Küfür, fısk ve isyan

Muhammed b. Nasr el-Mervezî:

İşlenen suçların bir kısmının küfür olması ve bir kısmının da küfrü içermesi dolayısıyla, bunların arasında fark bulunduğunu ve üç kısma ayrıldığını belirtmiştir.

1 - Bunların bir kısmı küfür,

2 - Diğeri fâsıklıktır ve

3 - Üçüncüsü de sadece isyandır.

Bütün bunları mü'minlere hoş göstermediğini de haber vermiştir. Bütün itaatler iman kapsamına girdiğinden ve hiçbirisinin onun dışında olmadığından dolayı, aralarında hiçbir fark gözetmeyerek şöyle buyurmuş gibidir:

O size imanı, farzları ve sair itaatleri sevdirmiştir. Ancak genel bir ifade ile sadece:

"Size imanı sevdirdi" buyurmuş ve bunun kapsamına bütün itaatler girmiş olmaktadır. Çünkü O, mü'minlere namazı, zekâtı ve diğer itaatleri sevmeyi, dinin bir gereği kılmıştır. Çünkü Allah bu itaatleri onlara sevdirdiğini, kalplerinde süslediğini haber vermiştir. Çünkü o:

"Size imanı sevdirdi" buyurmuştur. Bunun yanında mü'minler, hiçbir kötülüğü sevmez ve onlardan tiksinirler. Küfrü, fâsıklığı ve diğer bütün kötülükleri sevmemelerinin ve onlardan tiksinmelerinin nedeni, dinlerine olan bağlılıklarıdır. Çünkü şanı Yüce Allah onları bunlardan tiksindirdiğini bildirmiştir. Rasûlullah (s.a.v)'ın şu buyruğu da bunu ifade etmektedir.

"Her kimin iyiliği kendisini sevdirir, kötülüğü de onu üzer ve rahatsız ederse, işte o mü'mindir." (Tirmizî, Fiten, 7 49; Nesâî, Zekât, 60)

Çünkü Şanı Yüce Allah haseneleri mü'minlere sevdirmiş, seyyielerden de tiksindirmiştir.

Ben derim ki, Yüce Allah'ın mü'minleri bütün masiyetlerden tiksindirmesi, bütün itaatleri sevmelerini gerektirir. Çünkü itaatlerin terki bir masiyettir. Diğer taraftan onların zıddı ile kaynaşmış olmayan bir kimse, masiyetleri terkedemez. Onlarla kaynaştığı takdirde, onların zıddı olan şeyleri sever ki, işte bu da itaattir. Diğer taraftan kalbde bir iradenin bulunması da kaçınılmazdır. Eğer o kötülüklerden tiksiniyorsa, iyilikleri istemesi de kaçınılmazdır. Mubah iyi niyet sonucunda iyilik, kötü niyet sonucunda da şer olur, irade olmadan istekle yapılan bir fiil olamaz. Ondan dolayı sahih bir hadiste Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Yüce Allah'ın en sevdiği isimler Abdullah ile Abdurrahman'dır. En doğru isimler Haris ve Hemmam'dır, en çirkin isimler ise Harb ve Mürre'dir." (Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, "Ehabbu'l esmâi..." )

Hz. Peygamber tarafından en doğru isimlerin Haris ve Hemmam olduğunun belirtilmesinin sebebi, her insan Hemmam ve Haris olmasındandır. Çünkü "Haris" kazanan ve çalışan kimse demektir. "Hemmam" ise iradenin başlangıcı olan bir işi yapmaya karar verme özelliğine çokça sahip olan demektir, insan bir canlıdır. Her canlı da, duygu sahibidir ve iradeyle hareket eder. Mubah şeylerden herhangi birisini yapacak olursa, onun nihayette gerçekleştireceği bir amacının bulunması kaçınılmaz bir şeydir. Her amaç ise, ya bizzat özü itibariyle amaçtır veya başka bir sebep dolayısıyla amaç edinilir. Nihai amacı ve dileği, hiçbir şeyi ortak koşmaksızın -O'ndan başkasına ibadet etmediği, yalnız kendisine ibadet ettiği ilahı ve onun dışındaki her şeyden daha çok sevdiği- Yüce Allah'a ibadet olan bir kimsenin bu konudaki maksat ve iradesi, Allah'ın rızasını istemesi noktasına ulaşır. O bakımdan böyle bir kimse itaatleri gerçekleştirebilmek için yardımlarını almak maksadıyla işlediği mubahlardan dolayı da sevap alır.

Nitekim Buhârî ile Müslim'de yer alan rivayete göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Kişinin, Allah'tan ecrini umarak aile halkına yaptığı harcamaları sadakadır." (Buhârî, İman, 41, Nafakat, 1; Müslim, Zekât)

Yine Buhârî ile Müslim'de rivayet edildiğine göre Hz. Muhammed, Sad b. Ebî Vakkas'a Mekke'de hastalanıp ziyaretine gittiği sırada şöyle demiştir:

"Sen Allah'ın rızasını umarak yapmış olduğun her harcama sebebiyle mutlaka derecen ve makamın yükselir. Hatta hanımının ağzına koyduğun lokma için bile bu böyledir." (Buhârî, Vasayâ, 2, Nefakat, 1- Müslim Vasiyyet, 5; Ebû Dâvûd, Vasayâ, 2, Tirmizî Vasayâ 1)

Muaz b. Cebel de Ebû Musa'ya şöyle demiştir:

"Ben ayakta duruşumun ecrini Allah'tan beklediğim gibi, uykumun ecrini de Allah'tan bekliyorum."

Seleften gelen rivayete göre, âlimin uykusu da bir teşbihtir.

Buna göre, eğer onun asıl maksadı Allah'tan başkasına ibadetse, helâl olan şeyler (Tayyibat) onun için mubah değildir. Çünkü Yüce Allah bunları kullarının mü'min olanlarına mubah kılmıştır. Hatta kâfirler suçlu ve günahkârlarla şehvetlerinin peşinden gidenler kıyamet gününde dünyada iken faydalandıkları halde bu nimetler dolayısıyla onu zikretmeyip ibadet etmediklerinden dolayı, nimetleri sebebiyle hesaba çekilecekler ve onlara şöyle denilecektir:

"Siz dünya hayatında bütün güzel şeylerinizi kaybettiniz, bunlarla (orada) sefa sürdünüz, tükettiniz. Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı bugün, alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız." (Ahkâf, 20)

Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sonra o gün (size verilen) nimetten sorulacaksınız." (Tekasür, 8)

Yani nimetlere şükretmemekten dolayı sorguya çekileceksiniz. Kâfir ise Yüce Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetlere şükretmez. Bu şükürsüzlüğü dolayısıyla Allah, onu cezalandıracaktır. Allah bu nimetleri sadece mü'minlere mubah kılmış ve bununla birlikte onlara şükretmesini emretmiştir.

Nitekim şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların iyilerinden yeyin ve Allah'a şükredin." (Bakara, 172)

Müslim'in Sahih'inde Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediği rivayet edilmektedir:

"Allah, yediği bir lokmadan ve içtiği bir sudan dolayı kendisine hamdeden bir kuldan razı olur." (Müslim, Zikr, 89; Tirmizî, Et'ime, 18)

İbn Mâce'nin Sünen'inde ve başkalarında da şöyle denilmektedir:

"Şükreden oruçsuz, sabreden de oruçlu seviyesindedir." (İbn Mâce, Siyam, 55)

Rasullere de böyle söylemiştir:

"Ey peygamberler: Temiz şeylerden yeyiniz ve salih amel işleyiniz." (Mü'minun, 51)

Yine bir başka yerde şöyle buyurmuştur:

"İhramda iken avı helâl saymamak şartıyla, size okunacak olanların dışında kalan hayvanlar sizin için helâl kılındı." (Mâide, 1 ) İbrahim (a.s):

"Halkından Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri mahsullerle rızıklandır" (Bakara, 126) diye dua etmiş, Yüce Allah da şöyle cevap vermişti:

"Kâfir olanı dahi az bir süre geçindirir, sonra onu cehennem azabına mahkum ederim. Varacağı yer ne kötü bir uğraktır." (Bakara, 126)

İbrahim (a.s) hoş ve temiz şeyler ile rızıklandırılmaları için özel olarak mü'minlere dua etmiştir. Yüce Allah da, emrettiği üzere ihramayken avlanmayı haram sayanlara, hayvanları mubah kılmış, mü'minlere helâl ve temiz şeylerden yiyerek kendisine şürketmelerini emretmiştir.

Bu bakımdan Yüce Allah, mutlak olarak bütün insanlara yaptığı hitapla, sadece mü'minlere yaptığı hitap arasında bir ayırım gözetmiştir:

"Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeylerden yeyin, şeytanın adımlarına uymayın, çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır. O size daima kötülük ve çirkin iş yapmanızı, Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi emreder. Onlara:"Allah'ın indirdiğine uyun" dense: "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?." (Bakara, 168-170)

Şanı Yüce Allah bütün insanlara, yeryüzünde bulunan nimetlerden yemelerini iki şartla helâl kılmıştır. Hoş ve temiz, ayrıca helâl olacak.

Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların iyilerinden yeyin, Allah'a şükredin, eğer O'na kulluk ediyorsanız. Allah size leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı." (Bakara, 172-173)

Görüldüğü gibi, Yüce Allah burada mü'minlere, iyi ve temiz şeylerden yeme iznini, helâl olma şartı koşmaksızın vermiş ve sözü geçen şeylerin dışında kalanları onlara haram kılmıştır. Bu istisnaların dışında kalanların hiç birisi mü'minlere haram kılınmamıştır. Bununla birlikte O, bu hitabıyla haram kılmadığı şeyleri helâl de kılmamıştır. Aksine bunlar hakkında hiçbir şey söylememiştir. Nitekim hem mevkuf, hem de merfû olarak rivayet edilen ve Hz. Selman'dan gelen hadiste de şöyle denilmektedir:

"Helâl, Allah'ın Kitabında helâl kıldığı şeylerdir. Haram da Allah'ın kitabında haram kıldıklarıdır. Hakkında susup bir şey söylemedikleri ise, onun affettiği (hakkında buyruk indirmediği) şeylerdir." (Tirmizî, Libâs, 6; Ebû Dâvûd, Et'ime, 30;İbn Mâce, Et'ime, 60 )

Ebu Sa'lebe'nin rivayet ettiği hadiste de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Allah birtakım şeyleri farz kıldı. Onları zayi etmeyin. Bazı sınırlar da çizdi. Onları aşmayın. Birtakım şeyleri haram kıldı, onları çiğnemeyin. Bazı şeyler hakkında da, unutkanlıktan değil, size rahmetinden dolayı sustu. Bunları da fazla araştırmayın." (Kaynağı tesbit edilemedi)

Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir:

"De ki: Bana vahyolunanda yiyen kimse için haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Ancak leş.... olursa başka.... " (En'am, 145)

Böylece sözü edilenler dışındaki şeylerin haram kılınmadığının bildirilmesi, geriye kalanların haram kılınmadıkları hakkında da söz söylenmemesi, onların afv kapsamına girdiklerini ifade eder. Helâl kılmak, ancak bir hitapla olur. Bu bakımdan işaret ettiğimiz bu ayet-i kerîmeden daha sonra nazil olan Mâide sûresinde Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar.De ki: 'Size iyi ve temiz şeyler (tayyibat) helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiklerinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların sizin için yakaladıkları şeyleri, yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın... Bugün size iyi ve temiz şeyler (tayyibat) helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir." (Mâide, 4,5)

İşte bu ayetin indirildiği gün, onlara tayyibat (iyi ve temiz şeyler) helâl kılınmış oldu. Bundan önce ise, istisna ettiklerinin dışındakilerden başkası onlara haram değildi.

Peygamber (s.a.v) de yırtıcı hayvanlardan azı dişleri olanlar ile uçan kuşlardan pençesi olanları haram kılmıştır. Bu, kitaptaki hükmün neshi değildir. Fakat onun haram oluşu hakkında bir şey söylememiştir. Dolayısıyla bunun haram kılınışı başlangıçta bir teşrii hükmü ifade eder. Bu bakımdan Peygamber (s.a.v) Ebû Râfl, Ebû Sa'lebe ve Ebû Hureyre ile başkalarından gelen yollarla rivayet edilmiş hadisi şerifte şöyle buyurmuştur:

"Birinizin koltuğuna yaslanarak benim vermiş olduğum bir emir veya yaptığım bir yasak kendisine ulaştığı halde, kalkıp bizimle sizin aranızda bu Kur'an vardır. Onda helâl olarak bulduğumuzu helâl, haram olarak bulduğumuzu da haram kabul ederiz dediğini görmeyeyim. Şunu bilin ki, bana hem Kitap (Kur'an) hem de onunla birlikte onun benzeri verilmiştir."

Aynı hadisin bir diğer varyantında şöyle denilmektedir:

"Şunu biliniz ki, bana bu verilen Kur'an'ın misli veya daha fazlasıdır. Şunu bilin ki, ben yırtıcı hayvanlardan azı dişli olanların hepsini haram kılıyorum." (Ebû Dâvûd, Haraç, 33; İbn Mâce, Mukaddime, 2)

Böylelikle Peygamber (s.a.v) kendisine bir başka vahyin de indirilmiş olduğunu açıklamaktadır. Bu ise kitabın dışında kalan hikmettir. Allah, indirdiği bu vahiyle, haram kılındığını haber verdiği şeyleri haram kılmıştır. Bu ise, Kitab'ın neshi demek değildir. Çünkü Kitab, zaten bu gibi şeyleri kesinlikle haram kılmamıştır. O, iyi ve temiz şeyleri (tayyibat) helâl kılmıştır. Bunlar ise tayyibattan değildir.

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından (tayyibat) yiyiniz." (Bakara, 172)

Bu ayet-i kerîme, onun bütün özelliklerini ele almamakla birlikte, bunları da haram kılmamıştır. Ayrıca haram kılınması konusunda bir şey de söylenmemiştir (afv). Yoksa bu buyrukla yenilmeleri konusunda izin verilmiş de değildir.

Kâfirlere gelince, Allah onların herhangi bir şey yemelerine izin vermemiş, onlara bir şeyi helâl kılmamış ve onların yedikleri herhangi bir şeyi de afv etmemiştir. Aksine şöyle buyuruyor:

"Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeylerden yeyin." (Bakara, 168)

İşte burada onların yedikleri şeyin helâl olması şartını koşmuştur. Helal ise, Allah ve Rasulü'nün izin verdiği şeylerdir. Yüce Allah ise, yemek hususunda sadece mü'minlere izin vermiş. Ancak bu izin, onların iman etmeleri halinde geçerlidir. Bu bakımdan kâfirlerin ellerinde bulunan mallar şer'i mülk yoluyla elde edilmiş mallar değildir. Çünkü şer'i mülk, kanun koyucunun mubah kıldığı tasarrufa sahip olmak demektir. Kanun koyucu ise, ancak iman şartıyla mallarda tasarrufu mubah kılmıştır. O bakımdan onların malları mubah kalmaya devam etmiştir. O kâfirlerden herhangi bir grup, bir başka grubu mağlup edecek olursa, kendi dinlerinde onu helâl kabul ederler ve onları ellerinden alırlar. Böylelikle bu galipler bu mallarda öncekilerin durumunda olurlar.

Müslümanlar o malları ganimet olarak alacak olurlarsa, şer'an o mallara malik olurlar. Çünkü Yüce Allah müslümanlara, ganimetleri mubah kılmıştır, başkalarına mubah değildir. O bakımdan müslümanların, kâfirlere, kendi dinlerinde helâl kıldıkları biribirlerinden zorla almak ilkesi ile davranmaları caiz olduğu gibi, bir kesimin ötekinden esir aldığı kimseleri satın almaları da caiz olur. Çünkü bu, müslümanın mubah şeyleri istila yoluyla eline geçirmesi durumundadır. Bu bakımdan Yüce Allah kâfirlerin mallarından müslümanların eline geçen şeylere "fey" adını vermiştir. Çünkü Yüce Allah bunu kendisine ibadet eden ve rızkı ile ona ibadete destek sağlayan mü'min kullarına geri iade etmiştir. Aslında Yüce Allah, bütün yaratıkları kendisine ibadet etmeleri için yaratmıştır. Onlar için yaratmış olduğu rızkı onun vasıtasıyla kendisine ibadet etmelerine yardımcı olsun diye varetmiştir. "Fey" lafzı ganimeti de kapsamına alabilir.

Nitekim Peygamber (s.a.v) Hüneyn ganimetleri hakkında şöyle demiştir:

"Şanı Yüce Allah'ın sizlere fey olarak verdiklerinden bana ait olan kısım sadece beşte birdir. Beşte bir de size geri gelir." (Ebû Dâvûd, Cihâd, 121,149; Muvatta, Cihâd, 22 12; Edeb, 160)

Fakat Yüce Allah'ın:

"Allah'ın onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince..." (Haşr, 6) buyruğundan dolayı "fey" lafzı, mutlak olarak kullanıldığından kâfirlerden alınan mal şeklinde anlaşılmıştır.

Mü'min, ihtiyacı sebebiyle haramdan kurtulup helali yerine getirmek amacıyla mubah olan bir şeyi yaptığı takdirde, sevap kazanır. Nitekim Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Sizden herhangi bir kimsenin hanımına yaklaşması da bir sadakadır. Ashab: Ey Allah'ın Rasulü! Bizden birisi arzusunu gerçekleştirince bundan dolayı ecir alır mı? diye sorunca Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ne dersiniz, o bu arzusunu haram yoldan gerçekleştirecek olsa günah kazanır mıydı? îşte helâl yoldan bunu temin edince de bundan dolayı ecir alır." (Müslim, Zekât, 52; Ebû Dâvûd, Tatavvu,)

Bu hadis-i şerif İbn Ömer'in Peygamber (s.a.v)'den rivayet ettiği şu hadisi andırmaktadır:

"Allah masiyet olan bir işin yapılmasından hoşlanmadığı gibi, ruhsatları ile amel edilmesini sever." (Müsned, 2, 108)

Bu hadisi imam Ahmed ve Sahih'inde Ibn Huzeyme ile başkaları da rivayet etmiştir.

Bu buyrukta Peygamber (s.a.v) bize şunu haber vermektedir:

"Yüce Allah günahların işlenmesinden hoşlanmadığı gibi, ruhsatlarının da işlenmesini sever."

Fukahanın bir kısmı bunu:

"Azimetlerinin yapılmasını sevdiği gibi..." şeklinde rivayet ediyorlarsa da, hadisin lafzı böyle değildir. Çünkü ruhsatlan Yüce Allah kullarının onlara ihtiyaçları dolayısıyla mubah kılmıştır. Mü'minler de onlardan aldıkları kuvvetle ona ibadet ederler. O bakımdan o ruhsatların yapılmasından hoşnut olur. Çünkü kerîm olan zat ihsan ve lütuflarının yapılmasını sever. Nitekim bir başka hadiste şöyle denilmiştir:

"Kasr (yolculukta dört rek'atlık farzları iki rek'at olarak kılmak) Allah'ın size verdiği bir sadakadır. Onun sadakasını kabul ediniz." (Zeylâî, Nasbu'r-Râye, ikinci Baskı, 2, 190)

Diğer bir sebep ise ona ibadet ve itaatin bu lütuflarından istifade etmekle mümkün olmasıdır, insanın ihtiyaç duymadığı, aksine abes olarak işlediği söz ve amellere gelince, bunlar onun lehine değil, aleyhinedir.

Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

"Ademoğlunun bütün sözleri, lehine değil aleyhinedir, iyiliği emretmesi, yahut kötülükten nehyetmesi veya Allah'ı zikretmesi müstesna." (İbn Mâce, Fiten, 12)

Buhari ile Müslim'de Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

"Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse, ya hayır söylesin veyahut sussun." (Buhârî, Edeb, 31, 85; Rikâak, 23, İman 74; Ebû Dâvûd, Edeb, 123)

Burada mü'mine iki şeyden birisi emredilmektedir: O, ya hayır söyleyecektir veya susacaktır. Bu bakımdan hayrı söylemek, onu söylemeyip susmaktan daha hayırlıdır. Şerri susup söylememek ise, söylemekten daha hayırlıdır, işte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"(insan) hiç­bir söz söylemez ki, yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın." (Kâf, 18)

Tefsir bilginleri, insanın bütün sözlerinin yazılıp yazılmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Mücahid ve başkaları şöyle der:

Onun sağında ve solunda bulunan melekler, hastalığı halindeki iniltileri de dahil olmak üzere, her şeyi yazarlar.

İkrime ise:

Ancak kendisine ecir verilecek, ya da günah yazılacak şeyleri yazarlar. Kur'an-ı Kerîm ise, iki meleğin söylediği her şeyi yazdıklarına işaret etmektedir. Çünkü:

"(însan) hiçbir söz söylemez ki..." buyruğunda şart olarak nekre gelmiş ve "min" harfi ile te'kid edilmiştir. Bu ise onun bütün sözlerini kapsamaktadır. Aynı şekilde onun muayyen bir söz dolayısıyla ecre veya günaha hak kazanması, yazmakla emrolunan meleklerin ona nelerin emredildiğini ve nelerin de nehyedildiğini bilmesini gerektirir. Yazanın bunu bildiğini kabul etmek için bu konuda bir naklin bulunması kaçınılmazdır. Diğer taraftan insan ya hayır söylemek veya susmakla emrolunmuştur. Ona emredildiği şekilde susmayı terkedip hayır olmayan anlamsız ve boş şeyler konuşacak olursa, bu onun aleyhine olur. Dolayısıyla bu mekruhtur. Mekruh ise, ecrini azaltır, işte bu bakımdan Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Kendisine fayda vermeyen şeyleri terketmesi, kişinin müslümanlığının güzelliğindendir." (Tirmizî, Zühd, 11; İbn Mâce, Fiten, 12;Muvatta, Hüsnu'l-Huluk, 3; Kelâm, 17)

Buna göre faydalı olmayan şeylere dalacak olursa, onun müslümanlığının güzelliğinde eksiklik meydana gelir ve bu da onun aleyhine olur. Çünkü onun aleyhine olan şeylerin tümü dolayısıyla cehennem azabına ve Allah'ın gazabına hak kazanması şartı yoktur. Değerinin ve derecesinin azalması, onun aleyhine bir sonuçtur.