Mürcie'ye Göre İmanın Tanımı

İmanın kalble tasdik ve dille söylemek olduğunu ve amellerin imana dahil olmadığını söyleyen Mürcie mensuplarından bir grup Kûfe'nin fakihleri ve abidleri arasında yer alırlardı. Bunların bu söyledikleri Cehm'in söyledikleri türünden değildir.

Bunlar, insanın gücü yetmekle birlikte imanı dille söylemediği takdirde mü'min olamayacağım bildikleri gibi, İblis'in, Firavun'un ve başkalarının da kalplerindeki tasdikle birlikte kâfir olduklarını biliyorlardı. Fakat bunlar eğer kalbin amellerini imanın kapsamı içerisinde görmüyorlarsa, Cehm'in görüşünü kabul etmek zorunda kalırlar. Eğer bunları imanın kapsamı içine sokuyorlarsa, o zaman organların amellerini de aynı şekilde onun kapsamına sokmaları gerekir, çünkü organların amelleri, kalblerin amellerinden ayrı değildir. Fakat bunların şer'î bir takım sebepleri vardır ve bu sebepten dolayı mesele onlar için şüpheli bir durum almıştır.

Onlar şanı Yüce Allah'ın yüce kitabında iman ile ameli birbirinden ayırdetmiş olduğunu gördüler. Birden çok yerde:

"İman edip salih amel işleyenler..." diye buyurduğunu, aynı şekilde Yüce Allah'ın insana amellerin varlığından önce iman ile hitap ettiğini gördüler. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklerinizle birlikte ellerinizi yıkayın..." (Mâide, 6)

"Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıldığınızda Allah'in zikrine hemen gidin..." (Cum'a, 9)

Ve bunlar derler ki:

Eğer bir kimse Allah'a ve Rasûlüne sabah vakti iman edecek olsa ve amellerden herhangi bir şeyi işlemesi üzerine vacib olmadan önce ölse, mü'min olarak ölür ve cennet ehline dahil olur. işte bu da, amellerin imandan olmadığının delilidir. Ayrıca şöyle derler:

Bizler imanın arttığını şu anlamda kabul ediyoruz:

Şanı Yüce Allah bir ayet indirdikçe onu tasdik etmek farz oluyordu. İşte bu tasdik kendisinden önceki tasdike ilâve olundu, fakat Yüce Allah'ın indirdiklerinin kemâle ermesinden sonra artık onlara göre imanda artış ve üstünlük diye bir şey söz konusu olmaz. Aksine bütün insanların imanı birdir. Ebû Bekir ve Ömer gibi ileri geçen ilklerin imanı ile, insanların en fâcirlerinden olan Haccac, Ebû Müslim Horasanî ve benzerlerinin imanı arasında bir fark yoktur.

Mürcie'nin kelâmcı ve fukahalarının bir kısmı da şöyle derler: Amellere de bazan mecaz yoluyla iman denildiği olur. Çünkü amel imanın bir meyvesi ve bir gereğidir. Çünkü ameller, iman için bir delildir. Şunu da söylerler:

"İman altmış küsur, yahut yetmiş küsur şubedir, onun en faziletlisi Allah'tan başka ibadete layık ilâh yoktur sözüdür. En alt seviyesinde olanı ise, yolda rahatsızlık veren şeyleri gidermektir" (Müslim, îman, 57, 58; Buhâri, İman, 3; Ebû Dâvûd, Sünne, 14; Tirmizî, İman, 16)

Mürcie üç gruptur:

İmanın sadece kalpte bulunan bir şey olduğunu söyleyenler. Sonra bunların arasında kalplerin amellerini de imanın kapsamına sokanlar gelir. Bunlar da Mürcie fırkalarının çoğunluğunu oluşturur. Nitekim Ebu'l-Hasen el-Eş'arî bunların görüşlerini kendi kitabında aktarmıştır ve burada sıralanmaları uzun sürecek birçok fırkadan söz ediyor. Ancak bizler bu konuda onların görüşlerinin özetini vermiş bulunuyoruz. Kimileri de bu kalbî amelleri imanın kapsamına sokmaz. Cehm ve ona uyan es-Salihî gibi. Onun arkadaşlarının çoğunun benimsediği görüş de budur,

İkinci görüş, imanın sadece dille söylenen birşey olduğu şeklindeki görüştür, Kerramiye'den önce kimsenin böyle bir söz söylediği bilinmemektedir.

Üçüncü ise, imanın kalbin tasdiki ve dilin söylemesi olduğunu belirtenlerin görüşüdür. Onların fıkıh ve ibadet ehli olanlarından meşhur olan görüş budur. Bunlar ise çeşitli bakımlardan yanlışlığa düşmüşlerdir.

Bunlardan birisi onların Yüce Allah'ın kullarına farz kıldığı imanın kullar hakkında benzer olduğunu zannetmeleri ve bir kişi için farz olan imanın benzerinin, bütün kişiler için farz olduğunu zannetmeleridir. Halbuki mesele böyle değildir.

Çünkü Yüce Allah, geçmiş peygamberlerin tabilerine, Muhammed ümmetine farz kılmadığı şeyleri farz kıldığı gibi, Muhammed ümmetine de başkalarına farz kılmadığı şeyleri farz kılmıştır.

Kur'an-ı Kerim'in tümünün nüzulundan önce farz olan imanla Kur'an-ı Kerîm'in nüzulundan sonra farz olan iman aynı değildir. Rasûlullah (s.a.v)'ın haber verdiklerini etraflı bir şekilde bilene farz olan iman, onun bildirdiklerini genel çerçevesiyle bilenlerin üzerine farz olan iman gibi değildir. O bakımdan imanda haber verdiği bütün hususlarda Rasulü tasdik etmek kaçınılmaz bir şeydir. Fakat Rasulü tasdik edip bunun hemen arkasından ölen bir kimseye, bunun dışında iman olarak herhangi bir şeye inanması farz değildir.

Kendisine Kur'an-ı Kerîm'in, hadis-i şeriflerin ve bunların içerdiği haberlerin ve ayrıntılı emirlerin ulaştığı kimselere ise, kendisine herhangi bir şey ulaşmadan önce öldüğü için, toplu imanın dışında hiçbir şeyin farz olmadığı kimseden farklı olarak haberlerin, emirleri ayrı ayrı geniş bir şekilde tasdik etmek farz olur.

Yine böyle bir kimsenin (yani başka bir şey kendisine ulaşmadan önce ölen kimsenin) yaşadığı kabul edilecek olsa, avamdan olan her kimseye Allah Rasûlünün bütün emirlerini, bütün nehiylerini ve bütün haberlerini bilmesi farz değildir. Ona düşen, sadece üzerine farz ve kendisine haram olan şeyleri bilmesidir.

Malı olmayan bir kimsenin, zekât konusunda ayrıntılı emirleri bilmesi farz değildir.

Hacca gitmek için güç bulamayan kimsenin, menasike dair etraflı hükümleri bilmesi farz değildir.

Evlenmeyen bir kimsenin hanımının lehine olan hükümleri bilmesi farz değildir.

Dolayısıyla imandan tasdik ve amel olarak, birtakım kimseler hakkında farz olan, başka kimseler hakkında farz olmayabilir.

İşte bununla onların: "Amellerden önce imana muhatap idiler" şeklindeki sözlerine verilecek cevap ortaya çıkmaktadır. Bunlara şöyle deriz:

Eğer sizler: "îman ile onlara bu tür ameller farz olmadan önce muhatap idiler" diyorsanız, bunlar farz olmadan önce imandan değildiler ve farz olmak üzere muhatap alındıkları şey onlara farz kılınmadan önce üzerlerine farz olan iman ile mü'min idiler. Fakat farz olduğunu ikrar etmedikleri takdirde mü'min olamayacakları şeyler nazil olunca (nüzulundan sonra bunlara da iman etmeleri gerekti), işte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Oraya yol bulabilenlerin o evi haccetmesi Allah için insanlar üzerine bir haktır. Artık kim inkâr ederse şüphesiz ki Allah, alemlere muhtaç olmayandır." (Al-i İmran, 97)

İşte bundan dolayı İslâm ve imanın söz konusu edildiği hadislerin çoğunda hacdan söz edilmemektedir. Abdülkays heyetinin gelişini belirten hadis Dimam, b. Sa'lebe adındaki Necid'li adan ile ilgili ve diğerlerinde olduğu gibi. Hacdan, İbn Ömer tarafından rivayet edilen Cibril hadisinde söz edilmektedir. Çünkü hac, İslâm'ın beş esasından sonuncusu olarak kılınan ibadettir. Farz kılınmasından önce iman ve İslâm'ın kapsamına girmiyordu. Farz kılınınca Peygamber (s.a.v) tek başına söz konusu edildiği takdirde imanın kapsamına soktuğu gibi, iman ile birlikte olduğu takdirde ve tek başına da ele alındığı takdirde İslâm'ın kapsamına sokmuştur. İnşaallah haccın ne zaman farz kılındığını da belirteceğiz.

Yine onların:

"Her kim üzerine amelde bulunmak farz olmadan önce iman eder ve ölürse, mü'min olarak ölür" şeklindeki sözleri doğrudur. Çünkü böyle bir kimse, üzerine farz olanı yerine getirmiştir. Bu bilinmesi gereken bir husustur. Çünkü bunun bilinmesiyle, her iki kesim için söz konusu olan bir şüphe ortadan kalkmış olur.

Eğer farz olan ameller imandandır denilecek olursa, farz olan imanın türlü çeşitli olduğu ve bütün insanlar hakkında aynı şeyin söz konusu olmadığı bilinmelidir. Sünnet ve hadis ehli derler ki: Bütün güzel ameller, farzı ve müstahabıyla imandandır. Yani, müstahablarla kâmil olan iman kapsamı içerisinde olup farz olan imanın kapsamı içerisinde değildir. Farz olan iman ile müstahablarla kâmil olan iman arasında ise fukahanın söyledikleri gibi şu şekilde ayırım yapılabilir:

Gusül, birisi yeterli ve diğeri de kâmil olmak üzere iki kısma ayrılır. Yeterli olan gusül, sadece farzları yerine getirilen gusüldür. Kâmil olan gusül ise, müstehapların da yapıldığı gusüldür. Kemal lafzı ile kimi zaman farz olan, kimi zaman da müstahab olan kemâl kastedilir.

Bu tür Mürcie taifesinin:

Yüce Allah bazı yerlerde imanla amel arasında fark gözetmiştir, şeklindeki sözleri de doğrudur. Biz bundan önce imanın mutlak olarak kullanılması halinde Allah'ın ve Rasûlünün emrolunmuş amelleri de onun kapsamına soktuğunu açıklamıştık. Bazan imanla birlikte amellerin de zikredildiği olur. Buna ilişkin birçok benzer hususları da açıkladık.

Çünkü imanın aslı kalpte olandır. Görünen ameller ise buna bağlıdır. Bütün azaların amellerinin olmaması halinde, farz olan kalbî imanın varlığı düşünülemez. Hatta zahir olan amellerin eksikliği kalpteki imanın eksikliği sebebiyle olur. O bakımdan iman hem gerekli olanı, hem bunun gerektirdikleri şeyleri kapsar. Aslı kalpte olmakla birlikte bu böyledir. Amellerin imana atfedildiği yerlerde ise şu anlatılmak istenmiştir:

Kalbin imanı ile yetinilemez. Aksine onunla birlikte salih amellerin de olması kaçınılmazdır.

Diğer taraftan insanların (ilgili ilim adamlarının) bu konuda iki görüşü vardır:

Kimisi, kendisine atfedilene atfedilenin kapsamına girer daha sonra onu tahsis etmek üzere özel ismi ile zikredilir. Ta ki hiçbir kimse onun birincisinin kapsamına girmediğini sanmasın. Bunlar derler ki:

işte özel olanın, genel olana atfedildiği her yerde bu böyledir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:

"Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ve Mikail'e düşman olursa..." (Bakara, 98)

"Hani biz peygamberlerden ahid almıştık. Senden, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryemoğlu İsa'dan da (ahid aldık)" (Ahzab, 7)

"İman edip salih amel işleyenler ve Muhammed'e indirilene -ki o Rablerinden gelen haktır- iman edenler..."(Muhammed, 2) böylelikle "İman edip..." buyruğundan sonra özel olarak da "Muhammed'e indirilene amel edenler..." den söz etmektedir.

Bu buyruk ashab-ı kiram ve onların dışında kalan diğer mü'minler hakkında nazil olmuştur.

Şanı Yüce Allah'ın:

"Namazlara ve özellikle orta namaza devam edin..." (Bakara, 23)

"Halbuki onlar onun dininde ihlas sahipleri ve hanifler olarak Allah'a ibadet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından, zekâtı vermelerinden başkasıyla emrolunmadılar." (Beyyine, 5)

Namaz ve zekât ise ibadettendir. Yüce Allah'ın:

"İman edenler ve salih amel işleyenler" buyruğu burada geçen:

"Halbuki onlar onun dininde ihlas sahipleri ve hanifler olarak Allah'a ibadet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmaktan, Zekâtı vermekten başkasıyla emrolunmadılar'' buyruğu gibidir.

Burada Yüce Allah öncelikle ibadetin sadece Allah için olmasını, başkası için olmamasını kastetmekte, ondan sonra da bunların, farz iki ibadet olduğunun bilinmesi için, namazı ve zekâtı emretmektedir. Dolayısıyla bunlar olmadan mutlak olarak halis ibadet yeterli değildir.

Aynı şekilde önce imanın zikredilmesi, onun kaçınılmaz bir temel olmasındandır. Bundan sonra salih amelin söz konusu edilmesi de, yine kaçınılmaz ve nurun bütünlüğü için gerekli olmasındandır. Hiçbir kimse beraberinde salih ameli bulunmaksızın mücerret iman ile yetineceğini zannetmesin.

Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir:

"Elif, lâm, mîm. İşte bu kitap, onda hiçbir şüphe yoktur. Takva sahipleri için bir hidayettir. Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar. Kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler. Onlar sana indirilene de senden önce indirilenlere de inanırlar, ahirete de şüphesiz inanırlar. İşte bunlar Rablerinden gelen bir hidayet üzerindedirler ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir" (Bakara, 1-5)

Şöyle de denilmiştir:

Bunlar Hz. Peygamber'e indirilenlere de, ondan önce indirilenlere de iman etmiş olan kitap ehlidir. Abdullah b. Selâm gibi kimseler ise, gayba iman eden ve daha önce sözü geçen türden başka tür mü'minlerdir. Şöyle de denilmiştir:

Bunlar Hz. Peygambere ve ondan önce indirilenlere iman eden geçmiş kimselerin tümüdür. Bunlar aynı zamanda gayba iman edenlerin kendileridir ve bir tek sınıftırlar. Biribirlerine atfedilmelerinin sebebi, iki niteliğin farklı oluşundan dolayıdır.

Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"O en yüce Rabbinin adını tesbih et. O ki yaratıp düzene koyandır. Takdir edip yol gösterendir. O ki çıkarandır, sonra da onu kupkuru ve simsiyah hale getirendir." (A'la,1-5)

Şanı Yüce Allah bir ve tektir. Fakat onun birtakım sıfatları ötekilerine atfedilmiştir. Yüce Allah'ın:

"Orta namaz" buyruğunda da durum böyledir. Bu ise ikindi namazıdır.

Sıfatlar eğer marife (belirtili) olurlarsa, o takdirde bu, açıklık getirmek içindir ve övmek veya yermek anlamlarını içerir.

Meselâ bu, şunu şunu yapan adamdır. Aynı şekilde şunu yapan adam da odur, şunu yapan da odur, deyip iyiliklerini saymanız hali, buna bir örnektir.

İşte bundan dolayı bu sıfatlar, tabi olmakla birlikte atfedilir, nasfedilir veya refedilirler.

Buna göre gayba iman eden mü'minler ,ona indirilene ve ondan önce indirilmiş olanlara iman etmeyecek olurlarsa, Rablerinden indirilmiş bir hidayet üzere olmayacakları gibi, felah da bulamayacaklar ve yine takva sahibi olmayacaklardır. Yine ona indirilene ve ondan önce indirilmiş olana iman edenler gayba iman eden ve namazı kılanlardan ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiklerinden infak edenlerden olmazlarsa, rablerinden gelmiş bir hidayet üzere olamazlar ve felah bulanlar arasına katılamazlar. Takva sahipleri de olamazlar. Bu da şunu gösterir:

Bütün bunlar, Muhammed (s.a.v)'e indirilen kitapla doğru yolu bulan takva sahibi ve hidayete ermiş kimselerin nitelikleridir, işte bu nitelik, ötekinin kapsamı içerisinde olmakla birlikte, atfedilmiş bulunmaktadır. Fakat asıl maksat, onların imanlarının niteliklerini ortaya koymaktadır. Onlar, Allah'ın bütün peygamberlerine indirdiklerine iman ederler, onların aralarında hiçbir fark gözetmezler. Aksi takdirde eğer sadece gayba imandan söz edilmiş olsaydı, şunu da bilelim ki, peygamberlerin kimine iman edip kimini inkâr edenler de bizler de gayba iman ederiz derler.

HUŞU' NEDİR?

Huşu, iki anlamı içerir;

Birincisi alçakgönüllülük ve zillet,

İkincisi de sükun ve güvendir. Bu ise katılığa aykırı olan kalp yumuşaklığını gerektirir.

Kalbin huşu duyması Yüce Allah'a kulluğu ve yine ona karşı huzur ve güvenceyi de içerir.

Bundan dolayı namazda huşu, hem bu özelliği hem de ötekini içermelidir. Yani namazda, hem alçakgönüllülük, hem de sükun bulunmalıdır.

"O, münafığın namazıdır... O, münafığın namazıdır... O, münafığın namazıdır... Güneşi gözetleyip durur. Nihayet şeytanın iki boynuzu arasına gelince kalkar. Horozun gagalaması gibi dört rek'at kılıverir. Allah'ı da çok az anar." (Müslim, Mesâcid 195; Tirmizî, Salat, 6; Nesaî, Mevâkit, 9).

"Zani, zina ettiği zaman mü'min olarak zina etmez, hırsız da hırsızlık yaptığı zaman, mü'min olarak hırsızlık yapmaz..." (Buhârî, Mezâlim, 30; Eşribe, 1; Hudûd, 1; Müslim, İman, 100; Nesaî, Eşribe, 42)

Hepsini okumak için haydi Tıkla,Huşu