"İman" kelimesi "tasdik" kelimesinin eş anlamlısı değildir

Eğer "iman" kelimesiyle mücerred tasdikin kastedildiği kabul edilecek olursa, bu ancak bir karine ile birlikte söz konusu olur.O takdirde bunun da mecaz olması gerekir. Bu zorunlu olarak bilinen bir şeydir. Kur'an ve hadisi gereği gibi düşündüğümüz takdirde üzerinde tartışmaya girişmemize imkân yoktur. Durum "iman" kelimesinin sözlükte tasdik ile eş anlamlı olmasının aksinedir. Şâriin bu kelimeyi değiştirmediği ve başka bir anlama nakletmediği, aksine onunla dilcilerin herhangi bir tahsis ve bir kayıtlama söz konusu olmaksızın bu kelime ile kastettiğini murad ettiği iddiasına gelince: Böyle iki önermenin herhangi birisini kesin olarak kabul etmemize imkân yoktur. O bakımdan bu yakîn olan bir şeye zıdlık teşkil etmemektedir. Her iki önermenin de ayrı ayrı doğru olmadığı ve en tutarsız iddialardan olduğu bilindiğine göre, nasıl bir çelişki teşkil edebilsinler?

Yine namaz, oruç, zekât ve hac kelimelerinin şer'i namaza, şer'i oruca, şer'i hacca delâletleri söz konusu olmaksızın, "iman" kelimesinin bize emrolunmuş amellere delâlet ettiği ileri sürülemez, ister şârii iman lafzını nakletmiş ister ismi kastetmekle birlikte örf sahibi kimseler bu gibi tasarrufta bulunmuş, ister ismi mutlak olarak değil, kayıtlı olarak kullanıp hitabta bulunmuştur, mutlak değil denilsin.

Namaz ve hac gibi ibadetlerin bir kısmı terkedilecek olursa, imanın aksine o ibadet bâtıl olur. Fakat iman mücerred günah ile ashaba, ehl-i sünnet ve'l-Cemaata göre bâtıl olmaz denilecek olursa, şöyle cevap verilir:

Eğer "bâtıl olmak" ile anlatılmak istenen, kişinin bütünüyle o konudaki sorumluluktan kurtulamayacağı ise, farz olan imanın durumu da böyledir. Onun herhangi bir kısmı terkedilecek olursa, bütününün gereği yerine getirilmiş ve sorumluluktan kurtulunmuş olunmaz. Eğer "bâtıl olmak" ile iadenin vücubu anlatılmak isteniyorsa, böyle bir şey mutlak olarak söylenemez. Çünkü hacda birtakım görevler vardır ki, bunlar terkedilecek olursa iade edilmez ve ancak bir kan (kurban) ile telafi edilir. Aynı şekilde namazda da, ilim adamlarının çoğunluğuna göre, durum böyledir. Namazın bir vacibi yanılarak veya mutlak olarak terkedilecek olursa, yeniden kılınması ancak iadenin mümkün olması halinde söz konusudur. Aksi takdirde iadesine imkân olmayan konularda, sorumluluk devam eder. Cuma namazı ve benzerleri gibi.

"Batıl olmak" ile anlatılmak istenen, yapılan o işten dolayı sevap alınmayacağı ise, durum böyle değildir. Aksine Peygamber (s.a.v) namazını kötü kılan kişi ile ilgili hadis-i şerifinde, namazını eksik kılması durumunda da yapağı işten dolayı sevap alacağını, fakat hiçbir şekilde namaz kılmamış seviyesinde olmayacağını açıklamıştır. (Bk. Buhârî, Eymân, 15; Tirmizî, Salât, 11; Nesâî, İftitâh, 7; Tatbik, 15, Sehv, 67)

Birçok hadiste de, farzların kıyamet günü nafilelerle tamamlanacağı belirtilmiştir. Farzlar nafilelerin sevapları ile düzeltilip telafi edildiğine göre bu, kişinin yaptığı nafilelerle farzları düzelttiğine işaret eder. iman da aynı şekildedir. Kişi yapması gereken bir bölümünü terkettiği taktirde, eğer bu haram bir şey ise ondan tevbe eder. Eğer vacib (farz) ise onu yapar. Yapmayacak olursa, o konudaki sorumluluktan kurtulmaz. Yaptıklarının da sevabını alır, tıpkı diğer ibadetlerde olduğu gibi. Naslar ise, kalbinde zerre ağırlığı kadar bile bir iman eseri olan kimselerin ateşten çıkartılacağına işaret etmektedir.

Mürcie ise bu aslî meselede kitap ve sünnetin açıklamalarından, ashabın ve onlara güzel bir şekilde uyan tabiînin sözlerinden uzaklaşıp kendi görüşlerine ve dil anlayışlarına dayanarak yaptıkları tevillere yönelmişlerdir. Bu ise bid'atçilerin izlediği yoldur. Bu bakımdan İmam Ahmed şöyle derdi:

İnsanlar en çok, tevil ve kıyas yönünden yanılgıya düşer.

İşte bundan dolayı, Mutezile, Mürcie, Rafızîler ve diğer bid'at ehli kimselerin Kur'an-ı Kerîm'i kendi görüşleri, aklî anlayışları dili kendi tevillerine uygun olarak tefsir ettiklerini görüyoruz. Bundan dolayı onların Rasûllullah (s.a.v)'ın hadislerine, ashabı kirama, tabiînin ve büyük imamların sözlerine güvenmediklerini, dayanmadıklarını görüyoruz. Onlar sünnete de, selefin icmaına ve seleften gelenlere (eserlere) de dayanmıyorlar. Onlar sadece akla ve dile dayanıyorlar. Onlar, sahih rivayetlerle desteklenmiş tefsir kitaplarına, hadislere, selef-i salihin eserlerine de güvenmezler. Edebiyat kitaplarına ve ileri gelenlerinin telif ettikleri kelam kitaplarına güvenirler. Mülhidlerin izlediği yol da budur. Onlar da felsefe, edebiyat ve dil kitaplarında bulunan bilgileri kabul ederler. Kur'an'a, hadis ve rivayet kitaplarına iltifat etmezler. Bu tür kimseler peygamberlerden gelen naslardan yüz çevirirler. Çünkü onlara göre bu naslar, ilim içermezler, ötekiler ise Kur'an-ı Kerîm'i kendi görüş ve anlayışlarına göre yorumlarlar ve bu konuda Peygamber (s.a.v)'den ve ashabından gelen herhangi bir rivayeti kabul etmezler. İmam Ahmed'in bunları reddetmesi ve bunun bid'atçıların yolu olarak kabul etmesi konusundaki sözlerini daha önce nakletmiştik.

Onların ileri sürdükleri deliller düşünülecek olursa, bunların hiçbir dayanağının bulunmadığı görülür.

Kadı Ebû Bekr el-Bakıllanî, Ebu'l Hasen el-Eş'ariye uyarak "İman Meselesi" nde Cehm'in sözlerini desteklemiştir. Onun yolundan giden ilim adamlarının çoğu da böyledir.

Ebu'l-Abbas el-Kalanisi, Ebu'l-Ali es-Sakafi, Ebu Abdullah b. Mücahid, Kadı Ebûbekr'in hocası ve Ebu'l Hasen'in arkadaşı ise selef mezhebini desteklemişler, onların görüşünü kabul etmişlerdir.

İbn Küllab'ın kendisi Hüseyn b. el-Fadl el-Beceli ve benzerleri de şöyle derlerdi:

"İman tasdik ve sözün (dil ile ikrarın) bir arada bulunmasıdır." Onlar bu konuda Kûfe'li fakihlerden olup aynı görüşü kabul eden Hammad b. Ebî Süleyman ve onun izinden giden Ebû Hanife ve başkalarıyla aynı görüşü paylaşırlar.