Cehm'in görüşleri ve karşı tavırlar

Ebû'l-Hasan el-Eş'arî, İman hususunda Cehm'in görüşünü desteklemiştir. Fakat bununla birlikte o imanda istisnada bulunmak hususunda ehl-i sünnetten nakledile gelmiş bulunan meşhur görüşü desteklemekte ve:

"İnşaallah ben mü'minim" demeyi kabul etmektedir.

Çünkü o ehl-i kıbleden hiçbir kimsenin küfürle suçlanmaması ve onların cehennemde sonsuzca kalmayacakları, haklarında şefaatin kabul edileceği görüşünü kabul etmiş, bu ve benzeri hususlarda ehl-i sünnetin kanaatini desteklemiştir. O, her zaman için hadis ehli ile başkaları arasındaki anlaşmazlık konusu olan meselelerde hadis ehlinin görüşünü destekler. Ancak onların görüşlerinin kaynaklarını iyi bilen birisi değildi. Bu bakımdan onları, kendisinin başkalarından alıp benimsediği ve esas diye kabul ettiği şeylere uygun olarak destekler. Bundan dolayı her iki tarafın da kabul etmediği hususlarda -iman meselesinde yaptığı ve istisnayı desteklemekle birlikte aynı zamanda Cehm'in görüşünü desteklediği gibi-çelişkilere düşmüştür. Bu bakımdan biraz sonra da kaydedeceğimiz gibi, istisna hususunda mezhebinin görüşünü kabul eden pek çok kimse ona muhalefet etmiştir. Yine görüşünü kabul edenlerden pek çok kimse bu hususta Cehm'in görüşünü desteklemek konusunda ona uymuştur. Kelâm kitaplarından başka kitapların, selef ve sünnet imamlarının bu konuda söylediklerini bilmeyen kimseler, onların zikrettikleri görüşlerin ehl-i sünnetin görüşleri olduğunu söylerler. Halbuki sünnet imamlarından herhangi birisi böyle bir görüş belirtmemiştir.

Hatta Ahmet b. Hanbel, Veki ve başkaları Ebu'l-Hasan'ın desteklediği iman görüşü hakkında, Cehm'in görüşünü kabul edenleri tekfir bile etmişlerdir. Onlara göre bu, Mürcienin sözlerinden daha kötüdür. Bu bakımdan Zeydîlerden, Mûtezilîlerden ve başkalarına mensup olan pek çok kimseyi tenkid ederek şöyle demişlerdir:

"Şafiî ne filozoftu ne de Mürcie'ye mensuptu. Bunlar ise felsefeci Eş'ari ve Mürcie'dendir"

Bununla amaçları, Mürcieciliği kötülemektir. Bizler ise ehl-i sünnete mensup pek çok kimse tarafından meşhur olarak bilindiği için onların dayanaklarını zikredeceğiz.

Kadı Ebu Bekr, "et-Temhid" adlı eserinde şunları söylemektedir:

"İmanın ne olduğunu soranlara şöyle denilir: İman, Allah'ı tasdik etmektir, ki bu bir ilimdir. Tasdik ise kalpte olan bir şeydir. Eğer bu söylediklerimizin delilinin ne olduğu sorulursa, buna bütün bu dili konuşanlar Kur'an'ın nüzulundan ve Peygamber (s.a.v)'in peygamberliğinden önce "İman"ın tasdik ile aynı şey olduğu üzerinde icma etmiş olmalarıdır diye cevap veririz. Bunlar dilde hiçbir zaman imanın bir başka manaya geldiğini bilmemektedirler. Bunun delili de Yüce Allah'ın:

"Sen bize inanıcı değilsin." (Yusuf, 17)

Yani, bizi tasdik edici değilsin, buyurmasıdır. Yine, "filan kişi şefaata iman ediyor", "filan kişi kabir azabına iman etmiyor" şeklindeki sözlerde de kasdettikleri şey, bunları tasdik etmeleri veya etmemeleridir. Buna göre, iman kelimesinin şeriatteki anlamı dildeki tanınan anlamıyla aynıdır. Çünkü şanı Yüce Allah, arap dilini ne değiştirmiş ve ne de anlaşılmaz hale getirmiştir. Şöyle bir şey yapmış olsaydı, bu işe dair haberler tevatür yoluyla bize kadar ulaşır ve bunu nakletmek için ümmet gerekeni yapar, gizlenmeden açıkça ortaya konulurdu. Bildiğimiz şey, böyle bir şeyin yapılmadığıdır. Aksine eşyanın isimlerinin ve karşılıklı konuşmaların tamamıyla olduğu gibi bırakılmış olması, şeriatteki imanın, sözlükteki imanla aynı şey olduğunun delilidir. Bunu açıklayan delillerden bir tanesi de, Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır:

"Biz her gönderdiğimiz peygamberi ancak kendi kavminin diliyle gönderdik..." (İbrahim, 4)

"Şüphesiz ki biz, ona akıl erdiresiniz diye arapça bir Kur'an kıldık." (Zuhruf, 3)

Bu buyruklarında Yüce Allah, Kur'an-ı Kerîm'i arap dili ile indirdiğini ve isimleri onların kullandıkları şekilde kullandığını bildirmektedir. Bu ayet-i kerîmeleri delil olmaksızın gösterdiği şeylerden başka bir anlama geldiğinin söylenmesine gerek yoktur, özellikle bu ayet-i kerîmelerin genel oldukları ve Kur'an-ı Kerîm'in arap diliyle nazil olduğu konusundaki ilahi hüküm göz önünde bulundurulursa, bunun böyle olduğu kabul edilir. İşte imanın bizim nitelediğimiz manada olduğu, diğer nafile ve farz türünden itaatleri kapsamadığı şeklindeki kanaatimizin delili de budur."

İşte "İman Problemi" nde Cehmiyyenin görüşlerini destekleyenlerin delilleri budur. Ehli sünnet çoğunluğu ve diğerleri buna karşı şu cevapları vermişlerdir:

1 - Sözlükte imanın tasdik etmekle eş anlamlı olduğunu kabul etmeyerek, bu kelimenin ikrar ve başka manaları da kapsadığını söylerler.

2 - Sözlükte iman, her ne kadar tasdik anlamındaysa da, bu tasdik, kalb, dil ve diğer organlarla gerçekleşir diyenlerin görüşleri, Nitekim Rasûllullah (s.a.v) da şöyle demektedir:

"... ve cinsiyet organı onu tasdik eder yahut yalanlar" (Buhârî, İsti'zân, 121, Kader, 9; Müslim,Kader, 20, 21; Ebû Dâvûd, Nikâh, 43)

3 - İman mutlak tasdik değildir. Aksine o bu kelimeyle bitişik bulunan birtakım kayıtlarla bağlı özel bir tasdiktir. Bu ise kelimeyi başka bir anlama aktarmak veya değiştirmek değildir. Çünkü Yüce Allah bize mutlak bir imanı değil, belli niteliklerle niteleyip açıkladığı özel bir imanı emretmektedir.

4 - Eğer iman tasdik ise, tam dimdik ayakta duran kalb ile, tasdikin gerekli kıldığı kalbi amelleri ve organların amellerini de yerine getirmek gerekir. Çünkü bunlar eksiksiz bir imanın gerekleridir. Şart olan şeylerin olmaması ise, kendisi için gerekli görülen şeyin de olmadığının delilidir. Yani diyoruz ki: Bu gerekli olan şeyler, kimi zaman kelimenin ad olduğu şeyin kapsamı içerisine girmekte, kimi zaman da onun dışında kalmaktadır.

5 - Şöyle diyenler de vardır: Kelime sözlük anlamı üzerine kalmaya devam etmektedir. Fakat şari, ona dair birtakım hükümler eklemiştir.

6 - Kimisi de şöyle der: Şari imam mecazi anlamında kullanmıştır. O bakımdan iman şer'î bir hakikat ve sözlük bakımdan da bir mecazdır.

7 - Bazıları da bu sözün menkul bir kelime olduğunu söylemişlerdir. Böylece bu konuda ileri sürülen iddiaya yedi şekilde cevap verildiğini görüyoruz.

Birincisi:

"İman" sözünün dilde tasdik anlamına geldiğini tartışmalı kabul ederek onun tasdik değil, aksine ikrar ve başka şeyler anlamında olduğunu belirtir.

Kadı Ebu Bekir'i: "Bütün bu dili konuşanların Kur'an'ın nüzulünden önce imanın tasdik demek olduğu konusunda icmada bulunduğu şeklindeki sözüne şöyle cevap verilir: Böyle bir icmaın varlığını kim nakletmiştir ve böyle bir icma nereden bilinmektedir. Bu icmadan hangi kitapta sözedilmiştir?

İkinci olarak ona şöyle denilir:

Sen "dili konuşanlar" ifadesi ile bu dili bize nakleden Ebû Amr, Esmaî ve Halil gibi kimseleri mi kastediyorsun, yoksa konuşurken bu dili kullanan kimseleri mi kastediyorsun? Eğer birinci kesimi kastediyorsan, bunlar İslâm'dan önceki her şeyi isnat ile nakletmemektedirler. Bunlar sadece kendi dönemlerinde araplardan işittiklerini ve yine divanlarda işittikleri ile buna benzer isnatla işittikleri şeyleri naklederler. Onların naklettikleri şeyler arasında -üzerinde icma etmiş olmaları şöyle dursun-iman kelimesi bile yoktur. Bu dili konuşanlardan amacın, İslâm'dan önce bu dili kullananlar ise, biz bu gibi kimseleri görmedik, bilmiyoruz, hiç kimse de bize onlardan böyle bir şey aktarmamıştır.

Üçüncü olarak:

Bütün bunların, imanın dilde tasdik anlamına geldiğini söyledikleri bilinmemektedir. Bir veya iki kişinin bunu söylediğini varsaysak bile, buna icma demek mümkün değildir.

Dördüncü olarak şöyle denilir:

Sözünü ettiğimiz dilciler, araplardan bu lafzın manası şudur, diye nakletmezler. Onlar sadece araplardan işitilmiş olan sözleri ve bu sözden şunun şunun anlaşıldığını naklederler. Buna göre onların, araplardan birtakım sözler nakledip bunlar arasında da iman tasdik demek olduğu anlaşıldığı kabul edilecek olursa bu hiçbir zaman bütün müslümanların Peygamber (s.a.v)'den Kur'an-ı Kerîm'i nakletmelerinden daha ileri derecede nakil olamaz. Bununla birlikte bazıları hiç de kastedilmedik bir mananın kastedildiğini zannetmekte ise bu gibi kimselerin araplardan yaptıkları nakillere dair zanlarına öncelik tanımak gerekir.

Beşincisi:

Bu nakilcilerin bunu söyledikleri kabul edilse bile, bunlar ahad kimselerdir ve onların nakilleriyle tevatür sabit olmaz. Tevatürün şartlarından biri, başının, ortasının ve sonunun ahad olmaması, eşit olmasıdır. Peki Kur'an-ı Kerîm'in nüzulünden önce bütün araplardan geldiği kabul edilen ve onların "tasdik" dışında imanın bir manaya geldiğini bilmediklerini ortaya koyan ve varolduğu ileri sürülen tevatür nerededir?

Denilse ki: Sizin bu açıklamalarınız Kur'an-ı Kerîm'in nüzulünden önceki dili bilmeyi olumsuz olarak tenkid etmektir. Şöyle cevap verilir:

Varsın böyle olsun. Bizim Allah Rasûlünün Kur'an-ı Kerîm'i açıklaması ile birlikte artık Kur'an'ın nüzulundan önceki dili bilmeye ihtiyacımız kalmamıştır. Kur'an ise Kureyş lehçesi ile nazil olmuştur. Ona muhatap olanlar araplardı. Bu muhataplar ashab idi. Daha sonra ashab Kur'an'ın söz ve anlamını tabiine bildirdiler ve nihayet bize kadar böylece ulaştı. Dolayısıyla artık bizim için Kur'an'ın tevatür şekli dışında bir yolla bu dilin tevatür derecesine ulaşmasına ihtiyacımız kalmamıştır. Fakat Kur'an-ı Kerim söz ve anlam bakımından tevatür ettiğinden dolayı, onların diliyle nazil olduğunu da bilmiş oluyoruz. Aynı şekilde onların dillerinde gök, yer, gece, gündüz, güneş, ay gibi kelimelerin Kur'an-ı Kerîm'deki kelimelerle aynı anlamlarda kullanıldığını da öğrenmiş oluyoruz.

Diğer taraftan bizler, eğer bu Kur'an-ı Kerîm'in dışında kalan kelimelerin tek tek mütevatir olarak nakledilmesini öngörecek olursak, bütün kelimeler için böyle bir şeyi elde etmemize imkân kalmaz, özellikle bütün arapların bu kelimeyle şu anlamı kasdettiklerini ortaya koymak istersek, buna imkân yoktur. Böyle bir şeyi bilmek mümkün değildir. Kur'an'ın anlamlarını bilmek ise, bütün bunlardan herhangi birisini bilmeye bağlı değildir. Aksine ashab-ı kiram, Kur'an'ın anlamlarını tebliğ ettikleri gibi sözlerini de tebliğ etmişlerdir. Bir grup kimsenin arapça olmayan bir söz işittiklerini ve kendi dillerinde ne manaya geldiğini bize tercüme ettiklerini kabul edecek olursak ayrıca bizim onların öncelikle muhatap alındıkları dili bilmemize ihtiyacımız kalmaz.

Altıncı cevap:

Kadı Ebû Bekir haklarındaki iddiasında arap dilinden bir delil getirmemektedir. Aksine Kur'an'ın dışında insanların söyledikleri: Filan kişi şefaata iman eder, filan cennet ve cehenneme iman eder, filan kişi kabir azabına iman eder, filan kişi de bunlara iman etmez gibi sözleri delil göstermeye çalışmıştır. Bilindiği gibi bunlar Kur'an-ı Kerîm'in nüzulundan önce araplar tarafından kullanılan kelimeler değildir. Bu gibi ifadeler ashab döneminden sonra kullanılmaya başladı, insanlar arasında bir kısım bid'at ehli türeyip şefaati ve kabir azabını yalanlamaya başlayınca ve bu sözleriyle tıpkı:

"Filan kişi cennet ve cehenneme iman eder, filan kişi de iman etmez" sözleriyle maksatları ne ise, bu da benzeri bir anlam ifade eder. Bunu söyleyen kimse kalben tasdik etmeyi amaçlasa bile, sadece bunu anlatmak istemiyor, aksine onun maksadı hem kalben ve hem dille tasdiki ifade etmektir. Çünkü bu konunun bilinmesinde kalbin tasdikinin, dilin tasdiki onu desteklemediği sürece, bilinmesine imkân yoktur.

Yedinci cevapta şöyle denilir:

Böyle bir şey söyleyenin amacı, umulan ve korkulan şeyleri, onlardan korkmaksızın ve onları ummaksızın tasdik etmek olamaz. Aksine böyle bir kimse kabir azabını tasdik ediyorsa, ondan korkar. Şefaati tasdik ediyorsa, onu da ümit eder. Yoksa kabirde azab göreceğini kabul ettiği halde, kalbinde hiçbir şekilde bunun korkusunu duymuyorsa, ona kabir azabına iman ediyor denmez. Nitekim cenneti ummadıkça ve cehennemden de korkmadıkça -bunun hak olduğunu bilmekle birlikte tamamıyla ondan yüz çeviren kimse bir tarafa- o kişi hakkında cennet ve cehenneme iman ediyor denilemez.

Nitekim iblis için de Allah'a iman ettiği söylenilemez. Allah'ın varlığını ve rububiyetini tasdik etmekle birlikte bu böyledir.

Fir'avn'a da mü'min denilmez. Hz. Musa'yı peygamber olarak gönderenin, onun üzerine ayetleri (mucizeleri) indirenin Allah olduğunu bilmesi durumu değiştirmez. Dilleriyle bu ayetleri inkâr etmekle birlikte kalblerinde onlar bu ayetlere kesin olarak inanıyorlardı.

Yahudilere de Kur'an'a ve Hz. Peygamber'e -onun hak olduğunu, tıpkı kendi çocuklarını bilircesine bilmekle birlikte- iman ediyorlar denilmez.

Korkulması ve umulması, sevilmesi ve tazim edilmesi gereken bir şeyin varolmasıyla birlikte kişi onu sevmiyor, tazim etmiyor, ondan korkmuyor ve ummuyor hatta onu reddediyor, diliyle yalanlıyorsa, arap dilinde böyle bir kimseye mü'min denildiğini ortaya koyacak hiçbir ifade yoktur. Hatta bu kişi kalbiyle bilmekle birlikte, diliyle onu yalanlayacak olsa, böylesine bile onu tasdik ediyor demezler. Eğer onun gereği olanın aksini yapmakla birlikte o şeyi tasdik ediyorsa, yine o şeye inandığından söz etmezler. Arap dilinde onların bu iddialarına delil teşkil edecek tek bir kanıt dahi bulunmamaktadır.

Kadı'nın Yüce Allah'ın:

"Sen bize iman edici değilsin" (Yusuf, 17) buyruğunu delil göstermesine gelince, biz bu ayet-i kerîme hakkında başka yerlerde açıklamalarda bulunduk. Böyle bir delillendirme Kur'an ile yapılmaktadır. Bununla birlikte ayet-i kerîmede tasdik eden kimsenin, mü'min kimse ile eş anlamlı olduğuna işaret edecek bir taraf yoktur. Bu mananın iki lafızdan birisiyle sahih olması ötekinin eş anlamlısı olduğunun delili değildir. Nitekim biz bunu ilgili yerinde de açıklamış bulunuyoruz.

Sekizinci cevap:

Kadı Ebû Bekir'in, araplar dilde bundan başka bir "iman" bilmemektedirler, sözlerine gelince, acaba o tamamıyla kuşatılmasına imkân bulunmadığı halde böyle bir nefyi nasıl yapabiliyor? Bu olsa olsa herhangi bir bilgiye dayanmadan ileri sürülmüş bir iddiadır.

Dokuzuncu cevap: Bazı kimseler iman kelimesinin asıl itibariyle -ileride görüşleri de Allah'ın izniyle açıklanacağı gibi- ﺍﻷﻣﻦ kelimesinden alındığını söylerler. Onlar dilde iman kelimesini bu manadan başka manada da nakletmişlerdir. Nitekim Şeyh Ebu'l-Beyan bir görüşünde de bunu böylece söylemiştir. (Yazma nüshada silik bir bölüm)

Onuncu cevap:

İmanın sözlük anlamının tasdik demek olduğu kabul edilse bile, bilindiği gibi iman her şeyi tasdik etmek demek değildir. Aksine özel ve belli bir şeyi tasdik etmek demektir ki, bu da Rasûllullah (s.a.v)'ın haber verdiği şeydir. Buna göre iman, şâriin sözünde, konuşmada kullanılan iman kelimesinden daha özel bir anlam ifade eder. Bilindiği gibi özel anlam ifade eden "hâs" ile birlikte bütün genel kelimelerde bulunmayan birtakım kayıtlar daha bulunur. Mesela türlerden birisi olan insan alınıp genel bir söz olan "hayvan" kullanılacak olursa, bu insanda hem genel anlam, hem de kendine özgü bir anlam bulunur. Bu iki anlamı kendisinde toplayan ise, genel anlamın kendisini ifade etmez. Buna göre iman anlamına gelen "tasdik" in en aşağı seviyesi, genel tasdikten bir tür olmasıdır. Dilde bir değişiklik ve bir değiştirme yapmaksızın, hem genelde, hem özelde ona tam anlamıyla mutabık olması söz konusu değildir. Aksine şâriin dilinde iman -tıpkı hem "hayvan", hem de "konuşma" olmakla nitelendirilen insanda olduğu gibi- hem genel, hem de özel anlamlardan meydana gelen bir manadır.

Onbirinci cevap:

İman kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de müfesser (lafzın kendisinden veya başkasından ne kastettiği anlaşılan buyruk) olmaksızın mutlak olarak zikredilmiş değildir. Aksine Kur'an-ı Kerîm'de iman sözcüğü ya kayıtlı veya mutlak ve müfesserdir. Kayıtlı (mukayyed) olan için örnek, Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır:

"Onlar gayba iman ederler" (Bakara, 3)

"Musa'ya kavminin gençlerinden başka iman eden olmadı" (Yunus. 83)

Şu buyruklar da mutlak ve müfesser kullanılışına örnektir:

"Mü'minler ancak Allah anıldığı zaman kalpleri titreyenlerdir" (Enfal, 2)

"Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlüne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir" (Hucurât,15)

Şu buyruğu da örnek verebiliriz:

"Hayır! Rabbin hakkı için onlar aralarında anlaşmazlık konusu olan işlerde seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar." (Nisa,65)

Buna benzer daha birçok ayet-i kerime Kur'an-ı Kerîm'de mutlak olarak zikredilen her "iman" kelimesinde, kişinin mü'min olmasının ancak tasdik ile birlikte amel ile olacağını açıklamaktadır. Kur'an-ı Kerîm'de iman ile tasdikin yanında, mutlaka amelin de bulunacağı ifade edilmiştir. Nitekim namaz, zekât, oruç ve hac kelimelerinde de benzeri şeyler zikredilmiştir. Eğer: Bu isimler bakidir, fakat müsemmaya isimde değil, hükümde birtakım ameller eklenmiştir -Kadı Ebû Ya'la ve başkalarının söylediği gibidir- denilecek olursa, şöyle cevap verilir:

Eğer bu doğruysa, onun benzeri iman hakkında da söylenir. Onlardan birisine böyle bir soru sorulmuş, fakat doğru bir cevap verememiştir. Hatta Kur'an-ı Kerîm'de bu gibi şeylerin zikredilmediğini iddia etmiştir. Oysa durum böyle değildir, aksine Kur'an ve Sünnet, kişinin iman hükmünün tasdik ile birlikte iman etmesi halinde ancak gerçekleşeceğine işaret edecek buyruklarla dolup taşmaktadır. Bu husus Kur'an-ı Kerîm'de, namaz ve zekâtın ihtiva ettiği manadan çok daha fazla ve yaygındır.

Çünkü namaz ve zekâtı sünnet açıklamış, yorumlamıştır, imanı ise hangi manaya geldiğini Kitap, Sünnet ve selefin icmaı açıklamıştır.

Onikinci cevap:

Denilse ki: Şâri insanlara arap dili ile hitap etmiştir. Araplara da bilinen dilleriyle hitap etmiştir. Onların örfü ise, ismin hem mutlak ve hem de genel olarak kullanıldığı şeklinde cereyan etmiştir. Daha sonra onun üzerine anlamını tahsis eden bir kayıt sokulabilir. Nitekim, "hakime, valiye, emire gitti" denilirken (isimlerin başına elif-lâm getirilmek suretiyle) onların tanınmaları ile birlikte "lâm"ın da kendisine işaret ettiği ve bildikleri belirli bir kişiyi kastederler. Bu isim ise sözlükte bir cins isimdir. Özel olarak belli bir kişiye işaret etmez. Bunun örnekleri de pek çoktur, işte iman, namaz ve oruç kelimeleri de böyledir. O, onlara hitab ederken bu isimleri tarif "lâm"ıyla birlikte kullanmıştır. Bundan önce ise onlara imandan maksadın, nitelikleri şunlar şunlar olan kimselerin özellikleri olduğunu bildirmiştir. Yine şu ve şu niteliklere sahip duanın namaz olduğunu belirtmiştir. Arap dilinde "tasdik" kelimesinin varolduğunu kabul ettiğimize göre, bizim sırf kalbin tasdiki bir tarafa, kalbin ve dilin tasdiki ile yetinmediğimiz de açıklanmış olur. Aksine bu tasdikin gereği olarak belli bir amelin yapılması da kaçınılmazlık arzeder. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlüne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir..." (Hucurât 15)

"Mü'minler ancak Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir." (Enfâl, 2)

Hz. Peygamberin de:

"Şöyle şöyle olmadıkça iman etmiş olmazsınız" şeklindeki buyrukları pek çoktur.

Yüce Allah'ın şu buyruğunda da aynı şeyi görüyoruz:

"Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun Allah ve Rasulü ile sınır mücadelesi yapanlara...sevgi beslediklerini göremezsin." (Mücadele, 22)

"Eğer Allah'a, peygamberine ve ona indirilene iman ediyor olsalardı, onları veli edinmezlerdi." (Maide, 81)

Kitap ve sünnette bunun benzerleri pek çoktur. Rasûllullah (s.a.v)'ın şu buyruklarında da olduğu gibi:

"Zani, zina ettiğinde mü'min olarak zina etmez." (Buhârî, Mezâlim, 30, Eşribe, 1, Hudud, 1;Müslim, İman, 100, Nesâî, Sârik, 1, Eşribe, 42)

"Sizden hiç biriniz, komşusu şerrinden yana emin olmadıkça iman etmiş omaz" (Buhârî, Edeb, 29; Müslim, İman, 73) ve buna benzer buyruklar...

İşte böylelikle onlara kişinin ancak kendisi ile mü'min olabileceği tasdikin ne olduğunu da açıklamış bulunmaktadır. O da böyle bir şekilde olan tasdiktir. Bu tasdik türü ise Kur'an-ı Kerîm ve sünnette bu şekilde açıklanırken, dilde ne bir değişiklik, ne de bir nakil yapılmıştır.

Onüçüncü cevapta şöyle denilir:

Burada nakil de vardır tağyir de. Kadı'nın: "Böyle bir şey olsaydı, bu tevatür derecesinde bize ulaşırdı" sözüne karşılık olarak, "Evet tevatür vardır" deriz. Nitekim onun namaz, zekât, oruç ve hac ile bilinen manalar kastettiği tevatüren bize kadar ulaşmıştır, iman ile Kitab'ın, Sünnet'in ve Rasûlünün açıkladığı şekilde ancak kişinin kendisi ile mü'min olabileceği şeyleri kastettiği de açıklanmış bulunmaktadır. Yüce Allah'ın:

"Mü'minler ancak..." (Hucurât, 15) buyruğunda görüldüğü gibi.

Bu ise Kur'an-ı Kerîm'de de, sünnette de mütevatir olarak bize gelmiştir. Yine farzları eda etmedikçe hiçbir kimse hakkında iman hükmünün verilemeyeceği de tevatüren bize gelmiştir. Yine ondan tevatür yoluyla bize ulaştığına göre, o bize şunu haber vermiştir:

Kim mü'min olarak ölürse cennete girer ve âzab edilmez. Fâsıklar ise buna hak kazanamazlar, aksine onlar azabla karşı karşıya kalırlar. Yine ondan imanın ismi ve hükümleri konusunda tevatür yoluyla gelen hususlar, başkası hakkında gelebilmiş değildir. Peki bundan daha beliğ daha ileri derecede tevatür olabilir mi? Hiçbir kimse Rasûllullah (s.a.v)tan bununla çelişebilecek bir nakil yapmak imkânına sahip değildir. Fakat Rasûllullah (s.a.v) bize şunu bildirmiştir:

Kendisinde azıcık iman bulunan kimse cehennemden çıkartılacaktır. Fakat mü'min oraya girecektir demediği gibi, fâsıklar da mü'mindir dememiştir. Ancak bazı yerlerde onları iman isminin kapsamı arasına sokmuştur. Nitekim münafıkları da birtakım kayıtlarla birlikte iman isminin kapsamına sokmuştur. Sahiplerine cenneti vadettiği mutlak isme gelince bunun kapsamına ne bunları ne de ötekileri sokmuştur.

Ondördüncü cevap:

Kadı Ebû Bekir der ki:

-Kur'an-ı Kerîm'in arapça olduğunu ortaya koyan ayetlerin- zahirlerini bırakmayı gerektirecek herhangi bir sebep yoktur, sözüne gelince, ona şöyle denilir:

Mü'minin kimliğini açıklayan ve amel etmeyen kimseden iman adını uzaklaştıran ayet-i kerîmeler sözünü ettiğiniz bu ayetlerden daha açık ve daha fazladır. Diğer taraftan bu ayet-i kerîmeler Kur'an-ı Kerîm'in arapça bir kitap olduğuna işaret etse bile, bizim sözkonusu ettiğimiz hususlar da onu arapça bir Kur'an olmaktan çıkartmaz. Bu bakımdan onlara namaz, hac ve benzeri kelimelerle hitab ettiğinde bu arapça değildir, demediler. Hatta onlara "münafıklar" ismini de kullanarak hitabda bulunmuştur. Dilciler şunu kaydetmişlerdir ki, bu isim cahiliye döneminde tanınan ve bilinen bir isim değildi. Bunun arapça olmadığını da söylemediler. Çünkü "münafık" kelimesi bir çıkış yeri olan tünel hakkında kullanılır. Kelime onların dilinden türediğine ve arapların dillerindeki adetleri üzere, konuşan bu kellimeyle tasarrufta bulunduğuna göre, bu da onu arapça bir kitap olmaktan çıkartmaz.

Onbeşinci cevap:

Eğer bu kelimelerin arapça olmadığını farzedecek olursak bu kelimelerin genelliğini özelleştirmek, iman kelimesini kitabın, sünnetin ve selefin icmaının işaret ittiği anlamın dışına çıkartmak daha büyük bir şey değildir. Çünkü Allah'ın ve Rasûlünün sevmediği, Allah'tan korkmayan, Allah'tan sakınıp takva sahibi olmayan, farzlardan hiçbir şeyi yapmayan, haramlardan da hiçbir şeyi terketmeyen kimseden imanı nefyeden naslar oldukça çok açıktır. Eğer bir ayet-i kerîmenin bunlarla çeliştiği farzedilecek olursa, genel ve miktar olarak az olan bir kelimenin özel bir anlama işaret edecek şekilde kullanılması pek çok ve sarih olan nasları reddetmekten daha uygundur.

Onaltıncı cevap:

Bu gibi kimseler genel kelimeler konusunda birşey söylemez, bu kelimelerin genel olduğunu açıklamazlar.

Selef ise şöyle der:

Resul bizlere imanın anlamlarını belirtmiş ve açıklamıştır. Bu sözle neyi kasdettiğini de bizlere öğretmiştir. Ve biz bunu zorunlu bir bilgi olarak bilecek durumdayız. Aynı şekilde onun muradından zorunlu olarak şunu bildik ki:

Gücü yettiği halde diliyle imanı ifade etmez, namaz kılmaz, oruç tutmaz, Allah'ı ve Rasûlünü sevmez, Allah'tan korkmazsa, aksine Allah'ın Rasûlüne kin besler, ona düşmanlık eder, onunla savaşırsa, böyle bir kimseye mü'min denilemeyeceğini kabul etse bile, bu durumda oldukça mü'min olamayacağını öğrenmiş bulunuyoruz.

Aynı şekilde o bize şunu da öğretmiştir:

Müşriklerden ve Hz. Peygamber'in Allah'ın rasulü olduğunu bilen kitap ehlinden olup ona karşı bu şekilde davranan kâfirler, ona göre mü'min değil, kâfir idiler. Bu bizim tarafımızdan zorunlu olarak bilinen bir husustur. Bu konudaki bizim zorunlu bilgimiz Kur'an-ı Kerîm'in tümünde arapça olmayan bir kelime yoktur şeklindeki bilgimizden daha fazla ve daha ileri bir boyuttadır. Eğer bu konuda bir çelişki olduğu kabul edilecek olursa, böyle bir zorunlu bilginin öne alınması öncelik taşır.

Eğer, Rasûlün tekfir ettiği kişinin kalbinde tasdikin de olmadığı bilinir diyecek olurlarsa, şöyle cevap verilir:

Bu bir inatlaşmadır. Eğer onlar bu sözleriyle şüphe ve tereddüt içerisinde olduklarını kastediyor iseler ve eğer beraberinde amel bulunmayan tasdik kastediliyorsa, bu sanki yokmuş gibi eksiktir demek istiyorlarsa, bu doğrudur.

Diğer taraftan imanın mücerred olarak kalbin tasdiki ve ilmi olduğunun doğru olması şartıyla, bu da doğru olur. ötekisi ise ancak -birilerinin de bu olduğu- sözünü ettiğimiz öncüllerin kabulünden sonra doğru olur. Buna göre sahibinin kâfir olması ile birlikte iddia sabit olmaz.

Diğer taraftan şu cevap da verilir: Biz zorunlu olarak şunu biliyoruz:

Yahudiler ve başkaları Hz. Muhammed'in Allah'ın rasülü olduğunu biliyorlardı. Buna rağmen onların kâfir olduklarına hüküm veriliyordu. Onun dininden zorunlu olarak öğrendiğimize göre, bir kişi kalbten Hz. Peygamber'in nübüvvetini tasdik etmekle birlikte, onu sevecek, saygı duyacak ve getirdiği hükümlere teslim olacak şekilde amel etmiyorsa kâfirdir.

Onlara karşı ileri sürülecek hususlardan birisi de budur:

Sözünü ettiğimiz bu husus doğruysa, bu sizden çok Mürcie'nin görüşüne delildir. Hatta Kerramiye'nin görüşüne bile daha çok delil teşkil eder. Çünkü iman, sizin belirttiğiniz gibi, tasdikten ibaret olsaydı, tasdik söz türlerinden bir türdür, konuşma ve söz söyleme lafızlarının ve benzerlerinin mana ve lafız hakkında kullanılması, hatta belli bir anlama işaret eden bir lafızın kullanılması, dilde lafızdan mücerred bir mana hakkında kullanılmasından daha bir yaygındır. Hatta söz adının ve haber yahut tasdik ve yalanlamak, emir ve nehiy gibi türlerinin onunla birlikte herhangi bir ibare, bir işaret veya başka bir şey bulunmaksızın mücerred anlam hakkında mutlak olarak kullanılması söz konusu değildir. Yalnızca mukayyed olarak kullanılabilir.