat sizin, kalbin bütün amellerinden uzak olsa bile, iman tasdikten ibarettir, şeklindeki iddianız yanlıştır. Bundan dolayı şöyle demişlerdir:

Tasdik ve marifet amelleri onun kalbinde olur. Şeriatın böyle bir kimsenin kâfir olduğuna hükmettiğini görmez misiniz? Ancak şeriat, tasdik eden mü'minin kâfir olduğu hükmünü vermez, işte bundan dolayı biz de şöyle deriz:

Allah'ın lanetinin üzerine olmasını dilediğimiz İblis'in küfrü, her türlü kâfirin küfründen daha şiddetlidir. Ve o Allah'ı hiçbir şekilde sıfatları ile tanımamıştır. Hiçbir zaman da içten gerçek bir şekilde Allah'a iman etmemiştir. Onun söz ve ibadetleri olsa bile, durum böyledir. Yahudiler, hiristiyanlar, mecûsîler ve diğer kâfirler de böyledir. Onların kalblerinde gerçerli olan iman hiçbir şekilde bulunmamaktadır, işte bu bakımdan onların kâfir olduğu hükmünü veriyoruz.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Eğer Allah'a, peygamberine ve ona indirilene iman ediyor olsalardı, onları veli edinmezlerdi." (Maide, 81)

Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Hayır Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem yapmadıkça... iman etmiş olamazlar." (Nisa, 65)

Burada Yüce Allah, bu işlerin yapılmasını iman hükmünün gerçekleşmesi için bir şart kılmıştır. Böylelikle imanın birtakım şartları bilmek demek olduğu ve bunlar olmaksınız geçerli olmadığı ortaya çıkmış olur.

Şöyle denilir: Eğer, hükmün veya ismin sabit olması için kalbin marifetine birtakım şartlar eklenmiştir diyecek olursanız, şunu söyleyelim ki, bu Cehm'in görüşü değildir. Bu, imanı namaz ve oruç gibi kabul edenlerin görüşüdür. Hac dilde yönelmek, namaz da dua etmek demektir. Fakat sâri buna birtakım şeyler daha eklemiştir ki, eklenen bu şeyler ya hükümdedir veya hüküm ve isimdedir. Bu sözü söyleyen bir kimse Kitap ve Sünnet'te söz konusu edilen imanın hükmünün kalbin yalnızca tasdikiyle gerçekleşemeyeceğini, aksine bu şartların da mutlaka bulunması gerektiğini kabul ediyor demektir. Buna göre böyle bir kimsenin fasığın emin olarak kabul edilmesi, ancak buna işaret eden bir delille mümkün olur, yoksa, onun kalbi tasdik etmektedir, demek te olmaz, imanı kalbin tasdikinden ibaret olarak kabul eden kimse şöyle demektedir:

Cehennemlik olan hiçbir kâfir hiçbir şekilde Allah'ı tasdik etmemektedir. İblis'te de, iblis dışındakilerde de bu böyledir. Halbuki Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Hatırla ki (cehennemlikler) ateşte karşılıklı delil getirecekler, zayıf olanları büyüklük taslayanlara şöyle diyeceklerdir: Biz dünyada size uymuştuk. Şimdi bu ateş azabından bir kısmını da olsa bizden kaldırabilir misiniz? O büyüklük taslayanlar şöyle diyeceklerdir: Muhakkak biz hepimiz bu (cehennemin) içindeyiz. Muhakkak Allah kullar arasında hüküm vermiş (her şey bitmiş)dir." (Mü'min, 47-48)

Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır:

"Kâfirler de cehenneme zümre zümre sürülecekler. Onlar oraya geldiklerinde kapıları açılacak ve bekçileri onlara şöyle diyecek: Sizin Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bu gününüze kavuşacağınızı söyleyip korkutan kendi aranızdan peygamberler gelmedi mi? Onlar: Evet, diyeceklerdir. Fakat azab sözü kâfirler üzerine hak olmuştur." (Zumer, 71)

Görüldüğü gibi onlar kendilerine peygamberlerin geldiğini, Rablerinin ayetlerini okuduklarını, bu güne kavuşacaklarını belirterek uyarıldıklarını itiraf edeceklerdir. O halde onlar Allah'ı ve Rasûlünü kabul ettikleri gibi, âhiret gününü de -âhireti inkâr edenler olmakla birlikte- bilmişlerdir.

Yüce Allah ayrıca şöyle buyurmaktadır:

"İçine bir grup atıldığı her seferinde, bekçileri onlara sorar: Uyarıcı bir peygamber gelmedi mi size? Onlar: Evet gerçekten bize bir uyarıcı geldi, fakat biz onu yalanladık ve Allah hiçbir şey indir memiştir... dedik." (Mülk, 8-9)

Görüldüğü gibi onlar Allah'ın hem varlığını, hem de buyruklar indirmesini yalanlamışlardır. Ahirette ise bunların hepsinin hak olduğunu bilmiş olacaklardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sen onları Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman bir görsen. Bu hak değil miymiş? diyecek. Onlar da: Rabbimize yemin olsun ki evet diye itiraf edeceklerdir. Öyle ise şimdi küfür ve inkâr ettiğiniz şeyler yüzünden azabı tadın diye buyuracak." (En'am, 30)

"Ölüm baygınlığı hak olarak gelmiş olacaktır. İşte nefret edip kaçtığın şey budur (denilecektir)" (Kâf, 19)

"Andolsun sen bundan gaflet içindeydin. Şimdi senin gözünden perdeni kaldırdık, bu gün senin gözün pek keskindir." (Kâf, 22)

Bu buyruklar gibi ahirette kâfirlerin Rablerini tanıyıp kabul edeceklerine işaret eden daha birçok ayet-i kerîme vardır. Eğer yalnızca bilmek, iman olmuş olsaydı, onlar ahirette iman etmiş olacaklardı (iman edeceklerinden söz edilirdi). Eğer:

"Ahirette imanın faydası olmayacaktır. Sevap, dünyada yapılan iman karşılığındadır" derlerse şöyle cevap verilir:

Bu doğrudur. Fakat iman mücerred bir bilgiden ibaretse, bu gerçek herhangi bir farklılık göstermez. Eğer amel imandan değil ise ahirette bunu bilen bir kimse iman etmek fırsatını herhangi bir şekilde kaybetmiş sayılmaz. Fakat onların gösterebilecekleri en ileri derecedeki gerekçe şudur: öldükleri zaman kalblerinde rablerini tasdikten hiçbir eser bulunmamaktaydı.

Kur'an-ı Kerîm nasları başka yerlerde kâfirlerin dünya hayatlarında Rabbi tasdik etmiş olduklarına işaret etmektedir. Hatta zahiren yalanladığını ortaya koyan Firavun'un bile içi tasdik etmekteydi.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onların kalbleri onlara inandığı halde, zulüm ve büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr ettiler." (Neml, 14)

Nitekim Hz. Musa da Firavun'a şöyle demiştir:

"Andolsun ki, sen, bunları birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden başka kimsenin indirmediğini bilmişsindir." (İsra, 102)

Bununla birlikte Firavun, mü'min değildi, hatta Hz. Musa şöyle beddua etmiştir:

"Rabbimiz! Sen onların mallarını yok et, kalblerini sıktıkça sık ki onlar o ızdırap verici azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyeceklerdir." (Yunus, 88)

Yüce Allah da buna karşılık olarak:

"İkinizin de duası kabul olundu" (Yunus, 89) buyurdu. Firavun ise:

"İsrailoğullarının iman ettikleri ilâhtan başka bir ilâhın olmadığına inandım" (Yunus, 90) deyince, Yüce Allah ona şu cevabı verdi:

"Şimdi mi? Halbuki sen bundan evvel isyan etmiş ve fesad çıkartanlardan olmuştun". (Yunus. 91)

Burada Yüce Allah onu isyankâr olmakla nitelendirdi, fakat içten içe bilmemek ile nitelendirmedi, nitekim bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Firavun, Resule isyan etti". (Müzzemmil, 16)

İblis hakkında da şöyle buyurmuştur:

"Bütün melekler hep birlikte secde ettiler, İblis müstesna. O dayattı ve büyüklük tasladı ve o kâfirlerden oldu" (Hicr,30)

Burada Yüce Allah onun diretmek, büyüklük taslamak ve emre karşı gelmekle nitelemekle birlikte, bilmemek ile nitelendirmedi. Yüce Allah bir başka yerde, kâfirlerin yaratıcıyı itiraf ettiklerini bildirmektedir. Bu buyruğunda olduğu gibi:

"Andolsun ki, onlara kendilerini kim yarattı diye soracak olursan, mutlaka, Allah diyeceklerdir" (Zuhruf, 87)

Diğer taraftan onlara şöyle denilir:

Eğer sizler iman kalble ya da dille veya her ikisiyle tasdiktir diyorsanız, bu icmali bir tasdik midir, yoksa bunda geniş bir açıklama kaçınılmaz mıdır? Eğer Hz. Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğunu tasdik etse ve Yüce Allah'ın sıfatlarını bilmeyecek olursa, mü'min olur mu, olmaz mı? Bunu mü'min kabul ederlerse, şöyle denilir. Eğer bunlar kendisine ulaştığı halde bunları yalanlayacak olursa, müslümanların ittifakıyla mü'min değildir. O halde imanın bir kısmı, diğer bir kısmından daha kâmil demektir. Hayır mü'min olmaz, diyecek olurlarsa, onlar, Allah'ın Resulünün bildirdiği her şeyi tafsilatıyla bilmedikçe kişinin mü'min olamayacağını kabul etmek zorunda kalırlar. Bilinen bir şeydir ki, ümmetin büyük çoğunluğu bunu bilmemektedirler ve onlara göre imanın üstünlüğü sadece devamlılık ile söz konusu olur.

Ebu'l-Mealî der ki:

Eğer bir kimse: Sizin kabul ettiğiniz asıl kural, fıskta alabildiğine dalmış bir kimsenin imanın Peygamber (s.a.v)'in imanı gibi olmasını da kabul etmemizi gerektirir diyecek olursa, cevabımız şu olur:

Hz. Peygamberin imanını başkalarının imanından üstün kılan, onun tasdikinin devamı ve Yüce Allah'ın kendisini şüphe ve tereddütlerin bulaşmasından korumasıdır. Tasdik, sürekliliği olmayan bir arazdır. Peygamber (s.a.v)'in tasdikinde süreklilik olmakla birlikte, onun dışındaki kimseler için bazı zamanlarda bu olmakta, bazı zamanlarda ise olmamaktadır. Böylelikle Peygamber (s.a.v) hakkında o kadar çok sayıda tasdik sabit olur ki, başkaları hakkında ancak bunların bir kısmı mümkündür, işte bundan dolayı, onun imanı daha fazla ve daha üstündür.

Ebu'l-Mealî der ki:

Eğer iman artıp eksilmekle nitelendirilir ve bundan maksat bu olursa doğrudur.

Ben de derim ki: Onlara göre peygamberin iman konusunda başkalarından üstün olduğu bu şeyin pek çok açıdan son derece tutarsız olduğu bilinen bir şeydir. Nitekim biz bunu başka yerlerde açıklamış bulunuyoruz.