HUŞU' İle Yapılan İbadet

Huşu, iki anlamı içerir;

Birincisi alçakgönüllülük ve zillet,

İkincisi de sükun ve güvendir. Bu ise katılığa aykırı olan kalp yumuşaklığını gerektirir.

Kalbin huşu duyması Yüce Allah'a kulluğu ve yine ona karşı huzur ve güvenceyi de içerir.

Bundan dolayı namazda huşu, hem bu özelliği hem de ötekini içermelidir. Yani namazda, hem alçakgönüllülük, hem de sükun bulunmalıdır.

İbn Abbas Yüce Allah'ın:

"Onlar namazlarında huşu duyanlardır." buyruğu hakkında, "Zelil olarak boyun eğenlerdir" derken;

Hasan ve Katâde'den "korkanlardır",

Mukatil'den "mütevazi olanlardır" şeklinde açıklama yaptıkları rivayet edilmiştir.

Ali (r.a) de şöyle demiştir:

"Huşu kalbtedir. Müslüman kişiye yumuşak davranman, sağa ve sola da bakmamandır."

Mücahid der ki:

"Huşu önüne bakman ve alçakgönüllü davranmandır."

İlim adamı olan birisi namaza kalktığında çevresine dikkatlice bakmaktan, ya da içinden dünya ile ilgili herhangi bir şey geçirmekten dolayı Rahman olan Allah'tan korkardı.

Amr b. Dinar şöyle der:

Huşu rüku ve secde değil, sükundur ve namazda güzel bir durum içinde olmayı sevmektir.

İbn Sîrin ve başkaları da şöyle der:

Peygamber (s.a.v) ile ashabı, önceleri namaz esnasında semaya gözlerini diker, sağa ve sola bakarlardı. Fakat şu:

"Mü'minler felah bulmuştur. Onlar namazlarında huşu duyanlardır" (Mü'minun, 1-2) ayeti nazil olunca, artık secde ettikleri yere bakmaya başladılar. Bundan sonra, onlardan herhangi bir kimsenin yerden başka bir tarafa baktığı görülmedi.

Atâ'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Huşu, namazdayken bedenin herhangi bir tarafıyla oynamamandır. Peygamber (s.a.v) namaz kılarken sakalı ile oynayan birisini görünce şöyle buyurdu:

"Bu adamın kalbi huşu duysaydı, organları da huşu duyardı." (Alusi, tefsirinde aynı ayeti açıklarken, Hakim et-Tirmizî tarafından Nevâdiru'l-usul'de zayıf bir senetle rivayet edildiğini kaydetmektedir.)

Huşu, -Allah'ın izni ile- bir başka yerde genişçe açıklanacaktır.

Eğer kişi olduğundan başka görünen riyakâr bir kişi değilse, bedenin hususu da kalbin hususuna bağlıdır.

Nitekim şöyle rivayet edilmiştir:

"Huşû'da nifak içinde olmaktan Allah'a sığınınız." (Kaynağını tesbit edemedik.)

Huşû'da nifak huşûdan eser olmadığı ve başka şeylerle oyalandığı halde, başkalarına vücudunun huşu içerisinde olduğunu gösterecek şekilde davranmaktır.

Şanı Yüce Allah şu buyruğu ile, mü'minlerin huşu duymak için acele etmeleri gerektiğini bildirmiştir:

"İman edenlerin kalplerinin Allah'in zikrine ve haktan inene huşu duyma zamanı gelmedi mi..." (Hadid, 16)

Bununla Yüce Allah, kendisini anmaya ve indirdiği ayetler karşısında kalplerinin huşu duymaya çağırmış ve uzun zaman geçtikten sonra kalbleri katılaşan kimseler gibi olmaktan nehyetmiştir.

İşte Allah'ın adı zikredildiği zaman korkusundan dolayı kalbleri titreyen ve kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğunda imanları artan kimseler bunlardır.

Nitekim Yüce Allah bir başka ayet-i kerîmede şöyle buyurmuştur:

"Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer, ikişerli bir kitap halinde indirdi. Rablerinden korkanların, ondan derileri ürperir. Sonra derileri ve kalpleri Allah'ın zikriyle yumuşar" (Zümer, 23).

Rablerinden korkanlar (haşyet duyanlar), Allah'ın adı anıldığı zaman kalpleri titreyen kimselerdir.

Eğer Allah'ın zikrinden ve indirdiği ayetlerden dolayı kalbin huşu duyması farzdır denilecek olursa, buna katılırız. Ancak insanlar bu bakımdan iki bölümdür:

Kimisi orta yoldadır ve kimisi de ileri gidenlerdendir.

Sabık, yani önde gidenler, müstehap olan şeylere de özel olarak dikkat ederler.

Muktesit, yani orta yolu tutanlar ise cennete layık olan mü'minlerin genelidir.

Bu iki gruptan birisine giremeyen kimseler ise, kendisine zulmedenlerdir. Sahih hadiste peygamber (a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Allah'ım! Fayda vermeyen ilimden, huşu duymayan kalbten, doymayan nefisten ve kabul edilmeyen duadan sana sığınırım." (Müslim, Zikr, 73; Ebû Dâvûd, Vitr, 32; Tirmizî, Deavât, 68; Nesaî, İstiaze, 2, 13, 18; Tirmizî, Dua, 2)

Huşûa aykırı olan kalbin kasveti (katılığı)ni Yüce Allah bir başka yerde şöyle belirtmiştir:

"Bundan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Katılıkta taş gibi, hatta taştan da daha kasvetli oldu." (Bakara, 74)

Zeccac der ki: Sözlükte "kasvet", sertleşmek, kabalaşmak, kurumak ve nasır bağlamak anlamlarına gelir. Kalbin kasveti ise, ondan yumuşaklığın, rahmetin, merhametin ve huşunun gitmesidir. Kasi ve asi, alabildiğine sert ve katı demektir,

İbn Kuteybe der ki:

Kalbin kasveti, kuruması demektir, övgüye değer olan kalbin kuvveti ise, yerilmiş olan kasvetten farklı bir şeydir. Çünkü kalbin kabalık olmaksızın güçlü ve zayıflık olmaksızın yumuşak olması gerekir.

Eserde şöyle denilmektedir:

"Kalpler, Allah'ın yeryüzündeki kaplarıdır. Allah'ın en çok sevdiği kalbler ise, en salabetli, en ince ve en arı olanlarıdır."

Bu da el gibidir. Çünkü el, hem güçlü, hem de yumuşaktır. Katı ve sert olan ayak topuğundan farklıdır. Orada ne kuruluk ne de yumuşaklık vardır. Güçlü olsa bile, bu böyledir.

Yüce Allah ise daha önce işaret edilen ayet-i kerîmede zikrinden dolayı kalblerin korkup titremesini, arkasından da Allah'ın kitabının okunması sonucunda, imanın hem ilim, hem de amel bakımından artışını zikretmiştir.

Diğer taraftan mü'minin, güç yetiremediği konularda Allah'a tevekkül etmesi kaçınılmazdır. Gücü yeten hususlarda da Allah'a itaat etmelidir. Bunun aslı ise namaz ve zekâttır. Bu beş konuyu emrolunduğu gibi yerine getiren kimsenin diğer görevleri (farzları) de yerine getirmesi gerekir.

Hatta namaz, emrolunduğu gibi yerine getirilecek olursa, her türlü ahlaksızlık ve kötülüklerden alıkoyar.

Nitekim İbn Abbas ve İbn Mes'ud'dan şöyle rivayet edilmiştir:

Namaz Allah'a isyanı gerektiren işlerden alıkoyar ve uzak tutar. Bir kimsenin kıldığı namaz kendisini ahlaksızlık ve kötülüklerden alıkoymuyorsa, bu namaz sadece onu Allah'tan uzaklaştırmış olur. Burada "Allah'tan uzaklaştırmış olur" ifadesi, eğer yerine getirilmesi farz olan namazın yerine getirmediği kısmı, yaptıklarından daha fazla olursa söz konusudur. işte onun ihmal ettiği ve çoğunluğu teşkil eden farzlar, yerine getirdiği az farzların yakınlaştırmasından daha çok onu Allah'tan uzaklaştırır. Bu da Sahih'te yer alan Peygamber (a.s)'in şu buyruğuna benzemektedir:

"O, münafığın namazıdır... O, münafığın namazıdır... O, münafığın namazıdır... Güneşi gözetleyip durur. Nihayet şeytanın iki boynuzu arasına gelince kalkar. Horozun gagalaması gibi dört rek'at kılıverir. Allah'ı da çok az anar." (Müslim, Mesâcid 195; Tirmizî, Salat, 6; Nesaî, Mevâkit, 9).

Yüce Allah da şöyle buyurmuştur:

"Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki o, onların hilelerini kendilerine çevirir. Namaza kalktıklarında tembelce kalkarlar, insanlara karşı gösteriş yaparlar ve Allah'ı pek az anarlar." (Nisa, 142)

Sünen'de Ammar'dan gelen rivayete göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Kişi namazını kılar, bitirirde, kıldığı namazdan ona sadece yarısı veya üçte biri yazılır."Ve "bunun onda biri yazılır" deyinceye kadar sürdürdü. (Ebû Dâvûd, Salât, 124'de "Kişi namazını bitirip ayrıldığı halde ona sadece namazın onda biri, dokuzda biri.... yarısı yazılmış olur." şeklinde takdim ve tehirle.)

İbn Abbas'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir:

Senin namazdan elde edeceğin şey, aklın ve bilincin yerinde olarak kıldığın kadarıdır. Her ne kadar ilim adamlarının çoğunluğuna göre namazı iade etmesi emredilmemiş ise de kıldığı farzın eksikliklerini tamamlayacak nafile namazlar kılması tavsiye edilmiştir. Bilindiği gibi namazı, içteki huşu ve görünürdeki davranışlarla koruyan ve emrolunduğu şekilde Allah'tan korkan bir kimse, farzları da yerine getirir ve büyük bir günah işlemez. Zina, hırsızlık ve içki gibi büyük günahları işleyen kimsenin kalbinden böyle bir haşyetin, huşûun ve nurun giderek eksilmesi -kalbinde tasdikin aslı kalmakla birlikte- kaçınılmaz bir şeydir, işte büyük günahın işlenmesi esnasında kişinin imanından çekilip alınan hususlar bunlardır. Nitekim Peygamber (a.s.) 'in şu buyruğunda bu husus dile getirilmektedir:

"Zani, zina ettiği zaman mü'min olarak zina etmez, hırsız da hırsızlık yaptığı zaman, mü'min olarak hırsızlık yapmaz..." (Buhârî, Mezâlim, 30; Eşribe, 1; Hudûd, 1; Müslim, İman, 100; Nesaî, Eşribe, 42)

Muttaki olanlar Yüce Allah'ın şu buyruğunda nitelendirdiği gibidir:

"Allah'tan korkanlar, kendilerine gelen vesvese dokunduğu zaman, şüphe yok ki iyice düşünürler. Bakarsın ki onlar, görüp bilmişlerdir." (Araf, 201)

Onların kalblerini şeytandan gelen bir vesvese çevreleyecek olursa, hemen hatırlarlar ve o takdirde basiretleri açılır.

Said b. Cübeyr der ki:

Bir kişi kızdıktan sonra Allah'ı hatırlar ve bundan dolayı da kızgınlığını dizginlerse, bu ayette sözü edilen kimseler gibi davranmış olur.

Leys, Mücahid'den şunu rivayet etmektedir:

Günah işlemeyi kararlaştırır fakat Allah'ı hatırlar ve onu terkeder.

Şehvet ve kızgınlık, kötülüklerin temel kaynağıdır. Kişinin basireti açılıp hakkı görünce bunlardan vazgeçer. Daha sonraki ayeti kerîmede Yüce Allah şöyle buyurmaktadır.

"(Şeytanların) kardeşlerine gelince (şeytanlar) onları sapıklığa sürüklerler, sonra yakalarını bırakmazlar." (A'raf, 202)

Yani şeytan, kendisiyle kardeş olanları sapıklıkta uzun boylu bırakır ve daha sonra da onlardan el çekmezler.

İbn Abbas der ki:

O zaman da insanlar, kötülükten vazgeçmedikleri gibi, şeytanlar da onları bırakmazlar. Buna göre kişinin basireti açılarak görür hale gelmezse, kalbi sapıklık içerisinde kalır. Şeytan da onu bu sapıklık içinde uzun boylu tutar. Kalbindeki tasdik yalanlamasa bile, bu böyledir. O nur, o basiret, o haşyet ve korku kalbinden çıkar. Bu şuna benzer:

İnsan gözlerini kapattığında, kör olmasa bile, hiçbir şey göremez. Kalb de böyledir. Günahların pası kalbi örtüp kapattığında -kâfirin körlüğü gibi, kör olmasa bile- hakkı göremez.

Eserlerde de böylece varid olmuştur: Ahmed B. Hanbel "iman" kitabında şöyle demektedir:

Bize Yahya Eş'as'dan, o Maşeriden, o da Peygamber (s.a.v)'den şöyle dediğini anlatmıştır:

"İman ondan çekilip alınır, tevbe ederse ona tekrar iade edilir."

Yine Ahmed b. Hanbel şöyle diyor:

Bize Yahya Avf'dan şöyle dediğini anlattı:

Hasan dedi ki:

"Böyle devam ettiği sürece iman ondan uzaklaşır. Geri dönerse, iman da ona geri döner."

Yine Ahmed diyor ki:

Bize Muaviye Ebû İshak'dan, o Evzai'den anlattı:

Evzaî dedi ki:

Ben Zühriye "zina eden, zina ettiğinde mü'min olarak zina etmez" hadisini zikrederken, bazılarının:

Eğer O mü'min değilse, peki nedir? dediklerini söyledim, o da bunu reddetti ve benim bu konuda soru sormamdan hoşlanmadı.

Ahmed dedi ki:

Bize Abdurrahman b. Mehdî anlattı. O Süfyan'dan, o İbrahim b. Muhacir'den, o Mücahid'den, o da İbn Abbas'tan kölelerine şöyle dediğini nakletti:

Sizden kim evlenmek isterse, onu evlendiririz. Çünkü sizden her kim zina ederse mutlaka Allah ondan iman nurunu çekip alır. O nuru geri vermek isterse verir, istemezse vermez.

Ebû Dâvud es-Sicistanî dedi ki:

Bize Abdulvahhab b. Necde anlattı:

Bize Bakıyye b. el-Velid anlattı:

Bize Safvan b. Amr anlattı:

O Abdullah b. Rabia el-Hadramî'den rivayetine göre Ebû Hadra şöyle derdi:

"iman sizin herhangi birinizin giydiği elbiseye benzer, kimi zaman onu giyinir, kimi zaman çıkartır."

Aynı şekilde bunu, isnadını da kaydederek Hz. Ömer'den de rivayet etmiştir. Hasen'den o da Peygamber (s.a.v)'den mürsel olarak rivayet etmiştir. Ebû Hureyre'nin hadisinde Peygamber (s.a.v)'e yükseltilerek şu ifade de yer almaktadır:

"Zina eden kişi, zina ettiğinde iman ondan çıkar ve bir gölge gibi olur. O işten uzaklaştı mı iman ona geri döner." (Ebû Dâvûd, Sünne, 15, Tirmizî, İman, 11)

Allah'ın izniyle bu husus bir başka yerde açıklanacaktır.