"İman" sözünün mutlak olarak kullanılması

Bu husus açıklık kazandığına göre "iman" lafzı Kur'an-ı Kerîm'de mutlak olarak kullanıldığı takdirde Birr, Takva ve Din kelimeleriyle anlatılmak istenen ne ise -önceden de açıklandığı gibi-, o anlatılmak istenir.

Çünkü Peygamber (s.a.v) bizlere:

"iman yetmiş küsur şubedir. Onun en faziletlisi Allah'tan başka ibadete layık ilâh yoktur sözü, en aşağısı ise yoldan gidip gelenleri rahatsız eden şeyleri kaldırmaktır." (Müslim, İman, 57,-58; Buhârî, İman, 3; Tirmizî, İman, 76) buyurmuştur.

Buna göre Yüce Allah'ın sevdiği her iş "iman" adının kapsamı içerisine girer. Aynı şekilde bütün bunlar, mutlak olarak kullanılması halinde birr kelimesinin kapsamına da girer.

Takva, din yahut İslâm dini kelimeleri de böyledir. Yine rivayet edildiğine göre, ashab-ı kiram imanla ilgili soru sormuşlar, bunun üzerine Yüce Allah da:

"Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz birr (iyilik) değildir..." (Bakara, 177) buyruğunu indirmiştir.

Birr, iman kelimesiyle tefsir edildiği gibi, takva ile ve Yüce Allah'a yaklaştıran amel ile de tefsir edilmiştir. Hepsi de doğrudur. Peygamber (s.a.v)'in de aynı şekilde birr'i iman'la tefsir ettiği rivayet edilmiştir.

Muhammed b. Nasr dedi ki:

Bize İshak b. İbrahim anlattı:

Bize Abdullah b. Yezid el-Mukri ve Milâl dediler ki:

Bize Mes'udî, Kasım'dan rivayetle dedi ki:

Bir adam Ebû Zerr (r.a)'in yanına geldi ve iman konusunda soru sordu. O da:

"Yüzlerinizi doğu tarafına ve batı tarafına çevirmeniz birr değildir..." ayetini sonuna kadar okudu. Adam:

Ben sana birr hakkında soru sormadım deyince, şu cevabı verdi:

Bir adam Peygamber (s.a.v)'in yanına geldi ve senin bana sorduğunu ona sordu. O da, benim sana okuduğumu okudu. Senin bana söylediğini o da Hz. Peygamber'e söyledi. Ancak bunu kabul etmek istemeyince Peygamber ona şunu söyledi:

"Mü'min o kimsedir ki, iyilik yaptığı zaman, o iyilik kendisini sevindirir ve sevabını umar. Kötülük işlediği zaman da bundan hoşlanmaz ve cezasından korkar." (Bk. Müsned, 1, 18, 26; III, 446; IV, 398;Tirmizî, Fiten, 7)

Yine Muhammed b. Nasr dedi ki:

Bize İshak anlattı, ona Abdürrezzak anlattı ve ona da Ma'mer el-Cezerî'den, o da Mücahid'den rivâyet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.v)'a iman hakkında soru sordu. Cevap olarak ona:

"Birr yüzlerinizi doğu tarafına ve batı tarafına çevirmeniz değildir..." ayetini sonuna kadar okudu. Yine bunu isnadıyla İkrime'den rivayet ederek dedi ki:

Hasen b. Ali b. Ebî Talib'e Şam'dan geldiği sırada iman konusunda soru soruldu. O da:

"Birr yüzlerinizi doğu tarafına ve batı tarafına çevirmeniz değildir" buyruğunu okudu.

İbn Batta'da Mübarek b. Hassan'dan isnadını kaydederek şöyle rivayet etmektedir:

Salim el-Aftas'a şöyle sordum:

Bir adam Allah'a itaat etmiş, ona isyan etmemiş, diğeri ise ona asi olmuş, itaat etmemiş, itaat eden Allah'ın huzuruna çıkar, onu cennetine koyar, isyan eden de huzuruna çıkar onu da cehenneme koyar. Peki bunların iman bakımından biribirlerine üstünlükleri var mıdır? O:

Hayır dedi. Ben bunu Atâ'ya zikredince şöyle dedi:

Peki onlara, imanın hoş ve güzel bir şey mi, yoksa kötü bir şey mi olduğunu sor. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Bu, Allah'ın murdarı temizden ayırdetmesi, murdarı birbiri üstüne koyup hepsini yığıp onları cehenneme atması içindir. İşte onlar, zarara uğrayanların ta kendileridir." (Enfal, 37)

Ancak ben onlara sordum da bana cevap vermediler. Kimisi şöyle dedi:

İman gizlidir ve onunla birlikte hiçbir amel söz konusu değildir. Bunu Atâ'ya söyleyince şöyle dedi:

Fesübhanallah! Bunlar Bakara sûresinde yer alan şu ayet-i kerîmeyi okumuyorlar mı:

"Yüzlerinizi doğu tarafına ve batıya döndürmeniz birr değildir. Fakat Birr Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman etmektir..."

Daha sonra Yüce Allah bu ismin gereği olan birtakım amelleri de zikrederek şöyle buyurdu:

"Mala olan sevgisine rağmen akrabasına, yetimlere, muhtaçlara, yolculara, dilenenlere, kölelere veren, farz namazını dosdoğru kılan, zekâtı veren, ahidlerini yerine getirenler, sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin yaptıklarıdır, işte sadık olanlar bunlardır, işte takva sahibi olanlar da ancak bunlardır." (Bakara, 177 )

Devamla şöyle dedi. Sor bakalım onlara acaba bu ameller bir ismin (iman isminin) kapsamına giriyor mu? Sonra şunları söyledi:

"kim de mü'min olarak ahireti diler ve bunun için gereği gibi amel ederek çalışırsa, işte onların çalışmaları Allah katında makbuldür..." (İsra, 19)

Böylelikle iman ismiyle birlikte amelin, amelle birlikte de iman isminin birbirinden ayrılmayacağını ifade etmiştir.

Burada maksat şudur:

Övgü ancak amelden uzak bir iman için değil, beraberinde amel bulunan bir iman için gerçekleşmiştir. Eğer yergi ve cezanın da, amelin terkedilmesi halinde söz konusu olacağı bilinecek olursa, artık bundan sonra anlaşmazlıklarının bir faydası yoktur. Aksine bu kelimede hata etmekte, kitap ve sünnete aykırı olmakla birlikte sadece söze dayalı bir anlaşmazlık içerisinde olurlar. Eğer ameli terketmesinin ona bir zararı yoktur diyecek olurlarsa, bu küfürden başka bir şey olmaz. Bazı insanlar bunu onlardan nakletmekte ve onların:

"Allah kullara birtakım şeyleri farz kılmıştır, fakat onlardan bunları işlemelerini istememiş ve bunları terketmenin de onlara bir zararı yoktur" dediklerini nakledenler de vardır. Ancak bu onların aşırı gidenlerinin görüşleri olabilir.

Çünkü onlar şöyle derler:

Tevhid ehlinden hiçbir kimse cehenneme girmeyecektir. Ancak böyle bir görüşün muayyen bir kimseden nakledildiğini bilemiyorum. Bunu sadece kitaplarda naklederler ve söyleyen kimseyi bildirmezler. Diğer taraftan bu hiçbir değeri olmayan bazı kimselerin sözü de olabilir.

Çünkü bir çok fâsık ve münafık şöyle der: İman ile birlikte yahut tevhid ile birlikte hiçbir günahın zararı olmaz.

Şu kadar var ki, Mürcie'nin görüşünü reddeden bazı kimseler, onları bu görüşlere sahip olmakla da nitelemiş bulunuyor.

Diğer taraftan buna, şanı Yüce Allah'ın ayetin sonundaki şu buyruğu da delildir:

"İşte bunlar sadık olanlardır, işte bunlar takva sahibi olanlardır." (Bakara, 177)

Burada onların sadık olmalarından kasıt, iman ettikleri sözlerindeki sadakatleridir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"Bedeviler iman ettik dediler. Sen de ki: Siz iman etmediniz fakat teslim olduk deyiniz. Çünkü iman sizin kalbinize henüz girmemiştir" (Hucurât,14) buyruğundan itibaren şu:

"Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlüne iman eden sonra da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir" ((Hucurât, 15) buyruğunda aynı husus dile getirilmektedir.

Yani "biz Allah'a iman ettik" sözlerinde doğru olanlar demektir. Bunlar ise Allah'ın haklarında şöyle dediği yalancılardan farklıdırlar:

"Münafıklar sana geldiklerinde, biz şehadet ederiz ki muhakkak sen Allah'ın rasulüsün dediler. Allah da biliyor ki sen hiç şüphesiz onun rasulüsün ve Allah şahidlik eder ki muhakkak münafıklar yalancıdırlar." (Münafikûn, 1)

Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İnsanlardan öyle kimselerde vardır ki, iman etmedikleri halde Allah'a ve ahiret gününe inandık derler. Allah'ı ve mü'minleri güya aldatırlar. Halbuki onlar kendilerinden başkasını aldatamazlar da farkına varmazlar. Kalplerinde hastalık vardır onların. Allah hastalıklarını artırdı. Yalan söyledikleri için de acıklı bir azab vardır onlara." (Bakara, 8-10)

Burada (yalan söyledikleri...) anlamına gelen "Yekzibûne" kelimesi konusunda meşhur iki kıraat vardır. Bunlar önce "Allah'a ve ahiret gününe iman ettik" sözlerinde yalan söyleyenler, diğer taraftan görünüşte doğru söyleseler bile, asıl olarak Allah'ın resulünü yalanlayan kimselerdir. Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"elif, lam, mîm. İnsanlar iman ettik demekle ve imtihan olunmaksızın bırakılıvereceklerini mi sandılar. Andolsun onlardan öncekileri biz imtihan etmişizdir. Allah elbette doğru olanları da bilir, yalancı olanları da bilir." (Ankebut, 1-3)

Böylelikle Yüce Allah, insanları sınamasının, deneyip imtihan etmesinin kaçınılmaz olduğunu beyan etmektedir. Arapça eğer ona karışmış olan başka şeylerden ayırmak için altını ateşe soktuğumuz takdirde (fitne kökünden gelen) « ﻓﺗﻨﺕ ﺍﻠﻨﻫﺏ » denilir. Hz. Musa'nın bu buyrukta sözü geçen (ve aynı kökten olan kelimeyi kullandığı) şu sözleri de böyledir:

"Zaten o da senin fitnenden (imtihanından) başka bir şey değildir. Sen onunla kimi dilersen saptırır, kimi dilersen de hidayete erdirirsin." (A'raf, 155 )

Yani o senin mihnetin, denemen ve sınamandır. Sabreden ve şükredenin başkasından ayırdedilip ortaya çıkması için kullarını iyiliklerle, kötülüklerle denediğin gibi, onları peygamberler göndermekle, kitaplar indirmekle de denedin ki, böylelikle mü'min kâfirden, doğru yalancıdan, münafık ihlaslıdan ayırdedilsin ve sen bunu bir grup kimsenin sapıklığı ve bir diğer grubun hidayeti içinde bir sebep kılarsın.

Kur'an-ı Kerîm'de bu şekilde mü'minleri doğrulukla, münafıkları da yalancılıkla nitelendiren birçok buyruk vardır. Çünkü her iki kesim de dilleriyle "iman ettik" demişlerdir. Her kim ameli ile sözünün hak olduğunu ortaya koyarsa, o doğru söyleyen (sadık) bir mü'mindir. Her kim kalbinde bulunmayanı diliyle söyleyecek olursa, bu da yalancı ve münafıktır. Şanı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen (musibet) Allah'ın emriyleydi ve bu mü'minleri ayırdetmesi ve münafıklık yapanları da açığa çıkarmak içindi. Onlara: "Gelin Allah yolunda savaşın yahut savunma yapın" denildiğinde: "Eğer biz savaşmasını bilseydik size tabi olurduk" derler. Onlar o gün imandan çok küfre yakındırlar. Onlar kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah onların gizlediklerini çok iyi bilendir." (AI-i İmran, 166,167)

Yüce Allah'ın "birr" ayetinin sonunda:

"İşte sadık olanlar onlardır, işte takva sahibi olanlar bunlardır" (Bakara, 177) buyurmuş olması, onların "iman ettik" sözlerinde sadık olduklarının kastedildiğine delildir, işte onların söylemekle emrolundukları ve kendilerinin de söyleyegeldikleri söz de budur.

Dilleriyle, "bizler iyi kimseleriz" demekle emrolunmadılar. Hatta bir kişi, "ben iyi bir kimseyim" diyecek olsa, kendisini tezkiye etmiş olur. O bakımdan adı Berre olan Zeynep binti Cahş'a, "o kendi kendisini tezkiye ediyor" denilince, Peygamber (s.a.v) ona Zeyneb adını koydu. Bu ise "iman ettik" demelerinden farklıdır. Çünkü bu sözleri kendilerine farz kılınmış olan bir sözdür.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Deyin ki: Biz Allah'a bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Ya'kuba, torunlarına indirilene ve bütün peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik..." (Bakara, 136)

Nitekim Al-i İmran sûresinin baş taraflarında da şöyle buyurulmaktadır:

"De ki: Allah'a iman ettik. Bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Ya'kub'a ve oğullarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve diğer peygamberlerine rablerinden verilenlere de (iman ettik)" (Al-i İmran, 84)

Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Peygamber kendisine rabbinden indirilene iman etti. Mü'minlerden her biri Allah'a, onun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı. Peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız... (derler)" (Bakara, 285)

Yüce Allah'ın "ayırmayız" buyruğu onların: iman ettik ve ayırmayız dediklerinin delilidir. İşte bundan dolayı Yüce Allah daha sonra:

"Dinledik, itaat ettik dediler" buyurmaktadır. Buna göre onlar hem "iman ettik", hem de "dinledik ve itaat ettik" sözlerini bir arada söylemiş oluyorlar. "Birr" ayetinin sonunda ise:

"İşte takva sahibi olanlar onlardır" (Bakara, 177) buyururken mutlak olarak zikredilmeleri halinde Ebrâr (birr yapanlar), takva sahiplerinin kendileri olduğunu ortaya koymuştur. Başka niteliklerin ve kayıtların bulunması halinde ise biribirlerinden ayırdetmiştir.

Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"Birr ve takva üzere yardımlasınız..." (Mâide, 2)

Bu ayet-i kerîme ise imanın ad olduğu şeyin, birrin ve takvanın ad olduğu şeyin mutlak olarak kullanılmaları halinde "birr" olduğunu göstermektedir. Bu durumda mü'minler takva sahibi olanların kendileridir. Ebrar olanlardır.

İşte bundan dolayı şefaatle ilgili sahih hadislerde şöyle denilmiştir:

"Kalbinde zerre ağırlığı kadar imandan eser bulunan bir kimse ateşten çıkartılır." Bazılarında ise:

"Zerre ağırlığı kadar hayırdan eser..." denilmiştir. İşte bu da Yüce Allah'ın şu buyruğuyla uyuşmaktadır:

"Kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onu görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir şer yaparsa onu görecektir." (Zilzal, 7-8)

İşte hayır türünden zerre ağırlığı kadar olan şey imandan zerre ağırlığı kadar olan şeyle aynıdır, işte ebrar ve muttaki mü'minler mutlak olarak saadet ehli olan kimselerdir. Azabsız olarak girmekle vadolundukları cennete lâyık olanlar da bunlardır.

Peygamber (s.a.v)'in haklarında:

"Bizi aldatan bizden değildir", "Bize karşı silah taşıyan bizden değildir" (Müslim, İman, 164) dediği kimseler ise bu türden mü'minlerden değildirler. Aksine bunlar, diğerleri gibi tehditle karşı karşıya kalan günahkâr kimselerdir.