İmanın çeşitli kelimelerle birlikte kullanılışı

Denilir ki "İman" adı kimi zaman İslâm ve amel-i salih ile, yanında ayrıca başka adlar olmaksızın tek başına zikredildiği gibi, bazen bu isimlerden herhangi birisi ile birlikte de zikredilir, îmanın İslâm ile birlikte zikredilmesine örnek olarak, Cebrail hadisindeki, "İslâm nedir, iman nedir?" sorularının birlikte yer alması gösterilebilir.

Yüce Allah'ın şu buyrukları da buna örnektir:

"Müslüman erkeklerle müslüman kadınlar, mü'min erkeklerle mü'min kadınlar...." (Ahzâb, 25)

"Bedeviler iman ettik der. Sen onlara şöyle de: "Hayır, iman etmediniz. Siz ancak müslüman olduk deyin." (Hucurât, 14)

"Nihayet o ülkede bulunan mü'minleri çıkardık. Zaten biz orada bir tek ailenin dışında müslüman bulamadık". (Zâriyât, 35-36)

Aynı şekilde iman salih amelle birlikte de zikredilmiştir. Bu da Kur'an-ı Kerîm'in birçok yerinde geçmektedir. Mesela:

"Şüphesiz iman edip salih ameller işleyenler..." (Yunus, 9; Hûd, 23 vs.)

Ya da iman, kendilerine ilim verilmiş olan kimseler ile birlikte zikredilir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:

"Kendilerine ilim ve iman verilmiş kimseler dedi ki..." (Rûm, 56)

"Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilmiş olanları derecelerle yükseltir." (Mücadele, 11)

İman edenlerden söz edilirken, bu kapsama, kendilerine ilim verilmiş olanlar da girer. Çünkü kendilerine ilim verilmiş olanlar, onların hayırlılarıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İlimde derinleşmiş olanlar ise, O'na iman ettik, hepsi Rabbimizdendir, derler." (Al-i İmran, 7)

"Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlarla iman edenler sana indirilene de, senden önce indirilmiş olanlara da iman ederler." (Nisa,162)

Yine mü'minler kelimesi yahudiler, hırisyitanlar ve Sabiîlerle birlikte de kullanılmış ve daha sonra şöyle buyurulmaktadır:

"Onlardan Allah'a ve ahiret gününe iman edenler ve salih amel işleyenlerin ecirleri Rableri kalındadır. Onlar için bir korku yoktur ve onlar üzülmezler de." (Bakara, 62)

Bu hitabın başında söz konusu edilen mü'minler, bu üç grubun dışında kalan kimselerdir. Ondan sonra söz konusu edilen iman ise onların hepsini kapsamına almıştır.

Nitekim Yüce Allah'ın şu buyruğunda da böyledir:

"Muhakkak iman edip salih ameller işleyenler, işte bunlar, yaratılanların en hayırlılarıdır." (Beyyine, 7)

Allah'ın izniyle bunu da genişçe açıklayacağız.

Burada amaç, dışta görünen veya içte bulunan iman konusundaki genellik ve özelliktir. Din mensuplarına nisbetle genellik bir başka konudur. Fakat iman, İslâm'la birlikte söz konusu edilecek olursa, İslâm görünürdeki ameller hakkında kullanılır, iki şehâdet, namaz, zekât, oruç ve hac iman ise kalbte bulunan Allah'a, meleklerine, kitaplarına, rasullerine ve ahiret gününe inanmak hakkında kullanılır.

Nitekim İmam Ahmed'in Enes (r.a.)'den rivayet etmiş olduğu hadiste de böyle denilmiştir.

Buna göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"İslâm aleniliktir, iman ise kalbte olandır." (Buhârî, İman 39)

İman, mücerred olarak kullanıldığında, kapsamına İslâm ve salih ameller de girer. Nitekim imanın bölümlerini açıklayan hadiste de durum böyledir:

"İman yetmiş küsur şubedir, onun en üstünü Allah'tan başka ibadete layık ilâh yoktur" sözüdür, en aşağı seviyesi de yolda geçip gidenleri rahatsız eden şeyleri ortadan kaldırmaktır." (Buhârî, İman, 40; Eşribe, 4,8; Müslim, İman, 23, 25, 26, 28 vs.)

İyi ve hayırlı işlerin imandan kabul edildiğini açıklayan başka hadisler de vardır. Diğer taraftan birtakım salih amellerin olmaması halinde imanın da bulunmadığının ifade edilmesi, o amellerin farz (vacib) olduğuna delildir. Eğer kişinin imanı yok sayılmayıp, imanın faziletinden söz ediliyorsa o zaman da o, amellerin müstehap oluşuna delildir. Çünkü Allah ve rasulü Allah'ın ve Rasûlünün emrettiği herhangi bir işe ad olan bir şeyi ancak onun birtakım farzlarının terkedilmesi halinde o ismi nefyederler. Hz. Peygamberin:

"Kur'an'ın anası (Fatiha suresi) okunmadıkça namaz olmaz." (Bu anlamdaki hadisler için bk. Tirmizî, Salat, 115, 116; Tefsir, Sûre, 1, 1; Nesaî, İftitah, 23; Darimi, Salat, 36 vs.)

"Emin olmayanın imanı, ahdine sadakat göstermeyenin de dini olmaz." (Müsned, III, 135, 154, 210, 251) ve buna benzer diğer buyrukları da böyledir.

Eğer fiil, ibadet hususunda müstehab bir iş ise o takdirde iman ismi nefyedilmez. Çünkü böyle bir şey mümkün olsaydı, o takdirde mü'minlerin büyük çoğunluğu hakkında iman, namaz, zekât ve hac gibi isimlerden türeyen nitelikler de kullanılmazdı. Çünkü kendisinden daha faziletli olmayacak hiçbir amel yoktur. Hiç bir kimsenin de Peygamber (s.a.v)'in yaptığı kadar iyilik yapması mümkün değildir. Hatta Ebû Bekir ve Ömer gibi bile yapamaz. Eğer bu amelleri müstehap olan kemal derecesinde yapamayan kimse konusunda bu isimlerin de nefyedilmesi caiz olsaydı, önceki de sonraki müslüman çoğunluk hakkında bu amellerin nefyedilmesi de mümkün olurdu. Ancak aklı başında hiçbir kimse böyle bir şey söyleyemez.

Burada nefyedilenin kemal olduğu şeklindeki açıklamaya gelince, eğer bununla terkedenin kötülenmesi ve cezaya maruz kalmasını gerektiren "vacib kemal" in nefyedildiğini anlatmak istiyorsa, bu açıklama doğrudur. Eğer "müstehab olan kemal" in nefyedildiğini anlatmak istiyorsa, Allah'ın ve Rasûlünün sözlerinde kesinlikle böyle bir şey yoktur; olması da caiz değildir. Çünkü vacib olanı, üzerinde vacib olduğu şekliyle yerine getiren ve bunu eksik bırakmayan kimse hakkında gerçek olmak veya mecaz yoluyla:

"O böyle bir iş yapmamıştır" demek mümkün değildir. Peygamber (s.a.v) namazını doğru dürüst kılmayan bir bedevi araba:

"Geri dön, namazını kıl. Çünkü sen namaz kılmadın" (Buhârî, Eyman, 15; Tirmizî, Salat, 11; Nesaî, Tatbik, 15; Sehv, 67) buyurması ve saffın arka tarafında namaz kılarak namazını iade etmesini emrettiği kişiye:

"Saffın arkasında tek başına namaz kılanın namazı yoktur" demesi bir vacibi terketmesi dolayısıyladır.

Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir:

"Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlüne iman ettikten sonra herhangi bir şüpheye kapılmayan, mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad eden kimselerdir, îşte onlar sadıkların ta kendileridir." (Hucurat, 15)

Burada cihadın da, şüpheye düşmemenin de farz olduğu açıklanmaktadır. Cihad her ne kadar farz-ı kifaye olsa da, işin başında bütün mü'minler cihad ile muhataptırlar. Hepsi de onun farz olduğuna inanmakla yükümlüdür. Farz-ı ayn olması halinde, onu yerine getirmekte kararlı olmaları gerekir, işte bundan dolayı Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Her kim gazaya çıkmaksızın ve içinde gaza etmek niyeti taşımaksızın ölürse, nifaktan bir şube üzere ölür." (Müslim, İmare, 158; Ebû Dâvûd, Cihad, 17; Nesaî, Cihad, 2)

Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Bu hadiste, içinden cihad niyeti geçirmeyen kimsenin nifaktan bir şube üzere öleceği haber verilmektedir.

Yine cihad, birçok türleri kapsayan bir cins isimdir. Bu türlerden herhangi birisinin mü'min üzerine farz olması da kaçınılmaz bir şey olmaktadır.

Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"Mü'minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğu zaman, bu onların imanını artırır ve onlar Rablerine tevekkül ederler. Namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar, işte gerçek mü'minler onlardır." (Enfal, 2-4)

Bütün bunlar farzdır. Yüce Allah'a tevekkül etmek farzların en büyüklerinden birisidir. Yüce Allah'a karşı ihlâslı olmak da böyledir. Allah'ı ve Rasûlünü sevmek de bir farzdır. Şanı Yüce Allah'ın bir başka ayette tevekkülü emretmesi, onun abdesti, cünüplükten temizlenmeyi emretmesinden daha büyüktür. Allah'tan başkasına tevekkül etmeyi de nehyetmiştir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O halde yalnız O'na ibadet et ve yalnız O'na tevekkül et." (Hûd, 123)

"Allah ki, O'ndan başka ibadete layık hiçbir ilâh yoktur." (Al-i İmran,2)

"Mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etsinler." (Tegabün, 13)

"Allah size yardım ederse sizi hiç kimse yenemez. Ve eğer sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size kim yardım edebilir?. Mü'minler yalnız Allah'a tevekkül etsinler." (Al-i İmran, 160)

"Musa dedi ki: "Kavmim, eğer sizler Allah'a iman ettiyseniz, gerçekten müslüman kimselerseniz. yalnız O'na tevekkül ediniz." (Yûnus, 84)

Yüce Allah'ın:

" Mü'minler ancak Allah anıldığı zaman kalpleri titreyenlerdir. Ayetleri karşılarında okunduğu zaman da bu onların imanını arttırır." (Enfal, 2) buyruğuyla ilgili olarak şunlar söylenebilir.

Kalbin bir takım halleri ve amelleri olur ki, bunlar o kalbte sebat bulan imanın kaçınılmaz tezahürleridir, öyle ki insan mü'min ise onun bu konuda bir kasdı olmasa bile, bunlar kendiliğinden ortaya çıkar.

Bunların olmaması ise, kalbde farz olan imanın ortaya çıkmadığını gösterir.

Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kavmin, babaları, oğulları ve kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. Onlar o kimselerdir ki, Allah kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücadele, 22)

Bu buyruğunda bize, Allah ve Rasûlüne karşı sınır mücadelesine girişen kimseleri sevecek bir mü'minin bulunamayacağını haber vermektedir.

Çünkü bizatihi iman, iki zıttan birisinin diğerini ortadan kaldırdığı gibi, bu tür kimseleri sevmeyi de ortadan kaldırmaktadır, iman varolduğu taktirde, onun zıddı ortadan kalkar.

Bu ise Allah'ın düşmanlarına sevgi beslemektir.

Kişi kalbiyle Allah'ın düşmanlarına bağlı bulunuyorsa, bu onun kalbinde farz olan imanın bulunmadığının göstergesidir.

Bir başka ayet-i kerîmede Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunun gibidir:

" İçlerinden (kitap ehlinden) birçoğunu görürsün ki, kâfirleri velî edinirler. Nefislerinin kendileri için hazırladığı ne çirkin şeydir. Allah onlara gazab etmiştir. Onlar azabta ebediyyen kalacaklardır. Eğer Allah'a, peygamberine ve ona indirilene iman etselerdi, onları veli edinmezlerdi. Fakat onlardan birçoğu fâsıktır." (Mâide, 80-81)

Burada bir şart cümlesi zikredilmiştir ki, şartın varlığı halinde (meşrut) şart koşulanın da var olacağı anlaşılmaktadır. Bu şart ile (meşrut) şart koşulanın nefyedilmesini gerektiren bir edat ile yapılarak:

"Eğer Allah'a, peygamberine ve ona indirilene iman ediyor olsalardı, onları veli edinmezlerdi" denilmektedir.

İşte bu da, sözü geçen imanın onların bu inkarcıları veli edinmelerini nefyettiğinin, onları veli edinmenin imana zıt olduğunu, aynı kalbte hem imanın, hem de onları veli edinmenin bulunamayacağının delilidir.

Aynı şekilde bu onları veli edinen kimsenin Allah'a, Peygamberine ve Peygamberine indirilene inanmayı içeren farz imanın gereğini yerine getirmediğinin de delilidir.

Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir:

" Ey iman edenler! Hıristiyanları dost edinmeyin, onlar, biribirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır." (Mâide, 51)

Bundan önceki ayetlerde Yüce Allah bizlere, onları dost edinen kimsenin mü'min olamayacağını belirttiği gibi, burada da onları dost edinen kimselerin onlardan olacağını bildirmektedir. Zaten Kur'an-ı Kerîm'in bir kısmı bir kısmının tamamlayıcısıdır.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah sözün en güzelini, müteşabih (çelişkisiz ve birbirini doğrular halde) ikişerli bir Kitap halinde indirdi. Rablerinden korkanların, ondan derileri ürperir. Sonra derileri ve kalpleri Allah'In zikrine yumuşar." (Zümer, 23)

Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu türdendir:

" Mü'minler o kimselerdir ki, Allah'a ve Rasûlüne inanmışlardır. Aynı zamanda onlar, Allah'ın rasulü ile bir arada iseler herhangi bir iş için ondan izin almadıkça ayrılıp gitmezler." (Nur, 62)

Burada ondan izin almaksızın ayrılıp gitmenin caiz olmadığına ve ondan izin almaksızın gitmemek gerektiğine delil vardır. Allah'ın Rasûlünden izin almaksızın giden bir kimsenin imanın gereği olarak üzerine farz olan bir hususu terketmiş olacağı belirtilmektedir.İşte bundan dolayı böyle bir kimseden iman nefyedilmiştir. Ayeti kerîmede geçen "İnnema" edatı sözü geçenin isbâtına, ondan başkasının da nefyine işaret etmektedir.

Bazı usûl bilginleri şöyle demektedir:

Bu edatın "inne" kısmı isbat, "mâ" kısmı nefiy içindir. Bu ikisi bir arada olduğu takdirde, hem nefye hem de isbata işaret eder. Ancak Arapçayı konuşanlar ile bu konuda ilme dayanarak söz söyleyen uzmanlar böyle bir şey kabul etmezler. Burada yer alan "mâ" edatı, "inne" ve benzeri edatlarla birlikte kullanılan ve bu edatın işlevini etkisiz hale getiren ve "kaffe" diye bilinen bir edattır. Çünkü "inne" edatı sadece isim cümleleri için kullanıldığında işlevini yerine getirir. Ona eklenen "mâ" edatı, işlevini kaldırarak onu sadece isim cümlelerine özgü olmaktan çıkarır ve bundan sonra hem fiil hem de isim cümleleri gelebilir. O bakımdan "mâ" edatının ona eklenmesiyle, hem anlamı ve hem de işlevi değişir. "Keennemâ" gibi edatlar da böyledir.

Yüce Allah'ın:

"(Münafıklar): Allah'a ve Rasûlüne inandık Ve itaat ettik diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar inanmış değillerdir. Onlar aralarında hükmetmek için Allah'a ve Rasûlüne davet olunduklarında hemen onlardan bir grup yüz çevirir. Eğer hüküm kendi lehlerine olursa itaat ederek gelirler. Kalblerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe mi ettiler? Yoksa Allah'ın ve Rasulü'nün kendilerine haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır, onlar zalimlerdir. Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Peygamberine davet olundukları zaman inananların sözü ancak: "işittik ve itaat ettik" demeleridir, îşte bunlar felah bulanların ta kendileridir." (Nur, 47-51)

Gerçek mü'minin farzları yerine getiren ve haramlardan sakınan kimse olduğu konusunda Yüce Allah:

"İşte onlar gerçek mü'minlerin ta kendileridir." (Enfal, 4) buyurmuş ve sadece beş özellik belirtmiştir. Aynı şekilde:

"Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlüne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir." (Hucurat, 15) ve

"Senden izin alanlar, işte onlar, Allah'a ve Rasûlüne iman eden kimselerdir." ( (Nur, 62) buyruğunda da belirli bazı özellikler sayılmıştır denilecek olursa, buna iki şekilde cevap vermek mümkündür.

Birincisi: Burada sözü geçen şeylerin terkedilen şeyi gerektirmesi şeklindedir. Yani Allah'ın zikredilmesi halinde kalplerinin korkudan titremesinden, onlara karşı Allah'ın ayetleri okunduğu zaman imanlarının artması ile birlikte Allah'a tevekkül etmelerinden, bâtınen ve zahiren emrolundukları şekilde namazı kılmalarından, aynı şekilde sahip oldukları maldan Allah yolunda harcamalarından söz edilmesi, geri kalan hususları yapmalarını da gerektirmektedir. Çünkü Allah'ın anılması esnasında kalbin korkudan titremesi, O'ndan korkmayı gerektirir. Nitekim bazı alimler

« ﻭﺟﻠﺖ » kelimesini "korkar" şeklinde tefsir etmişlerdir. İbn Mes'ud'un kıraatinde de bu « ﺍﺫ ﺍﺫﻛﺮﺍﷲ ﻓﺮﻗﺕ ﻗﻠﻭﺒﻬﻡ » şeklindedir. Böyle bir açıklama doğru bir açıklamadır. Çünkü "vecel" kelimesi, sözlükte korkmak, demektir. O bakımdan Arapçada şu « ﺤﻣﺮﺓ ﺍﻠﺧﺟﻝ ﻭﺻﻓﺮﺓ ﺍﻠﻭﺟﻞ » mahcubiyetten dolayı yüzün kızarması ve korkmaktan dolayı da yüzün sararması deyimi kullanılır. Yüce Allah'ın şu buyruğu bu türdendir:

"Verdiklerini, Rablerinin huzuruna dönecekler diye, kalpleri korku ile ürpererek verirler." (Mü'minun 60)

Bunun üzerine Hz. Aişe:

"Ey Allah'ın Rasulü burada sözkonusu edilen kişi zina eden, hırsızlık yapan ve bundan dolayı da cezalandırılmaktan korkan kişi midir?" diye sormuş.

Hz. Peygamber de şu cevabı vermiştir:

"Hayır, ey Sıddık'ın kızı. Bu namaz kılan, oruç tutan, sadaka veren, bununla birlikte kabul edilmeyeceğinden korkan kimsedir." (Müsned, VI, 159)

Süddî, Yüce Allah'ın:

"Allah'ın adı anıldığında korkularından dolayı kalpleri titreyenler" buyruğunu açıklarken şöyle demektedir:

"Bu bir haksızlık yapmak veya bir günah işlemek isteyip de bundan vazgeçen kimsedir."

Yüce Allah'ın şu buyrukları da buna benzemektedir:

"Ama kim, Rabbinin makamından korkar ve nefsi kötü heveslerden menederse, hiç şüphe yok ki, cennet, onun için varılacak yerin ta kendisidir." (Naziat, 40-41)

"Rabbimin makamından korkan kimseye iki cennet vardır." (Rahman 46)

Mücahid ve diğer bazı müfessirler, burada söz konusu edilen kişinin, bir günah işlemeye karar verdiği halde, daha sonra Allah'ın huzurunda duracağını düşünerek O'ndan korkan ve yapmaktan vazgeçen kimse olduğunu söylemişlerdir.

"Allah'ı hatırlamaktan dolayı korkudan kalbin titremesi" Allah'a karşı haşyet ve korku duymayı da kapsadığına göre, bu durum kişiyi, emredilen şeyi yapmaya ve yasak olan şeyleri terketmeye götürür.

Sehl b. Abdullah der ki:

Kul ile Allah, arasında, batıl iddialardan daha kalın bir perde yoktur.

Allah'a karşı ihtiyaç ve zillet içerisinde olmak ise en yakın bir yoldur.Dünya ve ahiretteki bütün hayırların esasıda Allah'tan korkmaktır.

Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna delildir:

"Öfkesi dinince Musa, levhaları aldı. Onlardaki yazıda Rablerinden korkanlar için yol gösterme ve rahmet vardı." (A'raf, 154)

Burada hidayet ve rahmetin, rablerinden korkan kimselere ait olacağı haber verilmektedir.

Mücahid ve ibrahim der ki:

Bu ayetlerde sözkonusu edilen kişi, bir günah işlemek isteyip de Allah'ın huzurunda duracağını hatırlayarak günahı terkeden kimsedir. Bunun İbn Ebi'd-Dünya, İbn'ül-Ca'd'en, O Mansur' dan, Mansur da İbrahim'den,

Yüce Allah'ın:

"Rabbinin huzurundan korkan için de iki cennet vardır." buyruğunun açıklamasıyla ilgili sözlerinden aktarmaktadırlar, işte bunlar Yüce Allah'ın:

"İşte onlar Rablerinden bir hidayet üzeredirler ve umduklarına erenler işte onlardır." (Bakara, 5) buyruğunda söz konusu edilen felah ehli olan kimselerdir. Aynı zamanda bunlar, Yüce Allah'ın şu buyruklarında söz konusu edilen mü'minler ve takva sahipleridir:

"Elif, Lâm, Mîm. İşte o Kitap, kendisinde hiç şüphe yoktur, takva sahipleri için yol göstericidir." (Bakara, 1-2)

Nitekim bir ayetin sonunda da şöyle buyurulmuştur:

"İşte doğru olanlar da onlardır, takva sahibi olanlar da bunlardır." (Bakara, 177)

Yüce Allah'ın Kitabına uyan kimseler de şu ayette belirtildiği üzere:

"Kim benim hidayetime uyarsa, o sapmaz ve sıkıntıya düşmez." ve (Ta-Ha, 123)

O sapan ve dalalete uğrayan bir kimse değilse, hakka tabi olan ve hidayet bulan kimse demektir. Kişi bedbaht değilse, merhamet olunmuş kimse demektir, işte bunlar Allah'ın kendilerine nimet vermiş olduğu peygamberlerden, sıddîklardan, şehidlerden, salihlerden, gazaba uğramayan ve sapmayan kimselerden olan dosdoğru yoldaki kimselerdendir. Çünkü rahmet ehli olan kimseler gazaba uğramış olanlardan ayrıdır. Hidayet bulmuş olanlar sapan kimseler değildir. Buna göre Yüce Allah'tan korkan kimselerin, Allah'a karşı takva sahibi kimseler olacağı, azap görmeden cennete hak kazanacakları ve farz olan imanı gereğince yerine getiren kimseler oldukları açıkça ortaya çıkmış olmaktadır.

Bu özelliğe işaret eden buyruklardan birisi de şu ayet-i kerîmedir:

"Allah'tan, kulları arasında ancak alim olanlar korkar" (Fatır, 28)

Bu alim olanlar dışında hiç kimsenin O'ndan gereği gibi korkmayacağı anlamına gelir. Böylece Yüce Allah bizlere, kendisinden korkan (haşyet duyan) herkesin alim olduğunu haber vermektedir. Nitekim bir başka ayet-i Kerîme'de şöyle buyurmaktadır:

"Yoksa o, gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibadet eden, ahiretten korkan ve Rabbinin merhametini uman gibi midir? De ki: "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"Doğrusu ancak aklıselim sahipleri öğüt alır." (Zumer, 9)

Haşyet, her zaman için reca (iyilik ümidi) 'yi da kapsamaktadır. Eğer böyle bir şeyi kapsamayacak olsa, kunut (rahmetten ümit kesme) olur. Nitekim "reca", beraberinde korkmayı da gerektirmektedir.

Korku olmadığı takdirde o, güven duymak demek olur. Yüce Allah'tan korkan ve uman (ehl-i havf ve reca) Yüce Allah'ın övgüsünü kazanmış olan bilgi sahibi kimselerdir. Ebû Hayyan et- Teymî'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir:

İlim adamları üç türlüdür:

1 - Birisi Allah'ı bilir, Allah'ın emrini bilmez,

2 - Birisi Allah'ın emrini bilir, Allah'ı bilmez,

3 - Bir diğeri ise Allah'ı da, Allah'ın emrini de bilir.

Allah'ı bilen kişi Allah'tan korkan kişidir. Allah'ın emrini bilen kişi, Allah'ın neyi emrettiğini ve neyi yasakladığını bilen kişidir. Sahih hadiste Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Allah'a yemin ederim ki, aranızda Allah'tan en çok haşyet duyan ve O'nun sınırlarını en iyi bilen kişi olduğumu ümid ederim." (Buhârî, Nikah, 1; Müslim, Siyam, 74, 79)

Haşyet sahibi kimseler, Kitap ve Sünnet'te övülmüş ilim ehli kimseler olduklarına göre, bunlar yerilmeye layık kimseler olamazlar. Bu ise ancak farzları yapmak halinde söz konusu olur. Yüce Allah'ın şu buyruğu buna delildir:

"Rableri de onlara şöyle vahyetti: Zalimleri mutlaka helak edeceğiz ve onlardan sonra sizi o yere yerleştireceğiz, İşte bu benim huzurumda durmaktan korkan ve tehdidimden sakınanlara mahsustur." (İbrahim, 13-14)

"Rabbinin makamında korkan kimseye iki cennet vardır" (Rahman, 46)

Yüce Allah bu buyrukları ile korkan kimselere dünya hayatında yardım, ahirette de mükâfat vermek vaadinde bulunmuştur. Bu ise onların görevlerini yerine getirmelerinden dolayıdır, işte bu da korkmanın, farz olan görevi yapmayı gerektirdiğine delildir. Diğer taraftan günahkâr kimseye, "Allah'tan kormaz" denilmesinin sebebi de budur, işte Yüce Allah'ın şu buyruğu bu konuya işaret etmektedir:

"Allah'ın kabul edeceği tevbe, cahillikle bir kötülük yapıp hemen ardından tevbe eden kimselerin tevbesidir." (Nisa, 17)

Ebu'l-Aliye der ki:

Ben Muhammed'in arkadaşlarına bu ayet-i kerîme hakkında sordum. Bana şöyle dediler:

Allah'a asi olan herkes cahildir. Ölümden önce tevbe eden kimse de çabucak tevbe etmiş demektir. Diğer müfessirler de bu şekilde söylemiştir.

Mücahid derki:

Her asi, isyan ettiği zaman cahildir.

Hasen, Katade, Ata, Süddî ve başkaları şöyle demektedir:

Onlara "cahiller" adının verilmesinin nedeni onların neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu ayırdedemeyen kimseler olmaları değil, isyanlarıdır.

Zeccac der ki:

Ayetin anlamı, yaptıkları işin kötü olduğunu bilmeyen kimselere işaret değildir. Çünkü müslüman, bilmediği bir şeyi yaptığında bir kötülük işlemiş sayılmaz. Bunun iki anlama gelme ihtimali vardır.

Bunlardan birincisi, onlar bu işi yaparken, onda neyin mekruh ve hoşlanılmayan olduğunu bilmezler, ikincisi ise, onlar sonunun hoşa gitmeyen bir şey olduğunu bilerek ve bu konuda basiret sahibi kişiler sıfatıyla bu işi yapmaya kalkışmış ve dünya hayatını ahirete tercih etmişlerdir, işte onlar azıcık bir rahatı daha fazla ve büyük bir rahata tercih ettiklerinden ve onu ebedî afiyete üstün tuttuklarından dolayı cahil diye adlandırılmışlardır. Bu durumda Zeccac, cehaleti ve bilgisizliği ya fiilin akıbetini bilmemek veya iradenin bozukluğu olarak anlamış oluyor. Bu iki hususun bir arada olduğu da söylenebilir. Bu konuya ilişkin açıklamalar Cehmiyye ile tartışmalarımızı ele alan konularımızda genişçe yapılmıştır.

Burada maksat şudur:

Yüce Allah'a karşı asi olan herkes cahildir. Ondan korkan herkes de alim ve Allah'a itaat eden bir kimsedir. Kişinin cahil olmasının nedeni Allah'tan korkacak olursa, kesinlikle O'na karşı gelmez.

Nitekim İbn Mes'ud (r.a.)'un şu sözü de bu türdendir:

"Bilgi olarak Allah korkusu ve cehalet olarak da Allah konusunda aldanış yeterlidir. Çünkü korkulan şeyin düşünülmesi, ondan kaçmayı, sevilen şeyin düşünülmesi onu istemeyi ve peşinden gitmeyi gerektirir. Eğer korkulan şeyden kaçmaz ve arzulanan şeyi istemezse, bu onun bu özelliği tam anlamıyla düşünmediğinin işaretidir. Fakat bazen bu husustaki haber üzerinde düşünebilir. Haberi düşünmek, onu tasdik etmek ve bu konuda kullanılan ifadeleri öğrenmek, hakkında haber verilen şeyi düşünmekten farklı bir şeydir. Yine tasavvur edilen şey onun tarafından ne seviliyor, ne de hoşlanılmıyorsa durum aynı şekildedir. Çünkü insan başkası hakkında korkulu olan ve başkası için sevilen şeyleri tasdik edebilir ve bundan dolayı kendisinin kaçması veya arzulaması da söz konusu olmaz. Yine kişiye sevdiği şeyler ve hoşlanmadığı şeyler haber verilmekle birlikte haber vereni yalanlamıyor, aksine doğru söylediğini bildiği halde, kalbi, kendisine haber verilen şeyleri gereği gibi tasavvur etmekten uzak olarak başka işlerle meşgul ise, o kişi yine kaçmak veya arzuladığını elde etmek için harekete geçmez."

Hasan Basrî tarafından söylenildiği bilinen ve Peygamber (s.a.v)'den de mürsel bir hadis olarak rivayet edilen sözde şöyle denilmektedir:

"ilim ikidir." (Keşfu'l-Hafâ, 1765 no'lu hadis şu mealdedir: "İlim iki türlüdür: Dinler ilmi ve bedenler ilmi" Bu haliyle uydurma olduğu kaydedilmektedir.)

Bir ilim kalptedir bir ilim dildedir. Kalbin ilmi faydalı olan ilimdir. Dildeki ilim ise, Allah'ın kullarına karşı hüccetidir.

Buhârî ve Müslim'de Ebû Musa (r.a)'dan gelen rivayete göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Kur'an okuyan mü'min turunç gibidir. Onun tadı da kokusu da hoştur.

Kur'an okumayan mü'min ise hurmaya benzer, tadı hoştur fakat kokusu yoktur.

Kur'an okuyan münafık da reyhana benzer, kokusu hoş fakat tadı acıdır.

Kur'an okumayan münafık ise Ebû Cehil karpuzuna benzer. Hem acıdır, hem de kokusu yoktur." (Buhârî, Et'ime, 30; Fedâilu'l-Kur'an, 17, 36; Müslim, Mûsâfîrûn, 243; Ebû Dâvûd, Edeb, 79; Nesaî, İman 32)

İşte Kur'an'ı okumayan münafık Kur'an'ı öğrenmek ve onun anlamını düşünmekle birlikte bazan Allah'ın sözü olduğunu ve Rasûlünün hak olduğunu kabul etmekle birlikte mü'min olmaz.

Nitekim yahudiler de, Hz. Peygamber'i tıpkı kendi çocuklarını tanır gibi tanıdıkları ve onun peygamber olduğunu bildikleri halde mü'min değillerdi, iblis, Firavun ve başkalarının durumu da böyledir. Fakat bu durumda olan kimse için tam bir bilgi ve eksiksiz bir marifetin ortaya çıkması söz konusu değildir.

Çünkü tam bir bilgi ve eksiksiz bir marifet kaçınılmaz olarak bunun gereği olan ameli de gerektirir.

Bu bakımdan bildiğiyle amel etmeyen kimselerin -önceden de değinildiği gibi- cahil oldukları söylenir.

"Akale" masdarından türemiş olan "akıl" kelimesi de, çoğu teorik bilgi sahiplerince ilim türlerinden biri olarak değerlendirilmesine rağmen, böyledir. Onun da gereğince amel edilen bir bilgi olarak kabul edilmesi kaçınılmaz bir şeydir.

Hayrı bilip, onu isteyenden şerri de bilip onu terkedenden başkasına "âkil (akıllı)" demek mümkün değildir,

İşte bundan dolayı cehennemlikler şöyle demiştir:

"Eğer bizler dinleseydik veya düşünüp anlasaydık şu çılgın ateş halkı (cehennemlikler) arasında bulunmazdık." (Mülk, 10)

Münafıklar hakkında da şöyle buyuruImuştur:

"Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalpleri dağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur." (Haşr, 14)

Kendisine zarar vereceğini bildiği şeyi yapan bir kimse akılsız gibidir.

- Allah'tan korkmak onu bilmeyi ve

- Onu bilmek de ona karşı haşyet duymayı,

- Ona karşı haşyet duymak da ona itaati gerektirdiğine göre:

Allah'tan korkan bir kimse: Allah'ın emirlerini yerine getiren,yasaklarından da sakınan bir kimse demektir.

İşte öncelikle açıklamak istediğimiz budur.

Yine Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna işaret etmektedir:

"O halde eğer öğüt fayda verirse, öğüt ver. Korkan kimse öğüt alır. Bedbaht olan da ondan kaçınır. O kimse en büyük ateşe girer." (A'la,9-12)