İyilikler ve kötülükler

Bu bakımdan Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır." (Bakara, 286)

O bakımdan insan her ne yaparsa yapsın ya aleyhine veya lehinedir. Eğer o yaptığı şey emrolunduğu şeylerdense lehinedir, aksi takdirde aleyhine olur. Nefis doğal olarak hareket halindedir, asla sükun bulmaz. Fakat şanı Yüce Allah, söylemedikçe veya yapmadıkça mü'minlerin içlerinden geçen kötü şeyleri affetmiştir. içlerinden geçirdiklerine uygun olarak davranmak, onların yaptıkları işin ya emir veya nehiy kapsamında olmasını gerektirir.

Şanı Yüce Allah mü'minlere bütün günahları kötü ve çirkin gösterdiğine, bütün itaatleri gerektiren imanı -insanların ittifakıyla ona zıt bir şey olmadığı takdirde- imanı mü'minlere sevdirdiğine göre...

Çünkü Mürcie kalbte bulunan imanın itaate götürdüğüne ve bunu gerektirdiğine kanidir. Bu konuda anlaşmazlık çıkarmamaktadır, itaat de imanın semerelerinden ve sonuçlarındandır. Fakat Mürcie'nin anlaşmazlık halinde olduğu husus, imanın itaati kaçınılmaz olarak gerektirip gerektirmediği hususudur, iman her ne kadar itaate davet ediyor ise de nefis ve şeytandan ona karşı bir muarız olunmaktadır. Yüce Allah bütün mü'minlere bu muarızı çirkin gösterdiğine ve ondan tiksindirdiğine göre, itaati gerektiren bu muarızdan salim demektir.

Aynı şekilde mü'minler bütün kötülüklerden tiksindiklerine göre geriye sadece iyilikler ve mubah şeyler kalır.

Mubah şeyler ise ancak, onlar vasıtasıyla itaatlere karşı yardım alan iman ehline mubahtır.

Yoksa Yüce Allah hiçbir kimseye, küfre, fâsıklığa ve isyana karşı güç kazanıp yardım alacağı bir şeyi mubah kılmaz.

Bu bakımdan Peygamber (s.a.v) şarabı sıkanı ve sıktıranı da, tıpkı onu içene lanet ettiği gibi, lanetlemiştir. Sıkan kişi kimi zaman mubah bir hususta kendisinden yararlanılması mümkün olan bir su sıkıyor olabilir. Ancak sıkanın maksadının onu şarap yapmak olduğu bilinince, dolayısıyla türü itibariyle mubah olan bir işle Allah'a masiyet konusunda ona yardımcı olamaz. Aksine böyle bir kimseyi (yardımcı olduğu takdirde) bundan dolayı Peygamber (s.a.v) lanetlemiştir.

Çünkü Yüce Allah isyan edene, günahları hususunda yardımcı olmayı mubah kılmadığı gibi, isyankârın masiyetini işlerken o hususta kendisine yardımcı olacak şeyi de mubah kılmamıştır. O bakımdan bu gibi şeylerle ancak itaatlere karşı onların desteğini ve yardımını aldıkları takdirde onlar için mubah olabilir. Buna göre kötülüklerin nefyedilmesi, onların ancak iyilikler yapmalarını gerektirir, işte bundan dolayı bütün günahları terkeden bir kimsenin Allah'a itaat ile meşgul olması, kaçınılmaz bir şeydir.

Sahih hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Bütün insanlar gider gelir (çalışır çabalar). Kimisi (itaat ederek) nefsini Allah'a satar ve onu azad eder, kimisi de (isyan ederek) onu helak eder." (Müslim, Tahâre, 1; Tirmizî, Deavat, 85; İbn Mâce, Tahâre, 5; Darimî, Vudu', 2; Müsned, V, 342,343)

Buna göre mü'minin iyilikleri sevmesi, kötülüklere buğzetmesi kaçınılmaz olduğu gibi, iyilik işlediğinden dolayı sevinmesi, kötülük işlediğinden dolayı da üzülmesi kaçınılmazdır. Ne zaman bu konularda böyle olmazsa, imanı eksik olur.

Mü'min bazan bir kötülük yapabilir. Bundan dolayı tevbe eder, ya da onu silecek iyilikler yapar veya günahına kefaret olacak bir bela ile karşılaşır. Ancak aynı zamanda, o kötülükten tiksinmesi ve hoşlanmaması da gereklidir. Çünkü Yüce Allah mü'minlere imanı sevdirdiğini, küfrü, fâsıklığı ve isyanı çirkin gösterip tiksindirdiğini haber vermiştir. Bu üçünden de tiksinmeyen bir kimse, mü'min olamaz.

Fakat Muhammed b. Nasr şöyle demektedir:

Fâsık, dindarlığı yüzünden ondan tiksinir. Buna göre şöyle denilir:

Fâsık dininin o kötülüğü haram kıldığına inanıyor ve bununla birlikte dinini seviyor bu haramın da dininin cümlesinden olduğunu kabul ettiğinden dolayı ondan tiksiniyor. Eğer genel olarak dinini sevmekle birlikte, kalbinde belirli bir günaha karşı tiksinti bulunmuyorsa, imandan o oranda yoksun demektir.

Nitekim sahih hadiste şöyle denilmiştir:

"Sizden kim bir münker görürse, onu eliyle değiştirsin. Ona gücü yetmezse diliyle değiştirsin, ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin. Bu ise, imanın en zayıf derecesidir." (Müslim, İman, 78)

Yine Müslim'in Sahih'inde yer alan bir başka hadis-i şerifte şöyle denilmiştir:

"(Kötülük yapanlara ve özellikle de kötülük yapan yöneticilere karşı) Eli ile cihad eden kişi mü'mindîr. Dili île cihad eden kişi mü'mindir. Kalbi ile cihad eden kişi mü'mindir. Bunun ötesinde ise, hardal tanesi kadar bile iman yoktur." (Müslim, İman, 80)

Bunlardan ortaya çıkıyor ki, eğer kalbte Allah'ın hoşlanmadığı şeyden hoşlanmamak yoksa, o kalbte insanı sevaba götürecek imandan da bir eser yok demektir.

Peygamber Efendimizin:

"imandan" ifadesi, böyle bir imandan demektir ki, bu da mutlak imandır. Yani, bu üç özelliğin ötesinde iman sınırları içinde herhangi bir şey yoktur. Hardal danesi ağırlığı kadar dahi ondan eser bulunmaz. Yani imanın son sınırı budur, artık bundan sonra imandan bir şey kalmamaktadır. Yoksa onun bundan maksadı, her kim bunu yapmayacak olursa, o kişi ile birlikte imandan bir şey kalmaz demek değildir. Aksine hadisin lafzı birinci anlama işaret etmektedir.

İbni teymiyye