İsimlerin türleri

Bilinmesi gereken hususlardan birisi de şudur:

Kur'an-ı Kerîm ve Hadis-i şerifte bulunan lâfızların tefsiri ve onlarla neyin kastedildiği eğer Peygamber (s.a.v)'den gelen bir yolla bilinebilirse, bu konuda dil bilginlerinin veya başkalarının sözlerine göre akıl yürütmeye gerek kalmaz. Bu bakımdan fukaha şöyle demişlerdir:

İsimler üç türlüdür. Bunlardan:

1 - Birisinin tanımı şeriatla bilinir, namaz ve zekat gibi.

2 - Bir diğer türünün tanımı dille bilinir, güneş ve ay gibi.

3 - Bir başka türün tanımı da örf yoluyla bilinir, "kabzetmek" lafzı gibi. Kur'an-ı Kerîm'de geçen:

"Onlarla maruf bir şekilde geçinin" (Nisa, 19) buyruğunda yer alan "ma'ruf" gibi kelimeler böyledir.

Rivayet edildiğine göre İbn Abbas şöyle demiştir:

Kur'an-ı Kerîm'in tefsiri dört şekilde olur:

1 - Birincisine göre, araplar, bunun anlamını kendi dillerinden bilirler,

2 - İkinci tefsir şeklini bilmemek konusunda hiçbir kimse mazur değildir.

3 - Bir diğer tefsir şeklini ilim adamları bilir.

4 - Dördüncü tefsiri ise Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Her kim onu bildiği iddiasında bulunursa, o kişi yalan söylemiş olur.

Buna göre namaz, zekât, oruç ve hac gibi isimlerin, Allah'ın ve Rasûlünün sözünde neyi anlatmak istediğini, Rasûlullah (s.a.v) açıklamıştır.

Hamr (şarap) gibi kelimeler de böyledir. Bunların anlamları böylece bilinir. Bir kimse bu isimleri Peygamber (s.a.v)'in açıkladığından başka bir şekilde açıklamak isterse, bu açıklaması kabul olunmaz.

Bu kelimenin köküne ve işaret şekline ilişkin açıklamalara gelince, bu beyan ilmi kapsamına ve hükümlerin illetlerini ortaya çıkarma konusu içine girer ki, bu da ilimden bir fazlalıktır. Kur'an-ı Kerîm lâfızlarının hikmetine ilişkin beyanla ilişkilidir. Fakat bu kelimelerden amacın ne olduğunu bilmek, bunları bilmeye bağlı değildir.

İman, İslâm, nifak ve küfür isimleri, bütün bunlar arasında en büyük olanlarıdır. Peygamber (s.a.v) bu lâfızlarla neyin kastedildiğini, ayrıca iştikak, arapların o kelimeyi kullanma şekillerine ilişkin örnekler ve benzeri şeylerle akıl yürütmeye gerek bırakmayacak kadar açık bir şekilde açıklamıştır. Bu bakımdan bu gibi isimlerin müsemmalarının ne olduğunu tesbit etmek için Allah'ın ve Rasûlünün açıklamasına başvurmak gerekir. Bu yeterlidir ve bu gibi isimlerin anlamları genel olarak havas tarafından da, avam tarafından da bilinebilmektedir.

Hatta Haricîlerin ve Mürcie'nin, imanın anlamı konusunda söyledikleri şeyler üzerinde düşünen herkes zorunlu olarak bu söylenen sözlerin Rasülün söylediklerine aykırı olduğunu bilir.

Aynı şekilde Allah'a ve Rasûlüne itaat etmenin, imanın tamam oluşundan ileri geldiği ve onun günah işleyen her kişiyi kâfir olarak kabul etmediğini de kesinlikle bilir. Ayrıca şunu da bilir ki, sözgelimi bir kavim Peygamber (s.a.v)'e:

"Bizler senin bize getirdiklerine kalblerimizle şüphesiz olarak iman ediyoruz. Dilimizle de iki şehadet kelimesini ikrar edip söylüyoruz. Ancak bizler emredip nehyettiğin hiçbir hususta sana itaat etmiyoruz. Namaz kılmıyoruz, oruç tutmuyoruz, haccetmiyoruz, konuşurken doğru söylemiyoruz, emaneti yerine getirmiyoruz, ahde vefa göstermiyoruz, akrabalık bağına riayet etmiyoruz, senin emrettiğin iyilik türünden ne varsa hiç birini yapmıyoruz. Diğer taraftan şarap içiyoruz, bizim için mahrem olan kadınlar ile açıktan açığa zina ediyoruz. Senin ümmetinden gücümüz yeten kimi bulursak öldürüyor, mallarını alıyoruz, hatta seni de öldürüyoruz. Senin düşmanlarınla birlik olup sana karşı da savaşıyoruz" deseler; acaba aklı başında olan bir kimse Peygamber (s.a.v) 'in böylelerine:

"Sizler yetkin bir imana sahip mü'minlersiniz, kıyamet gününde şefaatime lâyık olacak kimselersiniz, aranızdan hiç kimsenin cehenneme girmemesi umulur" diyebileceği düşünebilir mi? Böyle düşünmek yerine her müslüman zorunlu ve kesin olarak onun bu gibi kimselere şöyle diyeceğini bilir:

"Sizler insanlar arasında, getirdiğimi en ileri derecede inkâr eden kâfirlersiniz" sonra da bu tutumlarından vazgeçip tevbe etmeyecek olurlarsa, boyunlarını vurur.

Aynı şekilde her müsüman şunu bilir ki, Peygamber (s.a.v), içki içen, zina eden, suçsuzlara zina iftirası atan, hırsızlık yapan kimseleri, öldürülmeleri gereken mürtedler olarak kabul etmemiştir. Aksine Kur'an-ı Kerîm ve peygamberden gelen mütevatir nakiller bu gibi kimselerin İslâm'dan irtidat eden kimsenin cezasından ayrı ve farklı cezası olduğunu açıklamaktadır.

Nitekim Yüce Allah Kur'an-ı Kerîm'de zina iftirasında bulunan kimseyle zina edenin sopalanacağını, hırsızlık edenin elinin kesileceğini belirtmiştir. Ayrıca bu şekildeki uygulama, Peygamber (s.a.v) 'den de tevatüren nakledilmiştir. Eğer bunlar mürted olsalardı onları öldürürdü. Bu şekildeki her iki görüşün yanlışlığı Rasûlullah (s.a.v) 'in hükümleri arasında zorunlu ve kesin olarak bilinen hususlardandır.

Bid'at ehlinin bu konuda yanlışlıklara düşmesi onların böyle bir yoldan yüz çevirmeleri ve İslâm dininin doğru olduğunu zannettikleri birtakım öncülleri esas kabul ederek bu temel üzerinde kurmaya çalışmalarıdır.

Onlar bu yanlışlıkları ya lâfızların işaretinde, ya da akılla anlaşılabilir manalarda yaptılar. Allah'ın ve Rasülünün açıklaması üzerinde düşünmediler.

Allah'ın ve Rasûlünün açıkladığı şeylere aykırı olan bütün öncüller bir işaret (delâlet)tir.

Bundan dolayı İmam Ahmed, Rasûlullah'ın ashabın ve tabiinin açıklamasıyla istidlalde bulunmaksızın Kur'an-ı Kerîm'den zahiren anladığı şeylere tutunan kimselere cevap türünden bilinen risalesinde, bu konuda açıklamalarda bulunmuş, aynı şekilde Ebu Abdurrahman el-Cürcani'ye yazdığı risalesinde de Mürcie'nin görüşlerini red konusunda açıklamalarda bulunmuştur.

Bu, aynı zamanda müslümanların diğer imamların da izlediği yoldur. Eğer ulaşabilmişlerse Rasûlün açıklamasından asla uzaklaşmazlar.Onların izledikleri bu yoldan uzaklaşan herkes, içeriği Allah'a ve Rasûlüne karşı bilmediği veya gerçek olmayan şeyleri söylemek olan bid'atlere düşer. Bu ise Allah'ın ve Rasülünün haram kıldığı şeyler arasında yer alır.

Yüce Allah şeytan hakkında şöyle buyurmuştur:

"O size, ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder" (Bakara, 169)

Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın hükmü ile teminat alınmadı mı?" (A'raf, 169)

Bu şekilde bir yanlış tutum ise hadis-i şerifte hakkında:

"Kim, Kur'an-ı Kerîm hakkında sadece kendi görüşüne dayanarak söz söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın" (Tirmizî, Tefsir. 1; Dârimî, Mukaddime, 20) diye tehditte bulunulan görüşe dayanarak, Kur'an-ı Kerîm'in tefsir edilmesi türündendir.

Buna örnek verecek olursak, Mürcie Allah'ın ve Rasulü'nün kelâmını bilmek için izlenmesi gereken doğru yoldan sapınca, bu sefer iman, İslâm ve buna benzer isimlerin müsemmaları hakkında kendilerinin uydurdukları birtakım yollarla söz söylemeye koyuldular.

Mesela iman dilde, tasdik etmek demektir. Rasûlullah (s.a.v) da insanlara arap diliyle hitap etmiş ve bunu değiştirmemiştir. Dolayısıyla onun imandan kastı, tasdik olur. Arkasından şöyle dediler:

Tasdik ise, ancak kalb ve dille veya sadece kalble olur. Buna göre ameller imandan değildir. Diğer taraftan imanın tasdik demek olduğu konusundaki dayanaklar da Yüce Allah'ın:

"Sen bize iman edici değilsin" (Yusuf, 17) yani bizi doğrulayıcı değilsin buyruğudur.

Onlara şöyle denilir:

İman ismi, Kur'an-ı Kerîm'de ve hadis-i şerifte, diğer lâfızlardan daha fazla bir şekilde, tekrar tekrar kullanılmıştır. Dinin aslı odur.İman sayesinde insanlar karanlıklardan aydınlığa çıkarlar. Mutlular ile bedbahtlar iman ile ayrılır. Kimin dost edinileceği, kime düşmanlık yapılacağı iman esasına göre tesbit edilir. Din bütünüyle buna tabidir ve her müslümanın bunu bilmeye ihtiyacı vardır.

Acaba Rasûlullah (s.a.v)'ın bütün bunların açıklamasını ihmal etmiş olması ve bunu bilmeyi sizin bu iki öncülünüze havale etmiş olması düşünülebilir mi? Bilindiği gibi onların imanın tasdik anlamına geldiği konusunda gösterdikleri delil Kur'an-ı Kerîm'dir. İmanın ne anlama geldiği Peygamber (s.a.v)'den öyle bir tevatürle nakledilegelmiş bulunuyor ki, kelimenin lâfzının tevatüründen daha büyük bir tevatürdür. Çünkü iman, ümmetin bütünü tarafından bilinmesi gereken bir husustur. O bakımdan bir sûredeki bir kelimeden farklı olarak onu nakledip dururlar.

Mü'minlerin çoğunluğu, delili gösterdikleri kelimenin geçtiği sûreyi ezberlememişlerdir. O bakımdan dinin esasının böyle birtakım öncüller üzerinde kurulması caiz olmaz. Bundan dolayı Allah'ın dosdoğru yolundan sapıp başka yollara gidenler arasındaki anlaşmazlıklar ve tutarsızlıklar pek çoktur. Bunun sonucunda bunlar dinlerini darmadağın edip kendileri de gruplara ayrıldılar. Apaçık delillerin kendilerine ulaşmasından sonra ayrılık ve ihtilâfa düşen kimselerden oldular. Onların söyledikleri söz genel ve mutlak olarak (herhangi bir kayıt ile kayıtlanmayan) bir sözdür.

Diğer taraftan şöyle denilir: İleri sürdükleri bu iki öncül de doğru değildir, imkânsızdır. İman lafzının tasdik lafzı ile eş anlamlı olduğunu kim söylemiştir? Böyle bir yerde kullanılması halinde anlamın doğru olduğunu farzetsek bile, niçin burada eş anlamlı olmayı gerektirir, dedim. Eğer:

Ben, bize teslim olan (müslüman) değilsin, yani sen bize iman eden (inanan) bir kimse değilsin, demiş olsaydım, yine anlam doğru olurdu. Fakat niçin mü'min lafzıyla anlatılmak istenen budur diyorsunuz.

Eğer Yüce Allah:

"Namazı ikame edin" demişse, birisi kalkıp:

Namazı tastamam kılın, namaza devam edin, namazı bırakmayın, namazı kılın diyecek olsa, bu açıklama şekli doğru olur. Fakat bütün bunlar "ikame edin" anlamına işaret etmemektedir. Bu kelimenin bir kelimeye eş anlamlı (mürabi) olmasından kasıt, onun buna işaretidir.

Diğer taraftan "tasdik" kelimesi, "iman" kelimesiyle eşanlamlı değildir. Bunu birkaç şekilde açıklamak mümkündür.

1 - Bir şeyi haber veren birisini onaylayan kimseye "onu tasdik etti" denilir, ama « ﺁﻣﻨﻪ ﻭﺁﻣﻦ ﺒﻪ» "ona iman etti" denilemez. Bunun yerine « ﺁﻤﻥ ﻠﻪ » denilir.

Nitekim Yüce Allah:

« فَآمَنَ لَهُ لُوطٌ وَقَالَ إِنِّي مُهَاجِرٌ إِلَى رَبِّي إِنَّهُ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ »

" Bunun üzerine "Lût ona iman etti " ve (İbrahim): Doğrusu ben Rabbim'e (emrettiği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sahibidir, dedi " (Ankebut, 26) buyurmuştur.

Bir başka yerde de:

"Musa'ya kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başkası iman etmedi" (Yunus, 83)

Fir'avn:

"Ben size izin vermeden önce mi ona iman ettiniz?" (Ta-Ha,71) demiştir.

Hz. Nuh'a da kavmi:

"Bizim sıradan adamlarımız sana uymuşken sana iman mı edeceğiz." (Şuara, 111)

Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"De ki: O sizin için hayırlı bir kulaktır. Allah'a inanır ve mü'minlere de inanır." (Tevbe,61)

"Dediler ki: Bizim gibi iki insana mı biz iman edeceğiz? Halbuki onların kavimleri bize kulluk etmektedir." (Mü'minun, 47)

"Eğer bana iman etmiyor iseniz benden uzak durun." (Duhan,24)

Eğer: "Sen bizi tasdik edici değilsin" de denilebilir denilirse, şu cevap verilir:

"Lâm" harfi ameli zayıf olması halinde bizzat teaddi eden fiiliyle kullanılır. Bu ya onun tehiri ile yahut ism-i fail veya masdar olmasıyla, ya da her ikisinin bir arada bulunmasıyla olur. O bakımdan şöyle denilir:

"Filan kişi Allah'a ibadet eder, ondan korkar ve ondan sakınır".

Diğer taraftan ism-i fail ile zikredilecek olursa bu sefer:

"O rabbine ibadet eden, rabbine karşı takvalı olan ve rabbinden korkan bir kimsedir" denilir.

Aynı şekilde:

« ﻓﻼ ﻦ ﻳﺭﻫﺐ ﺍﷲ » "Filan kişi Allah'tan korkar" denildiği gibi (aynı anlamda olmak üzere):

« ﻫﻭ ﺭﺍﻫﺐ ﻠﺭﺒﻪ » da denilir.

Fiili zikredip, zikredilmesi gereken yerden sonraya bırakacak olursak, onu "lâm" harfiyle pekiştiririz.

Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"Onun nüshasında Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır (yazılı idi)." (A'raf, 154)

Bir başka yerde de "Ve yalnız benden korkun" (Bakara, 40) buyurmaktadır.

Bu son buyrukta fiilin kendisi teaddi etmiştir. Önceki buyrukta ise bu "lâm" harfi ile olmuştur.

Yüce Allah'ın:

« ﻓﺎﻳﺎﻯ » buyruğu « ﻓﻠﻰ » buyruğundan, bundan önceki « ﻠﺭﺒﻬﻡ » "Rablerine" ifadesi, « ﺭﺒﻬﻡ » ifadesinden daha mükemmel bir ifadedir. Çünkü munfasıl ve mansûb olan zamir "Bâ" harfi cer'i ile gelmiş bir zamirden daha mükemmeldir, önceki ayette zahir bir isim (Rab ismi) yer almaktadır. Dolayısıyla onun "lâm" harfi ile pekiştirilmesi mücerred olarak gelmesinden daha uygun ve tam bir anlam ifade eder.

İşte Yüce Allah'ın:

"Eğer rüya yorumunu biliyorsanız..." (Yusuf, 43) buyruğu da bu türdendir.

"Rüyasını tabir ettim" de deniyor.

Aynı şekilde Yüce Allah'ın:

« وَإِنَّهُمْ لَنَا لَغَائِظُونَ » "Onlar bizi gerçekten kızdırdılar" (Şuara, 55) buyruğu da böyledir.

Konuşma esnasında « ﻏﻆﺘﻪ » (ona kızdım) denilir. Fakat « ﻏﻆﺕ ﻠﻪ » denilmez.

Buna benzer örnekler çoktur.

Kişi konuşması esnasında:

« ﻤﺎ ﺃﻨﺕ ﺒﻤﺻﺪﻖ ﻠﻨﺎ » (Sen bizi tasdik etmezsin) derken "lâm" harfini kullanır. Çünkü burada kelime (tasdik edici anlamına gelen, musaddık) ism-i faildir.

Konuşma esnasında « ﺻﺪﻗﺘﻪ » (onu tasdik ettim), denilmekle birlikte, (aynı anlamı kastetmek üzere) « ﺻﺪﻗﺕ ﻠﻪ » denilmez. Eğer fiili zikredecek olurlarsa:

« ﻤﺎ ﺻﺪ ﻗﺘﻨﺎ » denilir. Bu ise, iman lafzından farklı bir durumdur. Çünkü bu lâfız her zaman için zamire "lâm" ile teaddi eder. O bakımdan (ona iman ettim demek kasdiyle) hiçbir zaman « ﺁﻤﻨﺘﻪ» denilmez. Bunun yerine « ﺁﻤﻨﺕ ﻠﻪ » (ona iman ettim) denilir.

Nitekim « ﺍﻗﺭﺭﺕ ﻠﻪ » (onun lehine ikrarda bulundum) denilir.

Dolayısıyla iman lafzının "ikrar" lafzıyla açıklanması, "tasdik" lafzıyla açıklanmasından daha uygundur. Bununla birlikte ikisi arasında da fark vardır.

İman kelimesi, anlam yönünden, tasdik kelimesiyle eş anlamlı değildir. Çünkü tanık olunan veya gayb hakkında haber veren her kişiye konuşma dilinde "doğru söyledin" denildiği gibi, "yalan söyledin" de denilir. Sema bizim üstümüzdedir diyen kimseye doğru söyledin denildiği gibi, yalan söyledin de denilebilir, iman kelimesiyse, ancak gaibten haber verme halinde kullanılır. Gözlemlenen bir şey hakkında, haber verilen kimseye güneş doğdu, battı denmesi halindeki gibi, onu tasdik ettik yerine, "iman ettik" denildiğine rastlanılmaz.

İşte bundan dolayı böyle birisine, konuşanlara, şahidlere ve benzerlerine de "biz onları tasdik ettik" denildiği halde "onlara iman ettik" denilmez.

Çünkü iman, "güvenlik" demek olan "emn" kelimesinden türetilmiştir. O bakımdan, haber veren kimsenin haberine güvenilen hususlarda kullanılır. Haber veren kimseye güven duyulan gaib şeylerle ilgili hususlarda olduğu gibi.

Bu bakımdan Kur'an-ı Kerîm'de ve başka yerlerde, "âmenna lehu" deyimi, ancak bu tür yerlerde kullanılır. Bir şeyin bilinmesi konusunda iki kişinin ortak olması halinde, birisi ötekini tasdik etti denilir, fakat ona iman etti denilmez.

Çünkü ikinci şahsın gaib olup da bu konuda birincisine güvenme durumu söz konusu değildir, işte bundan dolayı:

"Lût ona iman etti" (Ankebut, 26)

"Bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz." (Mü'minun, 43)

"Ona iman ettiniz ha!" (Ta-Ha, 71)

"Allah'a iman eder ve mü'minlere iman eder" (Tevbe, 61) denilmiştir.

Yani kendisinin görmediği hususlarda mü'minlerin haber verdiği şeyleri tasdik eder ve o bu konuda onlara güvenir. Görüldüğü gibi kelime, tasdik etmekle birlikte güven duymak ve güvenilirlik anlamını da içermektedir. Nitekim kelimenin kullanılması ve kök anlamı da buna işaret etmektedir, işte bundan dolayı:

"Sen bize iman edici değilsin" (Yusuf, 17)

Yani bizim verdiğimiz haberi kabul etmiyor ve ona güvenmiyorsun. Doğruluğundan yana kalbin rahat değildir, biz doğru söyleyenler olsak bile. Çünkü onlar (Hz. Yusuf'un kardeşleri) kendisine göre bu konuda güvenilecek, inanılacak kimselerden değillerdi. Eğer doğru söyleyecek olsalar bile, onlara güvenmez (inanmaz)di.

Dilde iman kelimesinin zıddı olarak tasdik lafzında olduğu gibi, "tekzib" (yalanlama) kullanılmamaktadır. Bilindiği gibi dilde doğru söyledin, yahut yalan söyledin diye cevap verilebilecek her haber veren kişi hakkında da onu tasdik ettik, yahut yalanladık denilir. Fakat haber veren her kişi için "ona iman ettik" veya "onu yalanladık" denilmez. Aynı şekilde:

"Sen ona iman edicisin" yahut "onu yalanlayıcısın" da denmez. Aksine bilindiği gibi "iman" lafzının karşıtı "küfür" dür. O bakımdan "o kişi mü'mindir veya kâfirdir" denilir.

Küfür ise yalanlamaya has değildir.

Aksine eğer bir kimse:

"Ben senin doğru söylediğini biliyorum, fakat sana uymuyorum, sana düşmanlık ediyorum, buğzediyorum, muhalefet ediyorum, muvafakat etmiyorum" diyecek olursa, o kişinin küfrü daha da büyük bir küfür olur.

İmanın zıddı olan küfür sadece yalanlamaktan ibaret olmadığına göre, imanın da sadece tasdik olmadığı anlaşılmış olur.

Aksine küfür söz konusu olmaksızın muhalefet, düşmanlık ve ona uymayı kabul etmeme şeklinde de olabilir, imanın muvafakat etmek, dost edinmek ve bağlanmakla birlikte bir tasdik olması kaçınılmazdır.

Mücerred bir tasdik yeterli değildir.

Dolayısıyla İslâmda, imanın müsemmasının bir parçasıdır.

Nitekim tasdik ile birlikte uymayı kabul etmemek inkiyaddan kaçınmak da küfrün müsemmasının bir parçasıdır.

O bakımdan her mü'minin verilen emre teslim olan ve bağlanıp dayanan bir kimse olması gerekir, işte bu da ameldir.

Eğer Rasûlullah (s.a.v) imanı, kendisine iman edilen şeylerle açıklamıştır denilecek olursa şöyle cevap verilir:

Rasûlullah (s.a.v) iman edilecek şeyleri söz konusu etmekle birlikte kendisine iman edilecek olandan söz etmemiştir. Bu da kendi zatıdır. Hem ona iman etmek gerekir, hem de onun getirdiklerine iman etmelidir. Getirdiklerine iman etmek sübutu açısından bizim için bir gayb olur ve o konuda bize haber verilmiş bulunuyor. Bizim, iman ettiğimiz her gayba itaat etmek görevimiz yoktur. Zatına iman etmemiz gereken ise aynı zamanda itaatini de bize farz kılıyor.

Rasûlullah (s.a.v)'ın da hem getirdiklerine, hem de kendisine iman etmek gerekir. Bu bilinmesi gereken bir husustur. Aynı şekilde ona itaat etmek Allah'a itaattir. Allah'a itaat de Allah'a imanın kemalindendir.

4 - Bazı kimseler, imanın dilde asıl olarak korkunun zıddı olan "el-emn güvenlik duymak" olduğunu, bir kimse için "emene" denildiği zaman emniyyet ve güvenlik içerisinde olduğunun belirtilmek istendiğini söyler ve şu beyitleri buna delil gösterirler...(Asıl nüshada boşluk.)

İkinci öncüle gelince şöyle cevap verilir:

Eğer imanın tasdikle eşanlamlı olduğu kabul edilecek olursa, onların, "tasdik, ancak kalb veya dille olur" şeklindeki sözlerine iki ayrı cevap verilir.

Birincisi, böyle bir şey kabul edilemez. Çünkü aksine fiillere tasdik adı verilir.

Nitekim sahih hadiste Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğu sabit olmuştur:

"İki göz zina eder. Gözlerin zinası bakmaktır. Kulak da zina eder. Kulağın zinası dinlemektir. El de zina eder, onun zinası tutmak ve dokunmaktır. Ayak da zina eder, onun zinası yürümektir, kalb ise bunu temenni eder, arzular. Cinsiyet organı ise bunu tasdik eder veyahut yalanlar." (Buhârî, İsti'zân, 121, Kader, 9; Müslim,Kader, 20, 21; Ebû Dâvûd, Nikah, 43, Müsned, 2, 343, 344, 372, 411 v.s.)

Dilciler, selef ve haleften bir grup da böyle demiştir. Cevheri der ki:

Sıddîk, "fıssit" gibi tasdiki devamlı olan demektir. Sözünü amel ile doğrulayan kimsedir.

Hasan Basrî der ki:

"İman süslenip bezenmekle, temennilerle olmaz. Fakat iman kalblere yerleşen ve amellerle tasdik edilendir."

Bu ifadeler Hasen'den birkaç yoldan gelen meşhur rivayetlerdir.

Nitekim Abbas Durî bunu rivayet etmektedir:

Bize Haccac anlattı, bize Ebû Ubeyde en-Naci anlattı, Hasen'den dedi ki:

İman bezenip süslenmekle, temennilerde bulunmakla olmaz. Fakat iman, kalbte yerleşen ve amellerle doğrulanan şeydir. Her kim güzel bir söz söyler ve salih olmayan bir iş işlerse Allah onun o sözünü yüzüne geri çevirir. Her kim güzel söz söyler ve salih amel işlerse, o amel onu yükseltir.

Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Güzel söz yalnız ona yükselir. Salih amel de onu yükseltir." (Fâtır, 10)

Bunu İbn Batta her iki şekliyle de rivayet etmiştir.

Hasan Basri'nin:

"iman temenni ile değildir" sözleriyle kastettiği, sözle temenni etmek değildir demektir.

"Bezenip süslenmek" den kasdı ise zahiren görünen bir elbise gibi olması demektir. Kalbinde hakikati bulunmaksızın onu ortaya koyup göstermesi anlamına gelir. Yani onun izhar ettiği sözle açığa çıkardığı süslenip bezenmeler iman değildir. Fakat asıl iman kalpte yer eden ve ameller tarafından tasdik edilendir. Buna göre amel eğer kalpte bir iman varsa onu tasdik eder. Şayet amel yoksa kalbinde iman olduğu iddiasını yalanlar. Çünkü kalpte bulunan zahir ameli gerektirir. Gereken şeyin olmaması gerektiricinin de olmayışına delildir.

Muhammed b. Nasr el-Mervezî'nin, isnadını kaydederek rivayet ettiğine göre, Abdülmelik b. Mervan, Said b. Cübeyr'e mektup yazarak bu gibi meseleler hakkında soru sormuştur.

Said b. Cübeyr ona cevaben şunları yazar:

İman hakkında soruyorsun;

İman tasdik etmektir; Kulun Allah'ı, meleklerini, Allah'ın indirdiği kitapları, onun gönderdiği peygamberleri ve ahiret gününü tasdik etmesidir. Tasdikin mahiyetini soruyorsun. Tasdik; kulun Kur'an-ı Kerîm'den tasdik ettiği şeyler gereğince amel etmesidir. Bu konuda herhangi bir zaaf gösterir, yahut kusurda bulunursa onun günah olduğunu bilir, Allah'tan onun için mağfiret diler, ondan dolayı tevbe eder ve onu işlemek üzere ısrar etmezse, işte tasdik budur.

Dinin mahiyeti hakkında soruyorsun;

Din, ibadet etmektir; Çünkü sen, din ehli olan bir kimsenin, herhangi bir din ehlinin ibadetini terkedip daha sonra da bir başka dine girmeyecek olursa, mutlaka o kimse dinsiz olur.

İbadetin mahiyeti hakkında soruyorsun,

İbadet, itaattir; Çünkü Allah'ın emrettiği ve nehyettiği hususlarda Allah'a itaat eden bir kimse, Allah'a ibadet etmeyi tercih etmiş demektir. Şeytana dininde ve amelinde itaat eden bir kimse de şeytana ibadet etmiş demektir.

Yüce Allah'ın kusur ve günah işleyen kimselere:

"Ey Ademoğulları! Şeytana ibadet etmeyin, diye size açıklama yapmadım mı?" (Yâsîn,60) buyurduğuna dikkat etmiyor musun? Onların şeytana ibadetleri dinlerinde ona itaat etmeleriydi.

Esed b. Musa dedi ki:

Bize el-Velid b. Müslim el-Evzaî anlattı, bize Hasan b. Atiyye anlatarak dedi ki:

Allah'ın kitabında iman, amele doğru yol alır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer." (Enfal,2)

Daha sonra onları amele doğru yönlendirmek üzere şöyle buyurmuştur:

"Onlar ki, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler." (Enfal, 3)

(Hassan) dedi ki: Evzaî'yi şöyle derken dinledim:

Yüce Allah buyuruyor ki:

"Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirlerse dinde sizin kardeşlerinizdirler." (Tevbe, 11)

Allah'a imân ise, dil ile olur. Onu tasdik etmek ise amelle olur.

Ma'mer, Zührî'den naklederek dedi ki:

Bizler "İslâm ikrar ile, iman da amel iledir" derdik ve iman ise bir arada söz ve ameldir. Biri olmadan ötekinin faydası olmaz. Hem söylediği sözler, hem de amelleri tartılmayacak hiçbir kimse yoktur. Eğer ameli sözünden daha ağır basarsa, Allah'a doğru yükselir. Eğer sözleri amelinden daha ağır basarsa, Allah'a doğru yükselmez.Bunu ayrıca Ebû Amr et-Talaminki, bilinen isnadını da kaydederek, rivayet etmiştir.

Muaviye b. Amr dedi ki:

Ebû İshak el-Fezarî'nin Evzaî'den rivayetine göre,o şöyle demiştir:

"İman ancak söz ile istikamet bulur. İman ve söz de ancak amel ile istikamet bulur, iman söz ve amel de, ancak sünnete uygun bir niyet ile istikamet bulur."

Geçmiş selefimiz iman ve amel arasında fark gözetmezlerdi. Ameli imandan, imanı amelden bilirlerdi. Aslında iman çeşitli dinlerin taşıdıkları isimleri gibi, amel de o imanı tasdik eder. Diliyle iman edip kalbiyle tanıyan, ameliyle de tasdik eden kimsenin bu yaptığı işte, kopması söz konusu olmayan en sağlam kulp budur. Diliyle söylediği halde, kalbiyle tanımayan, ameliyle de tasdik etmeyen kimse, ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır. Bu gerçek selef ve haleften birçok kişiden rivayet edildiği bilinen bir husustur. Onlar ameli sözün doğrulayıcısı olarak kabul ederler. Bunu Peygamber (s.a.v)'den de rivayet etmişlerdir.

Nitekim Muaz b. Esed şu rivayeti kaydeder:

Bize Fudayl b. lyad, Leys b. Ebi Süleym'den, o Mücahid'den naklederek anlattı:

Ebû Zerr Peygamber (s.a.v)'e iman hakkında soru sorunca Hz. Peygamber şöyle buyurmuş:

"iman, ikrar ve amel ile tasdiktir. "

Daha sonra Yüce Allah'ın:

"Yüzlerinizi doğu ve batıya döndürmeniz birr (iyilik) değildir... işte takva sahibi olanlar ancak bunlardır" (Bakara, 17) ayetini okudu."

Ben şunu derim ki:

Ebû Zerr'in bu hadisi birkaç yoldan rivayet edilmiştir. Eğer bu lâfız Rasûlullah (s.a.v)'a ait lafzın kendisiyse, söylenecek bir başka söze gerek yoktur. Fakat bunu mana yoluyla rivayet etmiş iseler, o zaman bunların (arapların) dillerinde ameli ile sözünü tasdik etti demenin bilinen bir ifade olduğunu gösterir.

Nitekim Şeyhu'l İslâm Herevi de böyle der:

"İman bütünüyle bir tasdiktir."

İkinci cevap da şu şekildedir:

Eğer imanın aslı tasdik ise, namazın özel bir dua, haccın özel bir kast, orucun (siyam) özel bir imsak oluşu gibi, bu da özel bir tasdik olur. Böyle bir tasdikin birtakım gerekleri vardır. Bu gerekler mutlak olarak bu kelimenin kullanılması halinde onun müsemmasının kapsamına girecek hale gelmiştir. Artık gerekenin bulunmaması, gerektiricinin de olmamasını gerektirir. O takdirde aradaki anlaşmazlık lafzi bir anlaşmazlıktan ibaret kalır. Yani iman amele tazammum yolu ile mi, işaret etmektedir yoksa nüzul (gereklilik) yolu ile mi işaret etmektedir?

Bilinmesi gereken hususlardan birisi de şudur:

Bu meselede ehl-i sünnet arasındaki anlaşmazlığın büyük çoğunluğu lafzi bir anlaşmazlıktır. Yoksa imanın sözden ibaret olduğunu ilk söyleyen kişi olan Hammad b. Ebî Süleyman ve Küfe ehlinden ona uyanlar ve başkaları fukaha arasından imanın bir söz olduğunu söyleyenler bütün ehl-i sünnet alimleri ile ittifak halinde günahkar kimselerin, yerilmenin ve tehdidin kapsamına girdiğini bütün ehl-i sünnet alimleriyle birlikte ittifakla kabul ederler. Bu gibi kimselerin imanı Cebrail'in imanı gibi kamildir, demelerine rağmen şunu da söylerler:

Farz olan ameli işlemeksizin haramları da işlemekle birlikte bulunan bir imanın sahibi yerilmeye ve cezalandırılmaya müstehaktır. Nitekim cemaat da böyle söylemiştir. Ayrıca şunu söylerler:

Kebair ehlinden cehenneme girecek olanlar da vardır. Nitekim cemaatin görüşü de budur. Fâsık kimseler iman adının verilmesini kabul etmeyen sünnet ehline mensup kimseler ise fasığın cehennemde ebediyyen kalmayacağı üzerinde de ittifak etmişlerdir. Dolayısıyla bu dinin fukahası arasında günahkar kimselerin eğer zahiren ve bâtınen Rasûlullah (s.a.v)'in getirdiklerini ve ondan tevatür yoluyla gelenleri kabul etmeleri halinde tehdidin kapsamına girenlerden oldukları konusunda anlaşmazlık yoktur.

Yüce Allah'ın ve Rasûlünün gireceklerini haber vereceği kimselerin de cehenneme gireceğini, bununla birlikte onlardan hiçbir kimsenin orada ebediyyen kalmayacağını ve kanları mubah kılınmış mürtedlerden olamayacaklarını da ittifakla kabul ederler. Fakat doğrudan uzak görüşler bu gibi kimselerin cehennemde ebediyyen kalacaklarını söyleyenlerin görüşleridir. Haricîlerle Mûtezililer gibi.

Aynı şekilde "Biz onlardan herhangi bir kimsenin cehenneme gireceğine dair birşey bilmiyoruz. Bütün bu hususlarda görüş belirtmeyiz" diyen Mürcie'nin aşırıları da bu durumdadır. Mürcie'nin aşırıya gidenlerinden bazılarının ise genel olarak bunların cehenneme gireceklerinin kesinlikle reddedildiğine dair ifadeler de nakledilmiştir.

Haricîler şöyle de derler:

Hırsızın, caninin, içki içenin ve başkalarının iman sahibi olmadıklarını belirten (peygamber) onları İslâm'dan irtidat etmiş kimseler kabul etmemektedir. Aksine zina edeni sopa vurarak, hırsızlık yapanın elini keserek cezalandırmayı öngörmüştür. Muhsan zani dışında kimseyi de öldürmemiştir. Bununla birlikte muhsan zaniyi de mürtedi öldürdüğü gibi öldürmez. Çünkü mürted, tevbe etmesi istendikten sonra kılıçla öldürülür. Muhsan zani ise, tevbe etmesi istenmeksizin taşlarla recmedilerek öldürülür, işte bu şunun delilidir:

Onların mü'min olmadıklarını söylemekle birlikte günahlarının açıkça ortada olmasına rağmen ona göre onlar İslâm'dan mürted kimseler değildir. İslâmı izhar eden ve küfrü gizleyen münafıklar gibi de değildirler. Çünkü münafıkları açıkça görülen günahları dışında kalan hiçbir şey sebebiyle cezalandırmamıştır.

"İman meselesi" konusunda yapılan açıklamalar sebebiyle insanlar arasında görüş ayrılıkları vardır. Acaba dilde, şariin dildeki müsemmalarından başka anlam taşıdığı şer'i isimler var mıdır, yoksa bu isimler şeriatte de dilde anlaşıldıkları gibi mi bırakılmışlardır da, şari isimlerin anlamına değil de, onların hükümlerine ilişkin yeni birtakım şeyler mi eklemiştir? Namaz, zekât, oruç ve hac isimleri hakkında böyle söylemişlerdir. Yani bu isimler şariin kelamında sözlük anlamlarıyla kalmaya devam etmiş, fakat hükümlerine yeni şeyler eklemiştir. Onların maksatları iman mücerred tasdik etmekten ibarettir ve bu da kalb ve din ile meydana gelir demektir. Üçüncü bir kesim ise şariin bu kelimelerde Örf ehlinin tasarrufu gibi tasarrufta bulunmuştur kanaatindedir. O zaman bu kelimeler sözlükteki anlamlarına nisbetle mecaz, şariin örfüne nisbetle de hakikat olurlar.

Meselenin tahkiki şunu gösteriyor:

Şari, bu kelimeleri nakletmediği gibi, değiştirmemiştir de. Fakat bunları mutlak olarak değil, mukayyed olarak kullanmıştır. Benzeri kelimeleri kullanmasında olduğu gibi, Yüce Allah'ın:

"O evi haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır" (Al-i İmran, 97) buyruğunda olduğu gibi. Yüce Allah burada özel bir haccı zikretmiştir ki, bu da beytin haccedilmesi ziyaret edilmesidir. Aynı şekilde:

"Her kim beyti hacceder yahut umre yaparsa..." (Bakara, 158) buyruğu da böyledir. Burada hac lafzı, her bir kasdı kapsamıyor. Aksine dilde herhangi bir değişiklik söz konusu olmaksızın, bizzat lafzın kendisinin işaret ettiği özel bir kasdı içermektedir.

"Ben Avflılardan bir araya gelip toplanmış

Pek çok kişi görüyorum

Ez-Zebiraka'nın zaferana boyanmış sarığını

Kastederek fonu görmek isteyerek"

diyen şair arap dilindeki kelimelerin anlamlarını esas alarak konuşuyordu. O burada "Zibreka'nın zaferana boyanmış sarığını kastederek" diyerek bu lafzını mukayyed olarak zikretmiştir. Bilindiği gibi buradaki özel hacca (kast) aradaki izafet işaret etmektedir.

Aynı şekilde Yüce Allah'ın emretmiş olduğu özel hacca da izafet terkibi yahut "lâm-ı tarif" işaret etmektedir. Eğer "Hac sana farzdır" denilirken burada "el-hacü" kelimesindeki "lâm-ı ahd" bunun Beytullahı haccetmek olduğunu gösterir. Aynı şekilde "ez-zekât" de nefsi arındıran şeyin adıdır. Nefsin arınması ise hayrının artması, şer ve kötülüğünün bitmesidir. İnsanlara iyilikte bulunmak ise nefsin kendisi ile arındığı en büyük bir iştir.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sen onların mallarından onları temizleyecek ve kendisi vasıtasıyla tezkiye edeceğin (arındıracağın) bir sadaka al." (Tevbe, 103)

Fevâhiş (çirkinliler) i terketmek te nefsin kendisiyle arınacağı şeylerdendir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın lütfü ve rahmeti üzerimizde olmasaydı ebediyyen sizden hiçbir kimse arınamazdı" (Nur, 21)

Nefsin asıl arınması ise tevhid ile ve Allah'ın dinine ihlas ile bağlanmasıyla mümkün olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Zekâtı vermeyen o müşriklerin vay haline!" (Fussilet, 6) Buradaki zekât müfessirlere göre, tevhiddir.

Peygamber (s.a) zekâtın farz olan miktarını açıklamış ve buna farz olan zekât adını vermiştir. O bakımdan "ez-Zekât" lafzı "lâm" ile belirli olarak geldiği takdirde, bu "lâm" ahid için geldiğinden, kastedilen bu zekât, belirli ve anlaşılır olmuştur. Bazı isimleri örf ehli başka manalara aktarmış ve bunu şarie nisbet etmiştir. "Teyemmüm" kelimesi gibi. Şanı Yüce Allah:

"O vakit tertemiz toprakla teyemmüm edin, bununla yüzlerinize ve ellerinize sürün" (Maide, 6) buyurmaktadır.

Burada "Teyemmüm" kelimesi dilde bilinen anlamıyla kullanılmış ve toprakla teyemmümü emrettikten sonra, o toprakla yüz ve ellerin de meshedilmesi emredilmiştir. Dolayısıyla fukaha örfüne göre "Teyemmüm" kelimesinin kapsamına bu mesh de girmiştir. Ancak şari'in kullandığı kelimede bu böyle değildir. Aksine sari, toprağa teyemmüm edilmesiyle daha sonra yapılan mesh arasında fark gözetmektedir.

"İman" sözcüğünü ise kayıtlı olarak emretmiştir ki Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine imanla kayıtlıdır,

"İslâm" kelimesi aynı şekilde alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olmakla kayıtlanmıştır.

"Küfür" sözcüğü de bu şekilde mukayyeddir.

Ancak "nifak" kelimesi hakkında şöyle denilmiştir:

Araplar bu kelimeyi böylece kullanmıştır. Fakat bununla birlikte onların kullandıkları kelimelerden alınmıştır. Çünkü "nefeka" kelimesi, çıktı kelimesini andırır.

Hayvan öldüğü zaman « ﻨﻔﻘﺕ ﺍﻠﺩﺍﺒﺔ » şeklinde kullanılan tabir de burdan alındığı gibi, köstebekin tünellerini ifade etmek üzere kullanılan « ﻨﺎ ﻓﻘﺎﺀ » kelimesi de burdan alınmıştır.

"en-Nefak" kelimesi yer altındaki tünel demektir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Eğer gücün yeterse yerden bir menfez (nefak, geçit, tünel) yap!" (En'am,35) buyurmaktadır.

Münafık ise zahiren imana girdikten sonra içiyle o imandan çıkan kimse demektir.

Burada "nifak" kelimesi imandan çıkış (nifak) diye kayıtlandırılmıştır.

Kimi insanlar hükümdarın itaatinin dışına çıkan kimseleri ona karşı münafıklık eden kimse diye de adlandırırlar. Fakat Kur'an-ı Kerîm'deki nifak Allah'ın Rasûlüne karşı münafıklık etmektir. Allah'ın ve Rasûlünün insanlara bu isimlerle hitabetmesi insanların başka isimlerle hitabı gibidir. Yani bu da mukayyed ve özel bir hitaptır. Çeşitli türlere ihtimali olan mutlak bir hitap değildir.

Rasûlullah (s.a.v) bu özellikleri açıklamış, isim de bu özelliklere işaret etmiştir. O bakımdan bunlara, nakledilmiş lâfızlardır denilemez. İsim dışında hükümde de fazlalıklar yapılmıştır denilemez. Aksine isim şâriin muradıyla özellik kazanacak bir şekilde kullanılmış olup, mutlak olarak kullanılmamıştır. Şâri onlara emrolundukları namazı tarif ettikten sonra "namazı dosdoğru kılınız" diye emir vermiştir. Dolayısıyla "namaz" kelimesinin tarifli gelmesi, onların bildikleri namaz hakkında olur. Onlar anlamını bilmedikleri halde namaz (es-Salât) kelimesi kullanılmamıştır, işte bundan dolayı "es-Salât" sözcüğü hakkında, sözlük anlamı için geneldir veya sözlük ve şer'i anlamlarından birisini anlatma ihtimali olduğundan dolayı mücmeldir diyenlerin ve buna benzer sözler söyleyenlerin görüşleri zayıftır. Çünkü bu sözcük ya haber veya emir olarak varid olmuştur. Haber olarak varid olmasına Yüce Allah'ın şu buyruğu örnek gösterilebilir:

"Bir kulu namaz kılarken alıkoyanı gördün mü?" (Alak, 9-10)

Alak sûresi, Kur'an-ı Kerîm'in ilk nazil olan buyruklarındandır. Bazı kâfirler, ya Ebû Cehil veya bir başkası Rasûlullah (s.a.v)'ı namaz kılmaktan engellemek istiyorlardı ve:

Andolsun onu namaz kılarken görecek olursam boynuna basacağım demişti. Peygamber (s.a.v)'i secde etmiş bulunca öyle dehşetli şeyler gördü ki, gerisin geri kaçıp gitmek zorunda kaldı. Buna göre:

"Bir kulu namaz kılarken alıkoyanı gördün mü?" buyurulduğuna göre, böylelikle söz konusu olan bu namazın kelimeden de icmal olmadığını, genel de olmadığını öğrenmiş oluyoruz.

Diğer taraftan beş vakit namaz, Miraç gecesinde farz kılınınca, Peygamber (s.a.v) o günün sabahı onlara vakitleri içerisinde namazları kıldırdı. Cebrail (a.s) Peygamber (s.a.v)'e imamlık yapıyor, müslümanlar da Peygamber (s.a.v)'e uyuyorlardı. O bakımdan onlara:

"Namazı dosdoğru kılınız" denildiğinde, kastedilenin bu bilinen namaz olduğunu da bilmiş oluyorlardı. Şöyle de denilmiştir:

Bu şekilde namazın farz oluşundan önce Hz. Peygamber'in sabah ve akşam iki namazı vardı. Aynı şekilde böylelikle namaz, bilinen bir şeydi. O bakımdan onlar müsemması onların taraflarında bilinmediği sürece bu isimlerden herhangi birisiyle hitaba maruz kalmamışlardır. Bunda ise icmal yoktur. O bakımdan bu isimler kendisine hac, dua ve oruç denilecek her şeyi kapsamına almaz. Bu ancak lafzın mutlak olması halinde söz konusudur. Böyle bir şey ise varid olmamıştır.

"İman" ve "İslâm" da böyledir. Onlar bu sözcüklerin anlamlarını her şeyden açık ve seçik bir şekilde biliyorlardı. Cebrail, Peygamber (s.a)'e onların işitecekleri bir şekilde soru sormuş ve Hz. Peygamber daha sonra şöyle buyurmuştur:

"Bu Cebrail'di, size dininizi öğretmek üzere geldi." (Buhârî, İman, 37; Müslim, İman, 1, 5; Buhârî, Tefsir, 31, Sure2; Nesâî, İman, 5, 6)

Onlara bu isimleri kamil anlamda açıklamak ve maksat olarak gözetilmesi gereken hakikatlerini açıklamak üzere gelmişti. Böylelikle onlar bu isimlerin müsemmalarının asgari olan miktarını yapmakla yetinmeye kalkışmasınlar.

Nitekim sahih hadiste de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Miskin (yoksul) dediğiniz kimse, bir veya iki lokmayla, bir veya iki hurmayla, geri çevrilen, kapı kapı dolaşın kimse değildir. Asıl miskin kendisini ihtiyaçtan kurtaracak bir şey bulamayan, bununla birlikte durumu fark edilip de kendisine tasaddukta bulunulmayan ve hayasından dolayı yüzsuyu dökerek insanlardan bir şey istemeyen kimsedir." (Müslim, Zekât, 101; Nesâî, Zekât, 76)

Onlar "miskin"in ne anlama geldiğini ve onun ihtiyaç sahibi kimse demek olduğunu biliyorlardı ve bu ihtiyacını dilenmek suretiyle açığa koyan kimsedir diye aralarında meşhur olmuştu. Peygamber (s.a.v)'in dilencilik yapmak suretiyle ihtiyacını açığa çıkartan ve insanların da kendisine bir şeyler verdiği kişinin, bu vermek suretiyle yoksulluğunun sona ereceğini açıkladı. Dilenmenin böyle bir kimse için bir çeşit meslek olduğunu belirtti. Böyle bir kimse her ne kadar başka şeylerden ihtiyacına yetecek kadarı verilmeyecek olursa, zekâta hak kazanan bir miskin (yoksul) olmakla birlikte ihtiyacını yetecek kadarını verecek kimseyi bulduğu takdirde artık o kimse miskin olmaz. Fakat asıl miskin, dilencilik yapmayan ve bununla birlikte muhtaç olduğu bilinmediğinden de kendisine bir şeyler verilemeyen muhtaç kişidir, işte bir şeyler verilirken öncelik tanınması gereken kişi budur. Çünkü kesin olarak miskin (yoksul) budur, ötekinin miskinliği ise dilendiği kimselerin kendisine bir şeyler vermesiyle ortadan kalkar, işte Hz. Peygamber'in:

"İslâm o beş esastır" demesinden kastı bütün bunların hepsinin İslâm çerçevesine giren farz şeyler olduğudur. insanın iki şehadeti söylemesiyle yetinmesi mümkün değildir.

Aynı şekilde imanın da bu tafsilî şekilde olması gerekir. İcmalî iman ile yetinilmez. işte bundan dolayı İslâm, bu şekilde nitelendirilmiştir. Müslümanlar şehadet kelimelerini söylemeyen kimsenin kâfir olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir.

Dört amelin işlenmesi hususunda ise, bunları terkeden kimsenin kâfir olup olmayacağı hususunda farklı görüşler vardır.

Bizler: Ehl-i sünnet günah sebebiyle kâfir olunmayacağı üzerinde ittifak etmişlerdir dediğimiz zaman, bundan kastımız zina ve içki içmek gibi günahlardır. Bu esasları terkedenlerin tekfir edilmesi hususunda ise bilinen meşhur bir ayrılık vardır.

İmam Ahmed'den gelen rivayette de bu konuda anlaşmazlık söz konusudur. Ondan gelen rivayetlerden birisinde bunlardan herhangi birisini terkeden kişi kâfirdir şeklindedir.

Ebû Bekir ve İbn Habib gibi İmam Malik mezhebine mensup olan bir grubun tercih ettiği görüş budur.

İmam Ahmed'den gelen ikinci rivayete göre ancak zekât ve namazı terketmesiyle kâfir olur.

Üçüncü rivayet ise ancak namazı terkle kâfir olur. Zekâtı terketmesi ise imamın (İslâm devlet başkanının) zekât vermeyenlerle çarpışması halinde kâfir olmak söz konusudur.

Dördüncüsüne göre ancak namazı terketmesi halinde kâfir olur.

Beşincisine göre ise bunlardan hiçbir şeyi terketmesi dolayısıyla kâfir olmaz şeklindedir.

Bütün bunlar selefin bilinen görüşleridir.

Hakem b. Uteybe der ki:

"Kasten namazı terkeden bir kimse kâfir olur. Zekâtı kasten terkeden bir kimse kâfir olur, haccı kasten terkeden bir kimse kâfir olur. Ramazan orucunu kasten terkeden bir kimse kâfir olur."

Said b. Cübeyr de der ki:

"Namazı kasten terkeden bir kimse Allah'ı inkâr edip kâfir olmuş olur. Zekâtı kasten terkeden bir kimse Allah'ı inkâr edip kâfir olmuş olur. Ramazan ayı orucunu kasten terkeden bir kimse Allah'ı inkâr eden kâfir olur. "

Dahhak der ki:

"Namazlar zekâtla birlikte olmadıkça kabul makamına yükseltilmez."

Abdullah b. Mes'ud der ki:

"Kim namazı kıldığı halde zekâtını vermeyecek olursa, onun namazı yoktur." Bu rivayetleri Esed b. Mûsâ kaydetmiştir.

Abdullah b. Amr dedi ki:

"Akşamleyin şarap içen kimse müşrik olarak sabahlar. Sabah onu içen kimse müşrik olarak akşamlar," İbrahim Nehaî'ye bunun nasıl olduğu sorulunca şu açıklamayı yapar:

Çünkü o namazı terkeder.

Ebû Abdullah Ahnes, kitabında şöyle demiştir:

Sarhoşluk veren şeyi içen kimse namazı terketmeyle karşı karşıya kalır. Namazı terkeden kimse de imandan çıkar. Bunu açıklayan hususlardan birisi de şudur: Cebrail'in Peygamber (s.a.v)'e İslâm, iman ve ihsan konusunda sorular sorması haccın farz kılınışından sonraki son dönemlerde olmuştur. Hac ise dokuz, yahut onuncu yılda farz kılınmıştır.

İlim adamları haccın hicretin altıncı yılından önce farz kılınmadığı üzerinde ittifak halindedirler. Bilindiği gibi Rasûlullah (s.a.v) insanlara imanı bu vakte kadar emretmemiş ve onlara anlamını eksiksiz bir şekilde açıklamamıştı. Aksine onlar imanın asıl anlamını biliyorlardı. Bu meselelerle ilgili geniş açıklamaların yapılacağı yer başka bir yerdir.

Burada maksat şudur: Rasûlullah (s.a.v)'ın kendisinden iman, yahut İslâm adını nefyettiği bir kimsenin bir kısmı kalsa bile, onun onda (iman yahut İslâm'da) yerine getirilmesi farz olan birtakım şeyleri terketmiş olması kaçınılmaz bir şeydir, işte bundan dolayı ashab-ı kiram ve selef şöyle derdi:

"Gerçek şu ki, kulda iman da, münafıklık da bir arada olur."

Ebû Davud Sicistanî der ki:

Bize Ahmed b. Hanbel anlattı, bize Vekî, A'meş, o Şeakik'den, o Ebû Mikdan, o Ebû Yahya'dan anlatarak dedi ki:

Huzeyfe'ye münafıklık hakkında sorulduğunda şöyle dedi:

"İslâm'ı bilen, fakat onu gereğince yaşamayan kimsenin yaptığıdır."

Yine Ebû Davud der ki:

Bize Osman b. Ebî Şeybe anlattı, bize Cerir el-A'meş'den, o Amr b. Mürre'den o Ebu'l-Bahterî'den, o Huzeyfe'den anlatarak dedi ki:

- Bir tür kalb kılıflıdır, işte bu kâfirin kalbidir.

- Bir kalb de kat kat zırhlı gibidir. Bu da münafığın kalbidir.

- Bir kalb de dümdüz olup onda parıldayan bir kandil vardır, işte bu da mü'minin kalbidir.

- Bir diğer kalbte de iman ve münafıklık vardır. Onda bulunan imanın örneği hoş ve güzel suyla beslenen ağaca benzer. Münafıklığın örneği ise, irin ve kanla dolan yaraya benzer. Hangisi üstün olursa o, ona galip gelir.

Bu merfu olarak da rivayet edilmiştir, müsned de merfudur (Müsned, III, 17)

Hz. Huzeyfe'nin bu dediklerine Yüce Allah'ın şu buyruğu da işaret etmektedir:

"Bunlar o gün imandan çok küfre daha yakındırlar." (Al-i İmran, 167)

Bundan önce kalplerinde daha az bir nifak bulunuyorken Uhud günü bu sefer münafıklıkları daha ağır bastı ve böylelikle küfre daha yakın oldular. Abdullah b. Mübarek, Avf b. Ebi Cemile'den rivayetine göre Ali b. Ebi Talib dedi ki:

İman kalbte beyaz bir nokta gibi ortaya çıkar. Kulun imanı arttıkça kalbin de beyazlığı artar. Nihayet iman tamam olunca kalp tümüyle beyaz olur. Münafıklık da kalpte siyah bir nokta gibi baş gösterir. Kulun münafıklığı arttıkça kalbin de siyahlığı artar. Nihayet kulun münafıklığı tamam olunca kalp simsiyah kesilir. Allah'a yemin ederim ki, eğer mü'minin kalbini yaracak olursanız, onun beyaz olduğunu görürsünüz ve eğer münafık ve kâfirin kalbini yarabilirseniz onun siyah olduğunu görürsünüz.

İbn Mes'ud der ki:

Suyun sebzeyi geliştirmesi gibi, şarkı da kalbte münafıklığı yeşertir. Bunu Ahmed ve başkaları rivayet etmektedir. Selefin sözlerinde bu tür ifadeler çoktur. Onlar kalbte imanın ve nifakın olabileceğini belirtirler. Kitap ve sünnet de buna delildir. Peygamber (s.a.v) imanın bölümlerini ve münafıklığın da bölümlerini zikrederek şöyle buyurmuştur:

"Her kimde bunlardan bir bölüm bulunursa, onu terkedinceye kadar o kişide münafıklıktan bir bölüm bulunur." (Buhârî, İman, 24; Cizye, 17; Müslim, İman,106; Ebû Dâvûd, Sünne, 15)

Bu bölümle birlikte imanın birçok bölümü de bulunabilir, işte bu bakımdan şöyle buyurmuştur:

"Kalbinde zerre ağırlığı kadar imandan eser bulunan kişi cehennemden çıkartılacaktır." (Buhârî, İman, 15; Müslim, İman, 148; Nesâî, İman, 18)

Böylelikle kalbinde imanın en az miktarı bile bulunan bir kimsenin cehennemde ebediyyen kalmayacağını öğrendiğimiz gibi, kalbinde çokça münafıklık bulunan kimsenin ise o miktarda cehennemde azab edileceğini ve daha sonra cehennemden çıkartılacağını öğrenmiş oluyoruz.

Buna göre Yüce Allah'ın Bedevi araplara:

"Siz iman etmediniz. Fakat İslâm olduk deyin. Çünkü iman sizin kalbinize girmemiştir..." (Hucurat, 14) buyurması, imanın hakikatinin kaplerine girişini reddetmektedir. Bu ise onların imanın bir şubesine (bölümüne) sahip olmalarına engel değildir. Nitekim zina eden, hırsızlık yapan, kendisi için sevdiğini kardeşi için sevmeyen, komşusunun kendisinden gelecek sıkıntılarından dolayı emniyette olmadığı ve buna benzer kişilerden daha önce sözünü ettiğimiz şekilde, imanın nefyedildiğini de gördük.

Gerçek şu ki Kur'an-ı Kerîm ve hadis-i şerifte birtakım farzların terkedilmesi dolayısıyla imanın kişiden nefyedilmesini belirten birçok ifadeler vardır.

Şimdi şunları söyleyelim:

Seleften, "İslâm olduk" ifadesinin anlamının kılıç korkusuyla teslim olmak anlamına geldiğini söyleyenlerin amacı müslüman olduklarını söylemektir diyenlerin de söyledikleri doğrudur. Çünkü bu sözün sahibi İslâm'a girişi kastetmiştir. Zahir olarak İslâm'a münafıklar da girer. Böylelikle kalbinde iman ve münafıklık bulunan da onun kapsamına girer. Diğer taraftan kalbinde, imandan zerre ağırlığı kadar eser bulunanın cehennemden çıkacağı da doğrudur. Kalbi tamamıyla simsiyah olmuş birinin durumu ise böyle değildir, işte cehennemin en alt derekelerinde olacak kısım budur. Bundan dolayı ashab, kendilerinin münafıklıklarından korkarlar, fakat Allah'ı ve Rasûlünü yalanlamamış olduklarından emindirler. Mü'min, Allah'ı ve Rasûlünü yalanlamadığını kesin olarak bilebilir, işte:

"Ben hakikaten mü'minim" diyenlerin dayanağı budur. Bunlar bu ifadeleriyle kişinin kendisinin kesin tasdikte bulunduğunu bilmesini kastederler. Fakat iman mücerred bir tasdikten ibaret değildir. Aksine daha önce de açıklandığı üzere, zahir birtakım amelleri gerektiren kalbi birtakım amellerin de bulunması kaçınılmazdır.

Allah'ı ve Rasûlünü sevmek, imandandır. Allah'ın emrettiğini sevmek, yasakladıklarını sevmemek de aynı şekilde imanla ilgili en özel hususlar arasında yer alır.

Bundan dolayı Peygamber (s.a.v) birçok hadisi şerifte şunu belirtmektedir:

"Her kimin yaptığı iyilik kendisini sevindirir, kötülüğü de kendisini üzerse o kişi mü'mindir." (Tirmizî, Fiten, 7; Müsned, 1,18, 26; III, 446)

İşte bir kimse iyiliği sever ve bundan dolayı sevinirse, kötülüğe buğzeder ve onu işlemekten de hoşlanmazsa -isterse kendisine baskın gelen bir arzu (şehvet) ile yapmış olsun- işte bu sevgi ve buğz imanın özellikleri arasındadır.

Bilindiği gibi zani, zina ettiği zaman ancak nefsi bu fiili sevdiğinden dolayı zina eder. Eğer kalbinde şehvetini bastıracak şekilde Allah korkusu veya ona üstün gelecek şekilde Allah sevgisi meydana gelirse, zina etmez.

Bundan dolayı Yüce Allah Yusuf (a.s) hakkında şöyle buyurmuştur:

"İşte biz fuhşu ve fenalığı ondan giderelim diye böyle yaptık. Çünkü o ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı." (Yusuf, 24)

Allah'a gerçek bir ihlasla bağlanmış kimse, zina etmez. Zina etmesinin tek sebebi, böyle bir durumda olmayışıdır, işte zina etmesi halinde ondan alınan iman budur. Yoksa ondan, tasdikin kendisi alınmaz. Bundan dolayı o kişi müslümandır. fakat mü'min değildir denilmiştir.

Sevaba hak kazanan müslümanın tasdik edici olması kaçınılmazdır. Aksi takdirde münafık olur. Fakat tasdik eden herkes de kalbiyle mükemmel bir şekilde Allah'ı ve Rasûlünü sevmek, Allah'tan korkmak, amellerinde Allah için ihlaslı olmak, ona tevekkül etmek gibi farz olan imanî haller, tasdik eden herkesin kalbinde yer almaz. Aksine kişi Rasûlün getirdiklerini tasdik etmekle birlikte, amelleriyle, riyakârlık yapabilir. Ailesini ve malını, Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten fazla sevebilir, işte mü'minler işin sonunda Tevbe sûresinde bu hususta muhatap alınarak onlara şöyle denilmiştir:

"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz soy ve sopunuz, elinize geçirdiğiniz mallar, durgunluğundan korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler sizin için Allah'tan, Rasûlünden ve onun yolundaki bir cihaddan daha sevimli ise, o halde Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez." (Tevbe, 24)

Bilindiği gibi müslümanlardan pek çok kimse veya onların çoğunluğu, bu niteliğe sahiptir.

Allah ve Rasûlünü, onların dışında kalan her şeyden daha fazla sevmedikçe kişinin mü'min olmayacağı rivayetle sabittir. Mü'min, şüphe ve tereddüde düşmeyen, malıyla ve canıyla Allah yolunda cihad eden kimsedir. Rasûlullah (s.a.v)'ın imanı nefyettiği kişi kalbinde imanda farz olan haller bulunmayan kimsedir. Bununla birlikte tasdiki olsa bile böyledir.

Tasdik ise imandandır. Tasdik ile birlikte Allah'ın sevgisi ve Allah korkusu da bulunmalıdır. Aksi takdirde bunlardan herhangi bir eser taşımayan bir tasdik, hiçbir şekilde iman olamaz. Bu ancak Fir'avn'un, yahudilerin ve İblis'in tasdiki gibi olur. İşte selefin Cehmiye'ye karşı reddedip itiraz ettiği husus budur.

Humeydi der ki:

Veki'i şöyle derken dinledim:

"Ehl-i sünnet der ki: iman, söz ve ameldir.

Mürcie'de der ki iman sözdür.

Cehmiyye der ki: iman bilmektir. Bir diğer rivayette onun işte bu küfürdür dediği de nakledilmiştir."

Muhammed b. Ömer el-Küllabi der ki:

Ben Vaki'i şöyle derken dinledim:

Cehmiyye Kaderiyye'den de daha kötüdür. Ayrıca Vaki dedi ki:

Mürcie, ikrarda bulunmak, amele ihtiyaç bırakmaz diyen kimselerdir. Böyle diyen kişi ise helak oldu demektir. Her kim niyet amelin yerini tutar ve ona ihtiyaç bırakmaz derse, bu söz küfürdür, işte Cehm'in sözü de budur. Ahmed b. Hanbel de böyle söylemiştir.

İşte bundan dolayı bu söz yani iman söz ve ameldir görüşü, ehl-i sünnet arasında sünnetin şiarlarından kabul edilmiştir. Hatta birden çok kişi, bu konuda icma bulunduğunu nakleder. O, Şafiî (r.a)'den, "el-Ümm" adlı kitabında sözünü ettiği icmaı kaydetmiştir. Şöyle der:

Ashab, tabiin, ondan sonra gelenler ve bizim yetiştiğimiz ilim adamları icma ile şöyle derdi:

"İman, söz, amel ve niyyettir. Bu üçünden hiçbirisi diğerleri olmadıkça yeterli olmaz. "

İbn Ebi Hatim "Menakid" inde der ki:

Ben Harmele'yi şöyle derken dinledim:

Hafs el-Ferc ile Misman el-İbabi, Şafiî'nin yanında Ceremi'nin evinde bir araya geldiler ve iman konusunda tartıştılar. Misman, imanın artıp eksilmesi konusunda delil getirirken, Hafs bu konuda ona karşı çıktı. Şafiî meseleyi ele aldı ve imanın söz ve amel olduğunu, artıp eksildiğini ortaya koydu. Hafs el-Ferdi, parçaladı ve ufaladı.

Ebu Amr et-Talemenkî, bilinen isnadıyla Musa b. Harun el-Hammal'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir:

İshak b. Raheveyh bize şunu yazdırdı, iman söz ve ameldir, artar ve eksilir.

Bunun açıkladığımız bu şekilde olduğunda şüphe yoktur. Bizler bunu sahih rivayetlerden genel ve muhkem eserlerden öğrenmiş bulunuyoruz. Rasûlullah (s.a.v) 'in tek tek ashabı, tabiîn ve ondan sonra gelenler hep bu inançtaydılar. Tabiînden sonra gelen ilim ehli de aynı şekilde tek bir kanaat üzeredirler ve bu konuda ihtilaf etmemişlerdir. Evzai'nin döneminde Şam'da da durum böyleydi, Süfyan es-Sevri döneminde Irak'ta, Ma'mer döneminde Yemen'de açıkladığımız şekilde kanaatler hep iman söz ve ameldir, artar ve eksilir şeklindedir.

İshak der ki:

Namaz, kasten öğlenin vakti çıkıp akşam girene kadar, akşamı da gece yarısına kadar terkeden bir kimse, Allah'ı inkâr etmiş bir kâfir olur. Üç gün süreyle tevbe etmesi istenir. Geri dönmeyecek olursa ve namazı terketmek küfür olmaz diyecek olursa, boynu vurulur. Eğer namaz kılar ve bunu söyleyecek olursa, bu bir ictihad meselesi kabul edilir. Ayrıca der ki:

Onlardan sonra bizim bu asrımızda bulunan ilim adamları da açıkladığımız bu şekilde onlara uymuştur. Cemaatten uzaklaşıp değişik hevalara uyanlar müstesnadır. Bunlar ise cemaatten uzaklaştıkları için Allah'ın kendilerine ehemmiyet vermediği bir topluluktur.

İman konusunda bir kitap yazmış olan imam Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellâm der ki:

Mekke ehlinden olup iman söz ve ameldir, artar ve eksilir diyen kişilerin isimlerini aşağıya kaydediyoruz.

- Ubeyd b. Umeyr el-Leysî,

- Ata b. Ebî Rebâh,

- Mücâhid b. Cebr,

- İbn ebi Müleyke,

- Amr b. Dinar,

- İbn Ebî Necîh,

- Ubeydullah b. Ömer,

- Abdullah b. Amr b. Osman,

- Abdülmelik b. Cerîh.

- Nafi b. Cübeyr,

- Davud b. Abdurrahman,

- Abdullah b. Reca.

Medine halkından:

- Muhammed b. Şihâb ez-Zührî,

- Rabîa b. Ebî Abdurrahman,

- Ebû Hazım el-A'rec,

- Sad b. İbrahim b. Abdurrahman b. Avf,

- Yahya b. Sa-id el-Ensârî,

- Hişâm b. Urve b. Ez-Zubeyr,

- Abdullah b. Ömer el-Ömerî,

- Mâlik b. Enes,

- Muhammed b. Ebi Zi'b,

- Süleyman b. Bilâl,

- Abdülaziz b. Abdullah -yani el-Mâcişûn- Abdülaziz b. Ebi Hâzim.

Yemen halkından:

- Tâvûs el-Yemani,

- Vehb b. Münebbih,

- Ma'mer b. Râşid,

- Abdürrezzak b. Hemmâm.

Mısır ve Şam halkından:

- Mekhûl, el-Evzaî,

- Said b. Abdülaziz,

- el-Velîd b. Yezid b. Şureyh,

- Said b. Ebî Eyyüb,

- el-Leys b. Sa'd,

- Abdullah b. Ebi Ca'fer,

- Muâviye b. Ebî Salih,

- Kalve b. Ebi Şureyh,

- Abdullah b. Vehb.

Belli başlı büyük bölgelerde ve onların dışında kalan el-Cezire'de sakin olanlardan:

- Meymûn b. Mehrân,

- Yahya b. Abdülkerîm,

- Ma'kil b. Ubeydullah,

- Ubeydullah b. Amr er-Rakkî,

- Abdülmelik b. Mâlik,

- el-Muafa b. Ümran,

- Muhammed b. Seleme el-Harrânî,

- Ebû İshak el-Fazârî,

- Mahled b. el-Hüseyn,

- Ali b. Bekkâr,

- Yûsuf b. Esbât,

- Atâ b. Müslim,

- Muhammed b. Kesir,

- el-Heysem b. Cerîr.

Küfe halkından:

- Alkarne, el-Esved b. Yezid,

- Ebû Vâil,

- Said b. Cübeyr,

- er-Rabf b. Haysem,

- Amir es-Şa'bî,

- İbrahim en-Nehaî,

- el-Hakem b. Uteybe,

- Talha b. Musarif,

- Mansûr b. el-Mu'temir,

- Seleme b. Kuneyl,

- Muğîre ed Dabbî,

- Atâ b. es-Saib,

- İsmail b. Ebi Halid,

- Ebû Hayyan,

- Yahya b. Said,

- Süleyman b. Mehrân el-A'meş,

- Yezîd b. Ebi Ziyâd,

- Süfyân b. Said es-Sevrî,

- Süfyan b. Uyeyne,

- el-Fudayl b. lyad,

- Ebu'l-Mikdâm,

- el-Aclân,

- İbn Subrüme,

- İbn Ebi Leylâ,

- Züheyr, Şerik b. Abdullah,

- el-Hasen b. Salih,

- Hafs b. Gıyâs,

- Ebû Bekr b. Ayyaş,

- Ebu'l Ahvas,

- Vekî b. el-Cerrâh,

- Abdullah b. Numeyr,

- Ebû Üsâme,

- Abdullah b. İdris,

- Zeyd b. el-Hubâb,

- el- Huseyn b. Ali,

- Muhammed b. Bişr b. el-Abdî,

- Yahya b. Adem,

- Übeyd oğulları Muhammed,

- Ya'la ve Amr.

Basra halkından:

- el-Hasen b. Ebu'l-Hasan,

- Muhammed b. Şîrîn,

- Katâde b. Deâme,

- Bekr b. Abdullah el-Müzenî,

- Eyyub es-Sahtiyanî,

- Yunus b. Ubey,

- Abdullah b. Avf,

- Süleyman et-Teymî,

- Hişâm b. Hassan ed-Destavâî,

- Şu'be b. el-Haccâc,

- Hammad b. Seleme,

- Hammad b. Yezd,

- Ebu'l Eşheb,

- Yezid b. İbrahim,

- Ebû Avâne,

- Nuhey' b. Hâlid,

- Abdulvâris b. Said,

- Mu'temir b. Süleyman et-Teymi,

- Yahya b. Said el-Kattân,

- Abdurrahman b. Mehdi,

- Bişr b. el-Mufaddal,

- Yezîd b. Zürey,

- el-Müemmil b. İsmail,

- Hâlid b. el-Haris,

- Muâz b. Muâz,

- Abdurrahman el-Mukrî.

Vâsıt halkından:

- Hüseym b. Beşir,

- Hâlid b. Abdullah,

- Ali b. Asım,

- Yezid b. Hârûn,

- Salih b. Ömer b. Ali b. Asım.

Meşrık ehlinden:

- ed-Dahhâk b. Muzahim,

- Ebû Cemra Nazr b. Umrân,

- Abdullah b. el-Mübarek,

- el-Nadr b. Sumeyl,

- Cerir b. Abdülhamîd ed-Dabbî.

Ebû Ubeyd der ki:

İşte bütün bunlar, iman, söz ve ameldir, artar ve eksilir derler.

Ve bu ehl-i sünnetin görüşü olup bizce gereğince amel olunan görüştür.

Kûfelilerden olup bu görüşte olanları diğerlerinden daha çok sayıda zikretmesinin sebebi "irca" görüşlerinin Küfe halkı arasında herkesten önce ve daha çok görülmesinden dolayıdır. Bu görüşün ilk savunucusu Hammad b. Ebi Süleyman idi. O bakımdan Küfe alimleri açıktan açığa bunu reddetmek ihtiyacını hissettiler. Bundan dolayı belirtilen kanaati ortaya koyanlar çok oldu.

Aynı şekilde Cehmiyye, ilk olarak Horasan'da baş gösterdiği için Horasan alimleri arasında o zaman Cehmiye'ye karşı görüş ortaya koyan ilim adamları bu bid'atin bulunmadığı ve işitilmediği beldelerdekilerden çok daha fazla miktarda olmuştur.

Nitekim bir hadiste şöyle denilmiştir:

"İslâm'ın ve müslümanların neredeyse ortadan kaldırılacağı her bid'atin yanında Yüce Allah'ın İslâm'ın alametlerini konuşup söyleyen kulları olur. O bakımdan sizler bu tür meclislerde bulunmayı ganimet biliniz. Çünkü oranın ehline rahmet iner." (Ebu Nuaym, Hilyetu'l - Evliya'da, yakın ifadelerle kaydetmiştir. Bkz. Azizi, Şerhu'l- Camii's-Sagir, II, 7 "innelillâhi..." )

İnsanda iman ve nifak bulunur görüşü selefin görüşlerinden olduğu gibi, insanda iman ve küfür bulunur görüşü de vardır. Fakat bu insanı dinden çıkartan bir küfür değildir.

Nitekim İbn Abbas ve arkadaşları Yüce Allah'ın:

"Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir" (Maide, 44) buyruğu hakkında şöyle demişlerdir:

Bunlar kişiyi dinden çıkartmayan bir küfür ile kâfir olur. Ahmed b. Hanbel ve sünnet imamlarından başkaları bu görüşte onlara uymuşlardır.

İmam Muhammed b. Nasr b. Revezî "es-Salah" adlı eserinde şöyle demektedir:

"İnsanlar bu Cibril hadisinin tefsirinde farklı görüşlere sahiptir. Bizim arkadaşlarımızdan bir kesim şöyle der:

Peygamber (s.a.v)'in:

"İman Allah'a... iman etmendir" demesi ve bununla birlikte zikrettiği diğer hususlar oldukça muhtasar ve toplayıcı bir söz olup bunun geniş boyutları vardır.

Mürcie bu hadisin tefsiri konusunda vehme düşerek olmadık yorumlara kalkışmışlardır. Buna sebep ise, arap dilini az bilmeleridir.

Kendisine "Cevamiü'l-kerîm" ve sözün başlangıçları (tevatihi) verilen ve oldukça özlü sözler söylemesi müyesser kılınan Peygamber'in sözünün derinliklerini de az biliyorlar.

Hz. Peygamberin:

"İman Allah'a... iman etmendir" buyruğu şu demektir.

Senin onu tevhid etmen, kalbinde dilinle onu tasdik etmen, ona ve emrine, vermiş olduğu emirleri eda etmek azminde bulunmak suretiyle boyun eğmen, emirleri yerine getirmemek, emirlerine karşı büyüklenmek ve inatlaşmaktan uzak kalmaktır. Eğer sen bunları yapacak olursan, O'nun sevdiklerini yapar, O'nu gazablandıran şeylerden de uzak kalırsın.

Hz. Peygamber'in "Ve meleklerine" sözüne gelince, şanı Yüce Allah'ın kitabında adını zikrettiği meleklere iman etmen ve Allah'ın onların dışında kalan meleklerinin de bulunduğuna inanmandır ki, bunların isim ve sayılarını onları yaratandan başkası bilmez. Hz. Peygamberin:

"Ve kitaplarına" sözünün anlamı ise, Yüce Allah'ın Kur'an'da özellikle adlarını zikrettiği Tevrat, incil ve Zebur gibi kitaplarına iman etmenin yanında, şanı Yüce Allah'ın bunların dışında peygamberlerine indirmiş olduğu başka kitaplarının da olduğuna iman etmendir ki, bunların isim ve sayılarını onları indirenden başkası bilmez. Ayrıca Furkan'a (Kur'an-ı Kerîm) inanmalısın. Senin o kitaba imanın diğer kitaplara imanından farklıdır. Diğer kitaplara olan imanın kalb ve dille onları ikrar etmenden ibaret iken, Furkan'a iman etmen, onu ikrar etmen ve onda bulunanlara tabi olman demektir.

Hz. Peygamberin:

"Ve peygamberlerine" ifadesine gelince, Allah'ın Kur'an'da adını zikrettiği peygamberlerine iman etmen, ayrıca Yüce Allah'ın onların dışında kalan rasül ve peygamberlerinin bulunduğuna da iman etmen demektir ki, bunların isimlerini onları gönderenden başkası bilmez. Diğer taraftan Hz. Muhammed'e de iman etmen gerekir ki, senin ona iman etmen diğer peygamberlere iman etmenden farklıdır. Diğer peygamberlere iman etmen, onların peygamber olduklarına inanmandan ibarettir. Muhammed (s.a.v)'e iman edip onun peygamberliğini kabul ederek onu tasdik etmen, onun getirdiklerine sımsıkı bağlanman demektir. Onun getirdiklerine tabi olduğun takdirde farzları eda edersin, helali helal, haramı haram bilirsin. Şüpheli hallerde durursun. Hayırları işlemekte elini çabuk tutarsın.

Hz. Peygamberin "ve ahiret gününe" buyruğuna gelince, öldükten sonra dirilişe, hesaba, mizana, cennete, cehenneme, Yüce Allah'ın kıyamet gününün niteliği konusundaki belirttiklerinin tümüne iman etmendir. Hz. Peygamberin:

"Hayrı ve şerriyle kadere iman etmen" sözüne gelince, sana isabet eden bir şeyin isabet etmemesinin, isabet etmeyen bir şeyin de asla isabetinin söz-konusu olamayacağına iman etmendir ve ayrıca şöyle olsaydı böyle olmayacaktı, şu olmasaydı bu olmayacaktı dememendir.

İşte Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman budur.