SIHHATİ KONUSUNDA GÖRÜŞ AYRILIĞI BULUNAN BAZI HADİSLER/Tartışma Konusu Olan Hadisler

İnsanların, sihhati (doğruluğu) konusunda anlaşmazlığa düştükleri bazı hadisler nakledilmiştir. Mesela;

"Abdestsiz namaz olmaz." (İbn Mâce, Tahâre, 41'de; "Abdesti olmayanın namazı yoktur" anlamında.)

"Allah'ın adını zikretmeksizin abdest alanın abdesti yoktur." (İbn Mâce, Tahâre, 41)

Birinci hadis Hz. Peygamberin:

"Taharetsiz (yani abdestsiz) namaz olmaz" (Buhârî, Vudû', 2; Müslim, Tahâre, 1; Ebû Dâvûd, Tahâre, 31) hadisi gibidir.

Bu konuda müslümanlar arasında ittifak vardır. Namaz için abdest farzdır. Böyle bir durumda, kılınan namazın kabul edilmemesi, namaz için gerekli olan bir şeyin terkedilmesi dolayısıyladır. Abdest alırken Allah'ın adını anmanın gerekliliği konusunda ise, görüş ayrılıkları vardır. İlim adamlarının çoğunluğu, bunu vacib görmektedir. Bu da Mâlik'in, Ebû Hanife'nin, Şafiî'nin görüşüdür.

İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten birisi de böyledir. Hırkî, Ebû Muhammed ve başkaları bu rivayeti tercih etmektedir.

İlim ehlinden küçük bir grubun savunduğu ikinci görüşe göre ise, Allah'ın adının anılması vacibtir. İmam Ahmed'den gelen diğer rivayet de bu şekildedir. Bu rivayeti Ebû Bekr Abdülaziz ile Kadı Ebû Ya'lâ ve arkadaşları tercih etmiştir.

Peygamber Efendimizin:

"Mescide komşu kimse, namazını mescidde kılmadıkça kabul olmaz" (Suyûtî, el-Câmiu's-Sagîr, "Lamelif" harfi.) hadisi de böyledir. Bu hadisi Dârakutnî rivayet etmiştir. İlim adamlarından kimisi bu hadisin merfû' olarak rivayetini zayıf kabul etmekte ve bunu, Ali (r.a)'nın sözlerinden birisi olarak değerlendirirken, Abdülhak gibi bazıları da bunu merfû bir hadis olarak kabul etmektedir.

Peygamber (s.a.v)'e atfedilen:

"Oruca geceden niyet etmeyenin orucu yoktur" (Nesâî, Siyam, 68; Darimi, Savtn, 10'da: "Fecirden önce niyyet etmeyenin orucu yoktur" anlamında.) hadisi de bu şekildedir.

Bu hadis Sünen sahipleri tarafından rivayet edilmiştir. Merfu olarak rivayetinin sahih olmadığı, ancak mevkuf olarak İbn Ömer'e veya Hafsa'ya (r. anhum) isnadının sahih olabileceği söylenmiştir. Amelde müstehab kabul edilen kemali nefyetmek kastı ile söylenmiş olsa dahi (söylemediği) herhangi bir sözü Resulullah'a isnat etmek, kimsenin yetkisinde değildir. Eğer bu sözler sahih ise, kesin olarak bu işlerin vücubuna işaret eder. Eğer sahih değilse, bunlar, Kitab ve Sünnet'le hükmü kesinleşmiş herhangi bir aslı ortadan kaldırmaz. Eğer Allah ve Rasûlünün kelâmından Allah'ın ve Rasûlünün muradının ne olduğuna dair açık bir delil getirilemiyor ise, hiçbir kimse Allah'ın ve Rasûlünün kelâmını kendi mezhebine uygun bir şekilde yorumlamak yetkisine sahip değildir. Çünkü Allah'ın ve Rasûlünün sözü ilim adamlarının sözlerine değil, ilim adamlarının sözleri Allah'ın ve Rasûlünün sözüne tabidir.

İlim adamları arasında görüş ayrılığı bulunan bir konuda, eğer Şariin sözü belirli bir anlama işaret ediyorsa, Allah ve Rasûlünün sözündeki bir ilkenin, ilim adamları arasında anlaşmazlık bulunan bir görüşle nakzedilmesi caiz olamaz. Fakat bazı kimseler alimlerin konu hakkındaki görüşlerini bilmez ve başka bir görüşün bulunduğundan da habersiz olursa, onu icmâ zannedebilir. Cemaatle namaz kılmayı terkedip tek başına kılan bir kimsenin mükellefiyetini yerine getirdiği konusunda icmâ olduğunu zanneden kimsenin düşüncesi gibi. Oysa durum böyle değildir. Aksine böyle bir namazın yeterli olup olmadığı konusunda ilim adamlarının farklı iki görüşü vardır, imam Ahmed mezhebinde de bu konuda iki görüş vardır. Kadı Ebû Ya'lâ'nın Şerh el- Mühezzefe'de naklettiğine göre, onun mezhebine mensup alimlerin eskileri ve İbn Akîl ve benzeri kimseler şöyle demektedirler: Her kim özürsüz olarak farz namazı tek başına kılacak olursa, bu caizdir ve cuma günü öğle namazı kılan kimseye benzer. Eğer onu daha sonra cemaat halinde eda etme imkânı bulursa, bunu yerine getirmek zorundadır. Değilse, cuma namazım terkeden kimsenin günahkâr olması gibi, o da günahkâr olur, tevbe kapısı da açıktır. Bu, ilim ehlinden birden çok kişinin görüşüdür. Ashâb ve tabiîn gibi seleften rivayet edilen haberlerin çoğunluğu da buna işaret etmektedir.

Bu görüşte olanlar Hz. Peygamber (s.a.v)'in şu sözlerini delil gösterirler:

"Her kim ezanı işitir ve özrü olmadığı halde ezana icabet etmezse (namaz kılmak üzere cemaate katılmazsa) onun namazı yoktur" (İbn Mâce, Mesâcid. 17)

Cemaatle kılınan namazın daha faziletli olduğunu belirten hadisi şerif konusunda da şunları söylerler:

Bu hadisteki fazilet tek başına namaz kılması mubah olan özür sahibi kimse içindir. Nitekim şu hadis de böyledir:

"Oturarak namaz kılanın ecri, ayakta namaz kılanın ecrinin yarısı kadardır. Yatarak namaz kılanın ecri de oturarak namaz kılanın ecri kadardır" (Muvatta, Cemaat, 19, 20)

Bundan maksat ise özür sahibi kimsedir. Nitekim hadis-i şerifte belirtildiğine göre, Peygamber (s.a.v) mescide çıkmış ve aşırı yorgunluktan dolayı oturarak namaz kılanları görünce böyle buyurmuştur.

Seleften hiçbir kimse tatavvu namazının özürsüz olarak yatarak kılınacağını caiz görmemiştir. Seleften bunu yapan herhangi bir kimse bilinmemektedir. Bunun caiz olacağı, Şafiî mezhebi ile imam Ahmed mezhebindeki bir görüşe göredir. Bu, çokça rastlanılabilen bir durum olmakla birlikte, bu görüş sahiplerinin kanaatini doğrulayacak bir haber bilinmemektedir. Eğer tatavvu namazının oturarak veya binek üzerinde kılınmasının caiz olması gibi, her müslüman için yanı üzere yatarak namaz kılmak da caiz olsaydı, Peygamber (s.a.v) bunu ümmetine açıklar ve Ashab-ı Kiram da bunu öğrenirdi. Diğer taraftan hayır yapma konusunda güçlü arzulan sebebiyle onların bir kısmı da bunu yapardı. Onlardan bu şekilde namaz kılanın olmaması, bunun onlar tarafından meşru görülmediğinin delilidir. Bu husus ilgili yerinde genişçe açıklanmıştır.

Burada maksat şudur: Müslümanın Allah'ın ve Rasûlünün sözüne gereken değeri vermesi gerekir. Hatta hiçbir kimsenin herhangi bir kimsenin sözünü, onun neyi kastettiğini bildiği şeyden başka bir şeye yormak yetkisi yoktur. Herkesin konuşmasında o lafzın ifade etmesi muhtemel manasına yorumlamak doğru değildir. Pek çok kimse kendi görüşüne aykırı nasları tevil eder, bu tevili yaparken lafzın muhtemel manasını zikreder. Böyle bir tevil yapmakla da kendisine karşı kullanılan delili bertaraf ettiğini sanır, bu ise bir hatadır. Oysa Allah'ın ve Rasûlünün bütün söylediklerine iman etmek gerekir. Kitabın bir kısmına iman edip, bir kısmını inkâr etmeye yetkimiz yoktur, iki nastan birisinde söylendiğine önem verip ötekini önemsememek, bunun aksini yapmaktan daha uygun bir iş değildir. Ona uygun düşen nasta, Rasûlün söylediğine tabi olduğuna inanıyorsa, tevil ettiği nasta da durum böyledir. O takdirde onun maksadı Rasûlün o sözüyle neyi murad ettiğini anlamak olur. işte tefsir ve tevil kelimelerinin, kabul ettiği ıstılaha göre anlamlarının farklı olduğunu söyleyenlere göre bu iki kelimeden anlaşılabilecek maksat ancak bu kadardır. Onları aynı anlamda kabul edenler ise -ki müfessirlerin kullandıkları ıstılahlarda çoğunlukla görülen budur- te'vil ile tefsir aynı şeydir. Allah ve Rasûlünün sözünde te'vilin ise, müfessirlerin ıstılahıyla, mükahhir fukaha ve usulcülerin ıstılahına göre taşıdığı anlamdan ayrı, üçüncü bir anlamı vardır. Bu husus yerinde açıklanmıştır.

Burada maksat şudur:

Allah ve Rasûlünün iman, İslâm, din, namaz, oruç, taharet ve hac gibi farz işler konusundaki adların gösterdiği şeylerden Allah'ın ve rasulünün nefyettiği her ne varsa, bu, o işaret edilen farz bir şeyin terkedilmesi dolayısıyla olur.

Yüce Allah'ın şu buyruğu buna örnektir:

"Hayır, Rabbine andolsun ki onlar aralarında anlaşmazlığa düştükleri işlerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde herhangi bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisa, 65)

Burada bu nihai hususlar gerçekleşmedikçe, imanın nefyedilmesi, bunların insanlar üzerinde farz olduğunun delilidir. Bunları terkeden kimse buradaki tehdide muhatap olur ve azabsız olarak cennete gireceği vadolunan farz imanı gerçekleştiren kimselerden olmaz. Çünkü Yüce Allah bu vaadi, emrettiği şeyleri yerine getirenler için yapmıştır. Kendisine verilen görevlerin (vâcibat) bir kısmını yapıp da bir kısmını terkedenler ise tehditle karşı karşıya kalır.

Müslümanlar görüş birliği içinde, insanların din ve dünyalarına ilişkin bütün konularda ve dinlerinin usûl ve fürûuna ilişkin bütün hususlarda aralarında çıkan her türlü anlaşmazlıklarda, Rasûlün hükmüne başvurulmasının farz olduğunu söylerler. Onların görevi, Rasûlullah (s.a.v) 'in hüküm verdiği bir konuda, onun hükmünden dolayı içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla teslim olmalarıdır.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Şunları görmüyor musun, kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını sanıyorlar da, hakem olarak tağuta başvurmak istiyorlar! Oysa kendilerine onu inkâr etmeleri emredilmişti. Şeytan da onları iyice saptırmak istiyor.Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e gelin" denince, o ikiyüzlülerin, senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün" (Nisa, 60-61)

Burada "Allah'ın indirdiğine" ifadesine dikkat edilmelidir.

Allah, Kitab'ı ve Sünnet demek olan Hikmeti indirmiştir.

Nitekim şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın size olan nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği Kitab ile hikmeti düşünün..." (Bakara, 231)

"Allah, sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana lütfü, cidden büyük olmuştur" (Nisa, 113)

Allah'ın indirdiklerinin hükmüne çağırmak Allah'ın Rasulünün hükmüne çağırmayı da beraberinde getirir.

Allah'ın Rasûlüne çağırmak ise, Allah'ın indirdiklerine çağırmayı gerektirir. Bu da Allah'a ve Rasûlüne itaat gibidir. Onlar da birbirlerinden ayrılmazlar.

Allah'ın Rasûlüne itaat eden kimse, Allah'a itaat etmiş, Allah'a itaat eden kimse de Rasule itaat etmiş demektir.