Münafıklarla kâfirlerin ayrıldığı bazı noktalar

Ben derim ki:

Mürcie'nin Hz. Peygamber'in Cariye ile ilgili olarak:

"Onu azad et, çünkü o mü'minedir" sözünü delil göstermelerine gelince, bu onların ileri sürdükleri ünlü delillerden birisidir.

İbn Küllab da bunu delil göstermiştir. O şöyle derdi:

İman hem kasdi hem sözlü ikrardır. Onun bu sözü, gerçeğe ve ona uyanların görüşlerinden daha yakındır. Fakat gösterilen bu hadiste onların lehine delil yoktur. Çünkü dünyada İslâm'ın hükümlerinin uygulanmasına sebep olan dış görünüşteki iman, ahirette kişiyi mutlu kimseler arasına katan içteki imanı gerektirmez. Çünkü kendilerinden:

"Allah'a ve ahiret gününe iman ettik. Halbuki onlar mü'min değildirler" (Bakara, 8) diye söz edilen münafıklar görünüşte mü'min idiler, insanlarla beraber namaz kılarlar, oruç tutarlar, hacca giderler ve savaşa çıkarlardı.

Müslümanlar onlara kız alıp verirler ve karşılıklı olarak miras alırlardı. Nitekim Peygamber (s.a.v) döneminde münafıklar böyleydi. Peygamber (s.a.v) münafıklara, evlilik veya miras gibi konularda, küfürlerini açığa vuran kâfirler konusundaki hükümleri uygulamamıştır.

Meselâ Abdullah b. Ubeyy b. Selül -ki insanlar arasında münafıklığı en ünlü olan kimseydi- ölünce, oğlu Abdullah mü'minlerin en hayırlılarından olduğu halde, ona mirasçı olmuştur. Diğer taraftan mü'min mirasçılar, münafıklar arasından ölen diğer kimselerin mirasını alırlardı. Aralarından birisi öldüğü takdirde de, diğer müslümanlarla birlikte onlar da ona mirasçı olurlardı.

Fakihler zındıklığını gizleyen münafığın miras alıp mirasının alınması konusunda farklı iki görüş ortaya atmıştır. Doğrusu, ondan miras alınacağı ve onun da miras alacağıdır. Aslında onun münafık olduğu bilinse bile, bu böyledir.

Nitekim Peygamber (s.a.v) döneminde ashabın durumu da böyleydi. Çünkü mirasın temeli kalblerdeki sevgi değil, görünüşteki dostluk ve sevgi bağıdır. Çünkü miras buna bağlı olarak kabul edilecek olursa, bunun bilinmesine imkân yoktur. Hikmet eğer gizli olur veya tesbit edilemeyecek şekilde yaygınlık kazanırsa, bu sefer hüküm onun bulunduğu zannedilen noktaya bağlı kabul edilir. Bu ise müslümanlara karşı gösterdiği sevgi ve dostluk bağıdır. Peygamber (s.a.v)'in:

"Müslüman, kâfire mirasçı olmaz, kâfirde müslümana mirasçı olmaz" (Buhârî, Hac. 44, Megâzî, 48, Ferâiz, 26; Müslim,Ferâiz, 10; Tirmizî, Ferâiz. 15; İbn Mâce, Ferâiz, 6) buyruğuna gelince:

Ahirette cehennemin en aşağı tabakalarında bulunsalar bile, münafıklar bunun içine girmez. Aksine münafıklar Peygamber döneminde hem miras alırlar, hem de onlardan miras alınırdı. Diğer taraftan haklarda ve hadlerde de diğer müslümanlar gibiydiler.

Hatta şanı Yüce Allah, onların namaz kılıp zekât verdiklerini de bildirmektedir. Bununla birlikte bu namaz ve zekâtlarını kabul etmediğini de belirtmiştir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İnfaklarının onlardan kabul edilmesini önleyen, ancak onların Allah'ı ve Rasûlünü inkâr etmeleri, namaza üşene üşene gelmeleridir. Zaten onlar ancak isteksizce infakta bulunurlar." (Tevbe, 54)

"Şüphe yok ki münafıklar Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki O, hilelerini başlarına geçirendir. Namaza kalktıklarında tembelce kalkarlar, insanlara karşı da gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı çok az anarlar." (Nisa, 142)

Müslim'in Sahih'inde Peygamber (s.a.v)'in şu buyruğu yer almaktadır:

"İşte münafığın namazı budur, işte münafığın namazı budur, işte münafığın namazı budur: O durup güneşi gözetler. Nihayet şeytanın iki boynuzu arasına gelince (batmak üzere olunca) kalkar ve dört rek'atı, gagalarcasına kılar ve bu namazında Allah'ı pek az anar." (Müslim, Mesâcid, 195; Ebû Dâvûd, Salât, 5; Tirmizî, Mevâkit, 6; Nesâî, Mevâkit, 9; Müsned, III, 149)

Yine münafıklar, Peygamber (s.a.v) ile birlikte gazalara katılırlardı. Nitekim İbn Übeyy Müstalikoğulları gazasına katımış ve bu gazada:

"Eğer Medine'ye dönersek, and olsun ki, daha aziz olan, oradan daha aşağılık olanı çıkartacaktır" (Münafikûn, 8) sözlerini söylemiştir.

Buhârî ile Müslim'de Zeyd b. Erkam'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (s.a.v) ile birlikte insanların sıkıntıyla karşılaştığı bir gazaya çıkmıştık. Bu sırada Abdullah b. Ubeyy, arkadaşlarına şöyle demişti:

"Çevresinden ayrılıp dağılıncaya kadar Rasûlullah (s.a.v) 'ın yanında bulunanlara bir şey harcamayın" ayrıca:

"Eğer Medine'ye dönecek olursak andolsun daha aziz olan oradan daha aşağılık olanı çıkartacaktır" sözlerini söylemişti. Ben Peygamber (s.a.v)'in yanına varıp durumu ona bildirdim. O da Abdulah b. Ubeyy'e elçi göndererek bunu söyleyip söylemediğini sordu. O yeminler ederek böyle bir şey yapmadığını söyledi ve:

"Ey Allah'ın Rasulü! Zeyd yalan söylemiştir" dediler. Onların bu sözleri benim çok ağırıma gitti. Nihayet Yüce Allah:

"Münafıklar sana geldiklerinde..." (Münafikûn, 1) buyruğunda beni doğruladı. Peygamber (s.a.v) onları kendilerine mağfiret istemek üzere çağırdığı halde, onlar yüz çevirdiler. (Buhârî, Tefsir, 63, sûre, 3; Müsned, IV, 373)

Tebük gazvesinde Rasûlullah (s.a.v) onların dışında kalanların savaşa katılmasını istediği gibi, onların da savaşa katılmasını istemiştir. Kimileri onunla birlikte savaşa çıktı, kimileri de geri kaldı. Onunla birlikte savaşa çıkanlar arasında yolda onu öldürmeye kalkışanlar da vardı. Bu kimseler, oralarda bulunan bir vadiden aşağı yuvarlanması için devesinin yularını çözmeye kalkışmışlar, bunun üzerine de Peygamber efendimize vahiy gelmişti. Hz. Peygamber Hz. Huzeyfe'ye gizlice bunların isimlerini bildirmişti, İşte bundan dolayı, başka kimsenin bilmediği şeyleri bilen sır sahibi odur denilmiştir. Nitekim bu Sahihte de böylece sabittir. Bununla birlikte onlara, dış görünüşlerine göre, iman ehlinin hükümleri uygulanır.

İşte bu açıklamalarımızla, bu konuda dile getirilen pek çok şüpheye verilecek cevabın bu olduğu da ortaya çıkmaktadır. Sonrakilerden bir çoğuna göre, açıkça müslüman olduğunu gösterenler arasında ya adil veya fâsık (mü'min) kimsenin varlığı kabul edilmektedir. Bunlar münafıkların hükmünden yüz çevirmiş bulunuyorlar. Halbuki münafıklar hala vardır ve kıyamet gününe kadar da olacaklardır. Münafıklığın ise pek çok çeşidi söz konusudur. Ashab-ı Kiram da kendileri adına münafıklıktan korkar, çekinirlerdi.

Buhârî ile Müslim'de Rasûlullah (s.a.v)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

"Münafığın alameti üçtür, konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman yerine getirmez, kendisine güvenilip emanet verildiği zaman da hainlik eder."(Buhârî, İman, 24, Edeb, 69; Müslim, İman,107,108; Tirmizî, İman, 14) Müslim'in lâfzında ise şu fazlalık vardır:

"İsterse namaz kılsın, oruç tutsun ve müslüman olduğunu iddia etsin." (Müslim, İman, 109-110)

Yine Buhârî ile Müslim, Abdullah b. Amr'dan Rasûlullah (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

"Dört şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa katıksız münafık olur: Bunlardan biri, herhangi birisinde bulunursa, onu terkedinceye kadar o kimsede münafıklıktan bir haslet bulunur. Konuştuğu zaman yalan söyler, kendisine güvenilip bir şey emanet edildiğinde hainlik eder, söz verdiğinde ahdini bozar ve tartışma esnasında ise ağzını bozar." (Buhârî, İman, 24, Cizye, 17; Müslim, İman,106; Ebû Dâvûd, Sünne, 15)

Peygamber (s.a.v) önceleri münafıkların cenaze namazını kılar ve onlar için mağfiret dilerdi. Daha sonra Yüce Allah bu işi yapmasını ona yasaklamak üzere şöyle buyurdu:

"Onlardan ölen hiçbir kimsenin cenaze namazını ebediyen kılma ve onun kabri başında durma." (Tevbe, 84)

Yine şöyle buyurmaktadır:

"Onlar için ister mağfiret dile, ister mağfiret dileme. Sen onlar için yetmiş defa mağfiret dileyecek olsan bile Allah asla onlara mağfiret etmeyecektir." (Tevbe, 80)

Bundan sonra Peygamber Efendimiz onların cenaze namazını kılmadı. Fakat onların kanları, malları koruma altındadır, iman ettiklerini açıklamak yerine, küfrünü açığa vuran kâfirlere helâl olan uygulamaların onlar için yapılması helâl değildir. Çünkü Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Ben insanlarla, Allah'tan başka ibadete layık hiçbir ilâh olmadığına, benim Allah'ın Rasulü olduğuma şahidlik edinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söylediler mi, kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Onun hakkı ile olması müstesna, hesaplarını görmek ise Allah'a aittir." (Buhârî, İman, 17, Salât, 28; Müslim, İman, 34 - 36; Fedâilu's-Sahâbe, 33; Ebû Dâvûd, Cihâd, 95, Tirmizî, Vasâyâ, 5)

Ayrıca Usame b. Zeyd'e:

"O, lâ ilahe illallah dedikten sonra mı, onu öldürdün?" deyince Usame:

"Ama o bunu kurtulmak için söylemişti" diye cevap vermişti. Bu sefer Rasûlullah (s.a.v) ona:

"Ya onun kalbini yarıp baksaydın ya!?" buyurdu." (Müslim, İman, 158; Ebû Dâvûd, Cihâd, 95; İbn Mâce, Fiten, 1; Müsned, IV, 439, V, 207)

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

"Ben, insanların kalblerini deşmekle, karınlarını yarmakla emrolunmadım." (Buhârî, Megâzi, 61; Müslim, Zekât, 144; Müsned, III, 4)

Yine bir kişinin öldürülmesi için ondan izin alınmaya gelindiğinde şöyle derdi:

"Peki namaz kılmıyor mu, şehadet getirmiyor mu?" Ona o kişi münafıktır denilince: "Olsun" derdi.

Peygamber (s.a.v)'in münafıkların kanları ve malları konusunda verdiği hükümler, münafık olmayanların kanları konusunda verdiği hükümler gibiydi. Açık bir duruma dayanmadıkça bunlardan herhangi bir şeyi helâl kabul etmezdi. Bununla birlikte onların bir çoğunun münafıklığını da biliyordu. Yine aralarında, münafıklık etmediğini bilmediği kimseler de vardı. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Çevrenizdeki bedeviler arasından münafık olanlar vardır. Medine halkından da münafıklığı adet edinmiş kimseler vardır ki, sen onları bilmezsin. Onları Biz biliriz. Biz onları iki kere azaba uğratacağız, sonra da büyük bir azaba itileceklerdir." (Tevbe, 101)

Münafıklardan ölen kimse olursa, münafık olduğunu bilmeyen müslümanlar onun namazını kılar, münafık olduğunu bilenlerse namazını kılmazlardı. Hz. Ömer de, ölen bir kimsenin cenaze namazını, Huzeyfe (r.a) kılmadıkça kılmazlardı. Çünkü Hz. Hüzeyfe onlardan bir kısmının kimliklerini öğrenmişti. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Mü'min kadınlar hicret ederek size geldiklerinde, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz onların mü'min olduklarını bilirseniz, onları kâfirlere geri göndermeyin." (Mümtahine, 10)

Burada Yüce Allah onların imtihan edilmelerini emretmekte ve:

"Allah onların imanlarını daha iyi bilir." buyurmaktadır.

Şanı Yüce Allah, mü'min bir köle azad etmek suretiyle keffarette bulunmayı emrettiğinde, insanların görevi ancak kalbinde iman olduğunu bildikleri kimseyi azad etmekten ibarettir. Bu buyruk onlara:

"Kalbinde iman olduğunu bildiğimiz kimseler dışındakileri öldürün" denilmesine benzer. Bununla birlikte onlara, insanların kalblerini delmek emri verilmediği gibi, karınlarını yarmaları da emredilmemişti. O bakımdan imanını açığa vuran bir kişiyi gördüklerinde onu azad etmeleri, onlar için caiz olur. Sözü geçen cariyenin sahibi olan kişi, Peygamber (s.a.v)'in:

"Bu cariye mü'min midir?" şeklindeki sorusu, aslında müslüman ve kâfiri birbirinden ayırdetmeye yarayan görünürdeki imanını öğrenmek istemeye yöneliktir. Aynı şekilde köle azad etmeyi adamış bir kimsenin, kalbinde iman olduğunu bildiği kimseyi azad etmekten başka bir şeyle sorumlu değildir. Çünkü bu husus mutlak olarak bilinebilecek bir husus değildir. Hatta yaratıklardan hiçbir kimse, mutlak olarak bunu bilemez, işte Rasûlullah (s.a.v) yaratıkların en bilgilisi olduğu halde, Yüce Allah ona şöyle hitab etmektedir:

"Çevrenizdeki bedevilerden münafık olanlar vardır. Medine halkından da münafıklığı adet edinmiş kimseler vardır ki, sen onları bilmezsin. Onları biz biliriz. Biz onları iki kere azaba uğratacağız." (Tevbe, 101)

Bunlar hakkında Peygamber (s.a.v), diğer mü'minler hakkındaki hükümleri veriyordu. Onlardan herhangi birisinin cenazesi oldu mu, o cenazenin namazını kılardı. Ona yasak edilen, sadece münafık olduğunu bildiği kimsenin namazını kılmaktı. Aksi takdirde insanların kalblerini araştırması ve gizliliklerini bilmesi gerekirdi. Böylesine ise hiçbir insanın gücü yetmez.

İşte bundan dolayı Yüce Allah, Tevbe süresindeki "Onlardan kimisi..." gibi buyruklarıyla, münafıkları açığa çıkarınca bundan önce münafıklıkları bilinmeyen bazılarının münafıklığı bilinir oldu. Çünkü Yüce Allah onları insanların kendilerinde olduğunu bildiği niteliklerle nitelemişti. Bununla birlikte bu nitelikler onlarda vardır diye, mutlaka münafık oldukları konusunda kesin hüküm vermiyor, fakat bazısı onların münafıklıklarını zan yoluyla tesbit edebiliyor, bazıları da bilebiliyordu. Yoksa cemaat tarafından Kur'an-ı Kerîm'in nüzulü esnasındaki hallerinden farklı olarak münafıklıkları bilinmemekteydi. Tevbe sûresi nazil olunca münafıklıklarını gizlemeye koyuldular. Daha önce, zaman zaman açığa çıkarmak imkânını buldukları şekilde açıklamak imkânını bulamıyorlardı. Ayrıca Yüce Allah, şu buyruğu da indirmişti:

"Eğer münafıklar ve kalblerinde hastalık bulunanlarla Medine'de yalan haber yayanlar vazgeçmezlerse seni mutlaka onlara musallat ederiz. Sonra da onlar orada ancak az bir süre seninle komşuluk ederler. Onlara lanet edilmiştir. Nerede ele geçirilirlerse, yakalanır ve horlukla öldürülürler. Bu daha önce geçenler hakkında Allah'ın uygulana gelen sünnetidir. Sen Allah'ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsın." (Ahzâb, 60-62)

Münafıklıklarını açığa vurduklarında öldürülmekle tehdit edilmeleri üzerine münafıklıklarını gizlemeye koyuldular.

İşte bundan dolayı fukaha, zındığın tevbe etme isteği konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Ondan tevbe etmesinin isteneceği de söylenmiştir. Bunu söyleyenler Peygamber (s.a.v) 'in açığa vurdukları hallerini kabul eden ve iç durumlarını Allah'a havale eden münafıkları delil gösterirler. Böyle bir görüşü savunanlara şöyle denilir:

Bu işin başında döndürülür. Fakat daha sonra Yüce Allah:

"Onlara lanet edilmiştir. Nerede ele geçirilirse, yakalanır ve horlukla öldürülürler" buyruğunun indirilmesinden sonra, daha önce açığa vurdukları şekilde münafıklıklarını açığa vurdukları takdirde, öldürüleceklerini anladılar ve o bakımdan münafıklıklarını gizlemeye başladılar.

Zındık ise, münafığın ta kendisidir. Onun öldürülmesini kabul edenler, önceden gizlediği münafıklığının açıkça anlaşılması halinde öldürüleceğini söylerler ve şöyle derler:

Onun tevbe edip etmediği bilinemez. Çünkü onun bütün ortaya koyacağı şey, daha önce açığa vurduğunu ortaya koymaktan ibarettir. Zaten önceden münafık olduğu halde inanmış görünüyordu. Eğer zındıkların tevbesi kabul edilecek olursa, onların öldürülmelerine imkân kalmazdı. Kur'an-ı Kerîm ise hor ve hakir bir şekilde öldürülecekleri tehdidinde bulunmuştur.

Burada Peygamber (s.a.v), sözü geçen cariye hakkında dış görünüşe göre uygulanacak hükümlerin kendisine bağlı olduğu zahir iman konusunu haber vermiştir. Yoksa Peygamber (s.a.v)'in Hz. Sad'ın bir kişi hakkında mü'min olduğu konusunda şahidlik etmesi üzerine:

"Veya müslüman" (Buhârî, İman, 19; Müslim, İman, 237; Ebû Dâvûd, Sünne, 15; Nesâî, İman, 7) dediği sabit olmuştur.

Bu kişi de, o cariyenin ortaya koyduğu kadarlık bir iman gösterisinde bulunuyor, hatta daha fazlasını ortaya koyuyordu. Buna göre dünyada insanların mü'minler hakkında uyguladıkları zahir hükümlerle ahiretteki sevap ve ceza gibi hükümler arasında fark gözetmek gerekir. Cenneti hak eden bir mü'minin, bütün kıble ehlinin ittifakıyla aslında da mü'min olması kaçınılmazdır. Hatta münafığa mü'min deyip de, imanın söylenen sözden ibaret olduğu inancına sahip olan Kerramiye bile, ancak içteki gerçek imanın faydası olduğuna inanırlar.

Kerramiye'ye mensup birisi, onları münafıkları cennet ehlinden kabul ettiklerini nakletmekteyse de bu, onlara yanlışlıkla nisbet edilmiştir. Çünkü onların tartışmaları, adlandırmayla ilgilidir. Yoksa hüküm hakkında değildir. Buna sebep ise, Mürcie'nin imanın parçalanma kabul etmeyeceği ve artmayacağı hususundaki şüpheleridir.

İşte bundan dolayı fukaha, keffarette azad edilmesine yeterli olduğu kabul edilen kölede, azami olarak zahirî ameli şart koşmuşlardır. Küçük için geçerli olup olmayacağı konusunda ise selefin de bilinen ve aynı zamanda imam Ahmed'den gelmiş iki rivayetin de ifade ettiği şekilde, iki farklı görüş ortaya atmışlardır. Küçüğün azad edilmesinin yeterli olmayacağı söylenmiştir. Çünkü iman söz ve ameldir. Küçük ise bizzat iman etmemiştir. Onun imanı dünyevî hükümlerde anne-babasına tabidir. Fakat fukahadan hiçbir kimse azad edilecek kölenin içte mü'min olduğunun bilinmesini şart koşmamıştır. Küçüğün azad edilmesinin yeterli olacağı da söylenmiştir. Çünkü azad etmek zahirî hükümlerdendir ve küçük bu konuda anne babasına tabidir. O, onlardan miras aldığı ve üzerine namaz kılındığı gibi -ki mü'min olmayanın üzerine namaz kılınmaz- azad da edilir.

Münafıklıklarını açığa vurmayan münafıkların da cenaze namazları kılınır ve müslümanların kabristanlarına defnedilir. Peygamber (s.a.v)'den bu yana durum böyledir. Onun Raşid halifelerin ve ashabın hayatta oldukları dönemlerde müslümanlara ait olan kabristanda aslında münafık olsa bile, inandığını söyleyen herkes defnedilirdi. İslâm diyarında, münafıkları müslümanlardan ayırdedecek bağımsız bir kabristan hiçbir şekilde olmamıştır. Yahudi ve hıristiyanların ayrıca defnedildikleri kabristanları olduğu gibi münafıklara ait kabristan olmamıştır. Müslümanların kabristanında defnedilen kişi üzerine de müslümanlar namaz kılarlar. Kur'an nassı ile münafıklığı bilinen kişi üzerine namaz kılmak ise caiz değildir. Böylelikle bu uygulamada zahir imanın esas olduğu anlaşılmaktadır. Gizliliklerinin hesabını görmek ise Allah'a aittir.

Peygamber (s.a.v) münafıkların namazlarını kılar ve onlara mağfiret dilerdi. Bu tutumu, Allah tarafından yasak edilinceye kadar sürdü. Bunun yasaklanmasının gerekçesi ise, kâfirlikleridir.İşte bu da, içinden kâfir olduğu bilinmeyen herkesin cenaze namazının kılınacağına, onun için mağfiret dileneceğine -bid'ati olsa dahi günahkar olsa dahi- bunların yapılacağına delildir.

İmam (İslâm devlet başkanı) yahut ilim ve din ehli bundan alıkoymak ve zecretmek maksadıyla açıktan açığa bid'at sahibi olup günah işleyen bazı kimselerin namazlarını kılmayı terkedecek olurlarsa onların bu terkedişleri böyle birisinin cenaze namazını kılıp onun için mağfiret dilemenin haram oluşundan dolayı değildir. Hatta Peygamber (s.a.v) ganimet hırsızlığı yapan, kendisini öldüren, borcunu karşılayacak malı olmayan kimselerin cenaze namazlarını kılmak istemeyince:

"Sizler arkadaşınızın namazını kılınız" (Müsned, II, 290, 381, 399, 453; III, 296) derdi.

Ayrıca onun içten o kimseye mağfiret dilediği de rivayet edilmiştir. Zahirde bu şekilde davranması, bir çeşit azar olarak görüyor ve namaz kılmayı terkediyor olmakla birlikte, içten böyle bir kimse için mağfiret dilediği de rivayet edilmiştir. Nitekim Muhallem b. Cessâme'den gelen hadiste de böyle rivayet edilmiştir.

Kitap ve Sünnet'te, müslüman olduklarını gösteren kimseler sadece mü'min veya münafık olarak iki kısma ayrılmaktadırlar. Münafık cehennemin en alt yerlerindedir. Diğeri ise mü'mindir. Diğer taraftan bu kişinin imanı eksik olabilir ve bu bakımdan mutlak isimin kapsamına da girmeyebilir. Mü'minin imanı tam da olabilir.

Bununla ilgili açıklamalar da Allah'ın izniyle İslâm ve iman meselesiyle bu din mensubu arasında yer alan fâsıkların isimleri konusundaki açıklamalar esnasında gelecektir.

Fakat burada maksat şudur:

Bir kimse mücerred bir günah işledi diye, yahut bir bid'at sahibi oldu diye, bu bid'ate insanları çağırsa bile, münafık olması hali dışında aslında kâfir olarak kabul edilmez.

Kalbinde Allah'ın Rasûlüne, onun getirdiklerine iman yer etmiş olup da tevilde bulunduğu bazı bid'atler hakkında hataya düşen kimseler ise, asla kâfir değildirler.

Haricîler, bid'atlerini en açık şekilde ortaya koyan ümmetle en çok savaşan, ümmeti en çok tekfir eden kimseler olmakla birlikte, Ali b Ebî Talib olsun, başkası olsun, Ashab-ı Kiram arasında onları tekfir eden kimse bulunmuyordu. Hatta onlar hakkında haddi aşmış zalim müslümanlar hakkında verdikleri hükümler ile hüküm vermişlerdir. Nitekim bu konuda başka bir yerde onlara dair gelen rivayetlerde bundan söz edilmiştir.

Geri kalan diğer 72 fırkanın durumu da böyledir. Onlardan münafık olanlar, aslında kâfirdir.

Münafık olmayıp da içten Allah'a ve Rasûlüne iman ediyorsa, hatası ne olursa olsun, te'vilinde hata etse bile, içten kâfir değildir.

Onların kimilerinde münafıklığın bir biçimi bulunabilir. Bununla birlikte kişiyi cehennemin en aşağılarında bulunduracak münafıklık onda olmaz.

Her kim 72 fırkanın her birisi insanı dinden çıkartan bir çeşit küfürle kâfir oluyor diyorsa, Kitaba, Sünnete ve ashab-ı kiramın icmaına muhalefet etmiş olur.

Hatta dört imamın ve onların dışında kalan imamların da icmaına muhalefet eder. Çünkü bunların arasında 72 fırkadan hepsini tekfir eden kimse yoktur. Olanlar, onların bir kısmının bir kısmını bazı sözler dolayısıyla tekfir etmekten ibarettir.

Nitekim bunlara dair açıklamalar başka yerde yapılmıştır.

İmamların böyle bir kimsenin (yani emredilen hiçbir şeyi işlemeyip nehyedilenleri işleyenlerin) kâfir olduğunu söylemelerinin sebebi, bunun gerçekte olmayan bir varsayım olması dolayısıyladır.

Çünkü bir kimsenin kendisine emredilmiş namaz, zekât, oruç ve hac gibi emirlerden hiç birini yerine getirmezken, gücü yettiğince bütün haramları işlemesi, -abdestsiz ve kıbleden başka tarafa yönelerek namaz kılmak, annesini nikahlamak gibi-fiilleri işlemesi ve bununla birlikte içten mü'min olması imkânsız bir şeydir. Böyle birisinin mü'min olması bir tarafa, o bu işleri ancak kalbinde iman olmadığından dolayı yapabilir.

Bundan dolayı Ebû Hanife'nin arkadaşları bu gibi sözler söyleyen bazı insanların kâfir olduklarını söylerlerdi.

Çünkü böyle bir söz, onlara göre, hafife almaktı. Böyle bir kimseyi bazı hallerde mürted kabul ediyorlardı.

Bununla birlikte Ebû Hanife'ye mensup kimselerle cumhur arasında amel hakkında lafzî bir anlaşmazlık bulunmaktadır ki, o da amelin iman kapsamına girip girmeyeceği konusuyla ilgilidir, işte bundan dolayı sonradan gelen müteahhir fakihler, gerçekleşmesi imkânsız bir meseleyi varsaymışlardır ki, o da şudur:

Eğer kişi namazın farz olduğunu kabul ettiği halde, namaz kılması istendiğinde bunu yerine getirmez, öldürülmekle tehdit edilmekle beraber üç defa tevbe etmesi istenmesine rağmen namaz kılmaz ve sonunda öldürülürse, acaba böyle bir kimse kâfir olarak mı, yoksa fâsık olarak mı ölür?

Bu konuda iki görüş ortaya koymuşlardır.

Böyle bir varsayım bâtıldır. Çünkü bir kişinin, yaratılış olarak, Allah'ın namazı kendisine farz kıldığına, namazı terketmesi karşılığında Allah'ın kendisini cezalandıracağına inandıktan sonra, öldürülmeyi göze alarak bu konuda hiçbir özrü olmaksızın Allah için bir secdede bulunmaması mümkün ve yapılabilecek bir iş değildir. Hatta namazın farz olduğunu kabul eden bir kimse, dövülmekle bile tehdit edilse, mutlaka namazını kılar ve mesele hiçbir zaman öldürülmek noktasına kadar gelmez. Bunun sebebi şudur:

Öldürülmek büyük bir tehlikedir. Bir kimsenin ona katlanması, ancak büyük bir iş için olabilir. Meselâ ondan ayrılması halinde helak olacağına inandığı bir dine bağlılık gibi bir şey için insan öldürülmeyi göze alır ve Öldürülse bile buna katlanır. Kabul ettiği bu din, ister batıl ve isterse hak olsun, farketmez. Fakat bir kimsenin içten de görünüşte de bir fiili yapması gerektiğine inanması halinde hiç bir zaman namaz kılması onun için öldürülmeye katlanmaktan daha zor bir iş olarak kabul edilemez.

Şöyle denilmesi de bunun gibidir:

"Ehl-i Sünnet'ten birisine: Ebû Bekir ve Ömer'den Allah'ın razı olmasını iste" denilmesi halinde, onun onları sevmekle onların faziletine inanmakla birlikte onlar için Allah'ın razı olmasını dilemesine engel teşkil edebilecek özürün olmamasına rağmen, bunu yerine getirmemesi kesinlikle olabilecek bir iş değildir.

Yine bir kimsenin içten ve görünüşte Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna dair şahidlik ettiğini söylemesine rağmen, kendisinden getirmesi istendiğinde, ortada buna engel herhangi bir korku ve ümit olmamasına rağmen, öldürülünceye kadar böyle bir isteği yerine getirmemesi düşünülemez. Böyle bir kimsenin bâtınen Hz. Muhammed'in, Allah'ın Rasulü olduğuna şahidlik etmesine imkân yoktur.

İşte bu bakımdan öncekilere ve sonrakilere, bütün selef ve halefe göre, kulun ancak kendisiyle kurtulabileceği iman, açık sözle söylenendir.

Ancak Cehmiyye -Cehm ve ona katılanlar- bu kanaatte değildirler. Eğer dilsiz, ya da İslâm'ı açığa vurduğu takdirde kendisine işkence edecek bir topluluktan korktuğu gibi bir mazerete dayandığı kabul edilirse, böyle bir kimsenin kalbinde iman bulunmakla birlikte sözlü olarak bunu ifade etmemesi mümkündür. Küfür sözünü söylemek için zorlanan kimsenin halinde olduğu gibi.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Kalbi imanla dopdolu olarak zorlanan müstesna olmak üzere, kim Allah'ı inkâr eder ve fakat göğsünü küfre açarsa, mutlaka onlara Allah'tan bir gazab vardır. Onlar için çok büyük bir azab da vardır." (Nahl, 106)

Bu ayet-i Kerime Cehm'in ve ona uyanların söyledikleri sözlerin tutarsız olduklarına delil oluşturan buyruklar arasındadır. Bu buyrukta zorlama altında olup da kalbi imanla dopdolu olanlar müstesna, küfrü gerektiren sözler söyleyen kimseleri kâfirler için yapılan tehditler kapsamına almıştır.

Eğer Yüce Allah'ın: "Fakat göğsünü küfre açarsa" sözünün anlamının ne olduğu sorulacak olursa, şu cevap verilir:

Bu buyruk ayet-i kerîmenin baş taraflarına uygundur. Çünkü zorlama olmaksızın inkâr eden bir kimse, küfre göğüs açmış olur. öyle olmasa, ayetin başıyla sonu arasında çelişki olurdu. Eğer burada, küfürden kasıt, göğsünü küfre açan olmuş olsaydı -ki bu da zorlama olmaksızın olan küfürdür- sadece zorlama altında olan kimseler istisna edilmezdi. Aksine küfre göğsünü açmaması halinde zorlama altında olanın da, olmayanın da, istisna edilmesi gerekirdi. Bir kimse isteyerek küfür sözünü söyleyecek olursa, ona göğsünü açmış olur ki, bu da küfürdür.

Nitekim Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna delil oluşturmaktadır:

"Münafıklar kalblerinde bulunanı kendilerine açıkça haber verecek bir sûrenin tepelerine indirilmesinden çekinirler. De ki: Siz halâ alay edip durun. Şüphesiz Allah endişe ettiğiniz şeyi açığa çıkarandır. Eğer onlara soracak olsan elbette: Biz sadece oyalanır ve şakalaşırdık, derler. De ki: Allah ile onun ayetleri ile ve Rasulü ile mi eğleniyordunuz? Özür dilemeyin. Siz iman ettikten sonra kâfir oldunuz. Eğer içinizden bir kesimi (tevbe ettikleri için) affetsek bile bir diğer kesimi günahkar kimseler oldukları için azablandıracağız." (Tevbe, 64-66)

Burada Yüce Allah:

Biz küfür sözünü ona inanmaksızın söyledik. Biz ona inanmıyor, aksine oyalanıp söze dalıp şakalaşıyorduk, demelerine rağmen iman ettikten sonra kâfir olduklarını haber vermekte, Allah'ın ayetleriyle alay etmenin küfür olduğunu açıklamaktadır. Böyle bir davranış ise, ancak bu tür sözleri gönlünü açarak (isteyerek ve arzusu ile) söyleyen kimseler söyleyebilir. Kalbinde iman bulunmuş olsaydı, bu iman, bu tür sözleri söylemesine engel olurdu.

Kur'an-ı Kerîm kalbte bulunan imanın ona uygun olarak açıktan yapılacak ameli de gerektirdiğini açıklamaktadır.

Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:

"Derler ki: Biz Allah'a ve Rasûlüne iman ve itaat ettik. Bundan sonra ise onlardan bir grup geri dönerler. Böyle yapanlar mü'minlerden değildir. Aralarında hükmetmek için Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıklarında bakarsın ki, onlardan bir grup yüz çevirmektedirler. Eğer onlar hak kendilerinin olduğunu bilseler ona koşarak gelirlerdi... Mü'minler aralarında hükmetmek için Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıklarında söyleyecekleri söz ancak: İşittik ve itaat ettik, demektir, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." (Nur, 47-51)

Burada görüldüğü gibi Rasûlullah (s.a.v)'a itaatten yüz çevirenlerin mü'min olamayacakları belirtilmekte, mü'minlerin ise aralarında hükmetmek üzere Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıklarında "dinledik ve itaat ettik" diyen kimseler olduklarını haber vermekte ve bu şekildeki bir tutumun imanın gereklerinden olduğunu açıklamaktadır.