İslâm neyi ifade eder?

İslâm'ın neyi ifade ettiği konusunda insanların üç görüşü vardır:

1 - İslâm'ın imanla aynı şey oluğunu söyleyenler,

2 - İman ve İslâm'ın aynı şeyin iki ayrı adı olduğunu savunanlar ve

3 - İslâm'ın sözden ibaret olduğunu belirtenler.

Bu iki görüşün ileride söz konusu edeceğimiz şekilde açıklanabilme imkanları vardır. Fakat her şeyden önce, Peygamber (s.a.v)'e İslâm ve iman hakkında soru sorulduğu zaman, İslâm'ı zahiri amellerle, imanı ise beş esas şeklinde açıkladığını görüyoruz.

Buna göre eğer bizler İslâm ile imanı bir arada ele alacak olursak, Peygamber (s.a.v)'in verdiği cevaptan başka türlü cevap veremeyiz. Fakat iman ismi tek başına söz konusu edilirse, o zaman İslâm'ı da kapsamına alır. İslâm tek başına ele alınırsa, kişi İslâm ile birlikte tartışmasız olarak mü'min de olabilir, işte farz olan da budur.

Acaba müslüman olup da ona mü'min denilebilir mi? sorusuna gelince: Bu konuya ilişkin açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

Aynı şekilde İslâm, imanın da birlikte bulunmasını kaçınılmaz olarak gerektirir mi? :Bu konuda daha önce söz konusu ettiğimiz ve ileride de açıklayacağımız görüş ayrılıkları vardır.

Kur'an-ı Kerîm'de yer alan cennet ve azabtan kurtuluş vaadi ise, bu iman ismine sahip olmakla ilgilidir. Yalnız başına İslâm adı hakkında ise, Kur'an-ı Kerîm'de cennete giriş hükmü taalluk etmemiştir. Fakat bunu farz kılmış ve hiçbir kimseden başkasına asla kabul etmeyeceği kendi katındaki geçerli din olduğunu haber vermiştir.

Yüce Allah bütün peygamberleri İslâm'la göndermiştir.

O şöyle buyurmaktadır:

"Kim İslâm'dan başka birdin arayacak olursa, asla ondan kabul olunmaz ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır." (Al-i İmran, 85)

Başka bir yerde şöyle buyurmaktadır:

"Allah katında geçerli din İslâm'dır." (Al-i İmran, 19)

Hz. Nuh'da şöyle demiştir:

"Ey kavmim! Eğer benim aranızda bulunmam ve size Allah'ın ayetleriyle öğüt vermem ağır geliyorsa, ben ancak Allah'a dayanıp güvenirim. Şimdi siz işinizi sağlam tutun ve ortaklarınızı da çağırın. Sonra işiniz size hiçbir tasa vermesin. Sonra da bana süre tanımaksızın hakkımda istediğiniz hükmü verin. Eğer yüz çeviriyorsanız, ben sizden bir ücret de istemem. Benim mükafaatını Allah'tan başkasına ait değildir. Ben müslümanlardan olmakla emrolundum." (Yunus, 71-72)

Ayrıca tufan azabından mü'minlerden başkasının kurtulamayacağını haber vermek üzere şöyle buyurmaktadır:

"Dedik ki: Her birinden ikişer çifti aleyhinde azab sözü geçmiş olanlar hariç olmak üzere aile halkını ve iman edenleri (geminin) içine yükle. Zaten onunla birlikte çok az kimseden başkası iman etmemişti." (Hud, 40)

Yüce Allah yine şöyle buyurmaktadır:

"Nuh'a şöyle vahyolundu: Kavminden daha evvel gerçekten iman etmiş olanlardan başkası asla iman etmeyecektir..." (Hud, 36)

Hz. Nuh da şöyle buyurmuştur:

"Ve ben mü'minleri kovacak da değilim." (Hud, 29)

Aynı şekilde Yüce Allah Hz. İbrahim'in dininin de İslâm olduğunu haber vermek üzere şöyle buyurmaktadır:

"Nefsini sefihliğe bırakandan başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirebilir. Andolsun ki biz, onu dünyada beğenip seçmişizdir ve şüphe yok ki o, ahirette de muhakkak salihlerdendir. Hani Rabbi ona:

"İslâm ol!" dediği zaman, o da alemlerin Rabbine (ihlas ile teslim olup) müslüman oldum, demişti. İbrahim de bunu oğullarına da vasiyyet etti. Yakub da: 'Ey oğullarım, Allah sizin için bu dini beğenip seçti. O halde siz de ancak müslümanlar olarak can verin' dedi." (Bakara, 130-132)

Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İyilik yapan olarak İbrahim'in hanif dinine uyup kendisini Allah'a teslim eden (İslâm olan) kimseden din itibariyle daha güzel kim olabilir. Allah İbrahim'i pek yakın bir dost edinmiştir." (Nisa, 125)

İşte bu iki niteliğin bir arada bulunmasına bağlı olarak, mutluluğun gerçekleşeceğini belirtmek üzere şöyle buyurulmaktadır:

"Evet kim ihsan ederek yüzünü Allah'a teslim ederse, ona rabbi katında bir ecir vardır. Ve onlar için hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmezler de." (Bakara, 112)

Nitekim şu buyruğunda da ahiret gününe iman ile salih amele bu vadini bağlı olarak zikretmiştir:

"Şüphe yok ki, iman edenlerle yahudiler, hıristiyanlar ve Sahiller arasında kim Allah'a ve ahiret gününe iman edip de salih amelde bulunursa, onlar için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır." (Maide, 69)

İşte bu;

Allah'ın emretmiş olduğu salih amel demek olan iman ile birlikte,

Dini Allah'a halis kılmayı ifade eden İslâm'ın biribirinden ayrılmaz şeyler olduğunu göstermektedir.

Her iki nitelik için yapılan vaadler birdir. Bu ise sevabın verilmesi, cezanın da nefyedilmesidir. Korkunun nefyedilmesi, korkulan şeyin nefyedilmesidir. Nefyedilmesini gerektiren bir sebepdir. Bundan dolayı Yüce Allah:

"Onlar için korku yoktur, onlar üzülmezler de" buyurmuş, onlar korkmazlar dememiştir. Onlar Allah'tan korkmakla birlikte, onlar için korku yoktur. Ayrıca üzülmeleri de nefyedilmektedir. Çünkü üzüntü geçmişte olan bir şey için olur. Onlar hiçbir durumda üzülmezler. Ne kabirde, ne de kıyamet arasatında. Korku ise böyle değildir. Cennete girmeden önce korku meydana gelebilir. İçte de onlar için korku yoktur.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Haberiniz olsun ki Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur. Onlar üzülecek de demlilerdir. Onlar iman edip takvaya devam edenlerdir." (Yunus, 62-63)

Mücerred ve mutlak İslâm'a gelince;

Mücerred ve mutlak imana cennete girmenin taalluk ettiği gibi, mücerred ve mutlak İslâm'a, Allah'ın kitabında cennete girişin taalluk ettiği görülmemektedir.

Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"Rabbinizden bir mağfirete ve Allah'a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış, eni yerlerle göğün eni gibi olan cennete koşuşarak yarışın." (Hadid,21)

"İman edenlere Rableri katında, muhakkak bir doğruluk makamı olduğunu müjdele." (Yunus, 2)

Yüce Allah, halili Hz. İbrahim'le ona uyanları iman sahibi olmakla nitelendirmiştir:

"Ve Lut da ona iman etti" (Ankebut, 26) buyruğunda olduğu gibi.

Yine şu buyruğunda da onu böylece nitelendirmektedir:

"Şimdi gerçekten biliyorsanız söyleyin: İki gruptan hangisi emin olmaya daha layıktır? İman edenler imanlarına da zulüm karıştırmayanlar, işte emin olmak onlarındır. Onlar doğru yolu da bulmuşlardır. İşte bu bizim hüccetimizdir ki, biz onu İbrahim'e -kavmine karşı- verdik." (En'am, 81-83)

Yüce Allah ayrıca onu iman katlarının en üstüne sahip olmakla nitelendirmiştir. Hz. Muhammed (s.a.v)'den sonra yaratılanların en üstünü odur. Hz. İbrahim özellikle mü'minlere rızık ihsan edilmesi için duada bulunarak şöyle demiştir:

"Ve ahalisinden Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri mahsullerle rızıklandır." (Bakara, 126)

O şöyle de dua etmiştir:

"İkimizi de sana teslim olmuş kullar kıl. Soyumuzdan da (yalnız sana teslim olan) müslüman bir ümmet yarat." (Bakara, 128)

"Musa dedi ki: Kavmim! Eğer siz Allah'a iman ettiyseniz müslümanlar iseniz artık yalnız ona güvenip dayanınız." (Yunus, 84) buyrukları

Yüce Allah'ın şu buyruğundan sonra gelmektedir:

"Musa'ya kavminin gençlerinden başkası iman etmedi. Onlar da Fir'avn'dan ve onların ileri gelenlerinin kendilerini fitneye düşürmesinden korkuyorlardı." (Yunus, 83)

Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Musa'ya ve kardeşine: Mısır'da kavminiz için evler hazırlayın. O evlerinizi kıbleye dönük (veya namazgah) yapın. Ve namazı dosdoğru kılın, mü'minleri de müjdele diye vahyettik." (Yunus, 87)

Mutlak müjdenin müslümanlar için sözkonusu olacağını da Yüce Allah bizlere şu buyruğunda hatırlatmaktadır:

"Biz sana bu kitabı, her şeyi apaçık beyan eden bir hidayet, bir rahmet ve müslümanlara da bir müjde olmak üzere kısım kısım indirdik." (Nahl, 89)

Şanı Yüce Allah, iman eden sihirbazları hem müslüman, hem de iman sahibi olmakla nitelendirmiştir. Onlar şöyle demişlerdi:

"Alemlerin rabbine,Musa ve Harun'un rabbine iman ettik." (A'raf, 121)

Yine o sihirbazlar şöyle demişti:

"Sen bizden ancak Rabbimizin ayetlerine -onlar bize geldiğinde- iman ettik diye intikam almak istiyorsun." (A'raf, 126)

Bu sözler de onlar tarafından söylenmiştir:

"Biz iman edenlerin ilki olduğumuz için, Rabbimizin günahlarımızı mağfiret edeceğini umarız." (Şuara, 51)

Yine onlar şöyle demiştir:

"Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve müslümanlar olarak canımızı al." (A'raf, 126)

Şanı Yüce Allah İsrailoğulları peygamberlerini şu buyruğunda "İslâm olmakla" nitelendirmiştir:

"Şüphesiz ki Tevrat'ı biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nur vardır. İslâm olmuş olan peygamberler onunla yahudilere hükmederdi." (Maide,44)

Bütün peygamberler ise mü'mindirler. Havarileri de Yüce Allah, hem iman sahibi, hem de müslüman olmakla nitelendirerek şöyle buyurmaktadır:

"Hani havarilere: Bana ve Rasulüme iman edin diye vahyetmiştim. Onlar da: İman ettik ve gerçekten müslümanlar olduğumuza sen de şahit ol, demişlerdi." (Maide, 111)

Ayrıca:

"Havariler dediler ki: Allah'ın yardımcıları biziz, Allah'a iman ettik. Şahit ol ki şüphesiz biz müslümanlarız." ( Al-i İmran, 52)

Aradaki farkın hakiki şekli şudur:

- İslâm bir dindir. Din ise boyun eğmek ve zilletle itaat etmek anlamındadır.

- Allah'ın beğenip seçtiği ve bütün peygamberleri ile gönderdiği İslâm dini ise, yalnızca Yüce Allah'a teslim olmaktır.

- Bunun kalbte asıl şekli yalnızca ona ibadet etmek ve başka hiçbir kimseye ibadet etmemek suretiyle Allah'a boyun eğmektir.

- Her kim Allah'a ibadet etmekle birlikte, onunla beraber başka bir ilaha da ibadet eder taparsa, müslüman olmaz.

- Her kim Allah'a ibadet etmeyip ona ibadeti kendisine yedirmeyerek büyüklenirse, o da müslüman olmaz.

- İslâm, Allah'a teslim olmaktır. Bu ise ona boyun eğmek ve ibadet etmektir.

- Kişi teslimiyetini gösterip buna göre davrandığı zaman, dilciler "eslemer-reculu" ifadesini kullanırlar. Buna göre asıl olarak İslâm, ameli ifade eder. Yani kalbin ve organların amelini.

İmanın aslı ise, tasdik, ikrar ve tanımadır.

Bu ise kalbin, amelini de içerir sözü türündendir. Onda aslolan ise tasdiktir. Amel ona tabi olur. işte bu bakımdan Peygamber (s.a.v) imanı, kalbin inanıp boyun eğmesi şeklinde açıklamıştır ki, bu da Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine imandır.

İslâm'ı ise özel bir şekilde teslim olmak şeklinde açıklamıştır ki, bunlar da beş esastır.

İşte Peygamber (s.a.v) diğer buyruklarında da imanı bu türlü açıklamakta, İslâm'ı da bu şekilde yorumlamaktadır. Bu ise en üstün şeklidir. Bundan dolayı Peygamber (s.a.v):

"İslâm, açığa vurmaktır, iman ise kalbtedir" (Müsned, 3, 135) buyurmuştur.

Dış amelleri insanlar görür. Kalbte bulunan tasdik, tanıma, sevgi, korku ve reca (umut) ise içtedir. Fakat bazan buna işaret edebilen ve onun gereği (lâzımı) olan şeyler de vardır. Lâzım olan bir şey ise, melzum olmadıkça bir işaret olmaz, işte bundan dolayı mü'minin de münâfıkın da yaptığı şeyler, onun lâzımı olan şeyler arasındandır.

Abdullah b. Amr ve Ebû Hureyre tarafından Peygamber (s.a.v)'in söylediği nakledilen:

"Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden kurtulduğu. Mü'min ise, insanların kanlarını ve mallarını güvendikleri kimsedir" hadisine gelince, bu hadiste müslüman kişi zahir bir durum ile açıklanmıştır. ("Müslüman..." bölümü: Buhârî, İman, 5; Müslim, İman, 64-66; "Mü'min...." bölümü: Tirmizî, İman, 12; Nesâî, İman, 8)

Bu da insanların onun zararından uzak kalmalarıdır. Mü'min kimse ise bâtın bir durum ile açıklanmıştır. Bu da onların kanlarına ve mallarına gelebilecek bir zarara karşı emin olmalarıdır. Bu nitelik ise ötekinden daha üstündür. Çünkü insanlar, güvenilir bir kimsenin kötülüklerinden de kurtulurlar. Fakat kötülüklerinden kurtulan her kişi, güvenilir bir kimse değildir. Çünkü kalbindeki bir iman dolayısıyla değil, bir şeyler umduğu, yahut bir şeylerden korktuğu için onlara eziyeti terketmiştir.

Ubeyd b. Umeyr'in Amr b. Abse'den, onun da Rasûlullah (s.a.v) 'tan rivayet ettiği hadise göre, Amr, Peygamber (s.a.v)'e:

İslâm nedir? diye sormuş Hz. Peygamber şu cevabı vermiştir:

"Yemek yedirmek ve yumuşak söz söylemektir." Bu sefer iman nedir? diye sorunca:

"Müsamaha göstermek ve sabretmektir." (Müsned, IV, 385; V, 319)

Yemek yedirmek insanın pek çok amaç gözeterek yapabileceği dıştaki bir ameldir. Yumuşak söz söylemek de böyledir. Müsamahakârlık ve sabır ise, insan nefsinde yer eden iki huydur.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sabrı tavsiye ve merhameti tavsiye edenler..." (Beled, 17)

Bu durum ötekinden daha üstündür. Daha üstün olan bu durum ise kişinin sabırlı, şükredici, insanlara karşı hoşgörülü ve merhametli, hoşa gitmeyen şeylere karşı sabredip katlanma halidir. Bu ise kendisine kötülük isabet ettiği zaman sabırsızlanıp sızlanan, hayır gelip dokunduğu zaman da engelleyen kimsenin ahlâkının zıddınadır. (Meâric, 19-21'e işaret ediliyor.)

Böyle bir kimsede nimetin bulunması halinde müsamahakârlık ve cömertlik olmaz, musibet halinde de sabır olmaz.

Hadisin geri kalan kısmı şöyledir: Peki hangi İslâm daha üstündür? Hz. Peygamber şöyle buyurur:

"Müslümanların dilinden ve elinden kurtulduğu kimsedir."

Ey Allah'ın Rasulü! Mü'minlerin hangisinin imanı daha kamildir? diye sorunca Hz. Peygamber:

"Ahlakı en güzel olanların" buyurur.

Ey Allah'ın Rasulü! Hangi tür öldürülme daha şereflidir diye sorar. Hz. Peygamber:

"Kanı akıtılan ve atı kesileninki" buyurur.

Ey Allah'ın Rasulü! Hangi cihad daha faziletlidir? diye sorulunca, Rasûlullah (s.a.v):

"Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerinki" diye cevap verir.

Yine sorar: Ey Allah'ın Rasulü! Hangi sadaka daha faziletlidir? Hz. Peygamber şu cevabı verir:

"Fakir kimsenin eli yettiğince verdiğidir."

Peki ey Allah'ın Rasulü! Hangi namaz daha üstündür? diye sorunca Hz. Peygamber:

"Uzun uzadıya dua yapılandır" der.

Ey Allah'ın Rasulü! Hangi hicret daha faziletlidir? diye sorunca Hz. Peygamber:

"Kötülüklerden uzak kalanınkidir" buyurur. (Ebû Davud, Vitr, 12; İbn Mâce, Cihad, 15)

Bu hadis Ubeyd b. Umeyr'den kimi zaman mürsel olarak, kimi zaman da müsned olarak rivayet edilir.

Bir rivayette de:

En faziletli zamanlar hangileridir? diye sorar, Rasûlullah (s.a.v):

"Sehere doğru olan gece vakitleridir" der. Hz. Peygamber'in:

"İmanın en faziletli olanı müsamaha ve sabırdır'' buyruğu, bir başka yoldan Hz. Cabir'den, o da Peygamber (s.a.v)'den rivayet edilir.

Aynı şekilde diğer hadis-i şeriflerde de "İslâm zahiri amellerle birlikte, Allah'a gösterilen kalbi teslimiyet" şeklinde açıklanmaktadır.

İmam Ahmed'in Behz b. Hakim'den, onun babasından, onun da dedesinden rivayet ettiği bilinen hadis de böyledir. Buna göre dedesi şöyle demiştir:

Allah'a yemin ederim ey Allah'ın Rasulü! Sana gelmemek için bu parmaklarım sayısınca yemin ettikten sonra geliyorum. Seni hak ile gönderen adına söyle! Seni neyle gönderdi? Hz. Peygamber:

"İslâm" deyince, İslâm nedir? diye sordu:

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

"Kalbini Allah'a teslim etmen, yüzünü dosdoğru Allah'a yöneltmen, farz kılınmış olan namazı kılman, farz kılınmış zekâtı vermendir. Bunlar birbirinden ayrılmaz kardeş (gibi) dir. İslâm'a girdikten sonra şirk koşan kuldan hiçbir şeyi kabul etmez." (Ebû Davud, Vitr, 12; İbn Mâce, Cihad, 15)

Bir rivayette de şöyle demiştir:

"Ben yüzümü Allah'a teslim ettim ve başka her şeyden uzaklaştım deyip namazı kılman ve zekâtı vermendir. Müslümanın her şeyi diğer müslümana haramdır."

Bir diğer lafzında da şöyle denilmektedir:

"Ben nefsimi Allah'a teslim ettim ve yalnız kendimi ona ibadete hasrettim" demendir.

Muhammed b. Nars, İbn Madan'dan, onun da Ebû Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu ki:

"Gerçek şu ki, İslâm'ın işaret taşları ve yoldaki aydınlatıcı kuleyi andıran kulesi vardır. Allah'a ibadet edip ona hiçbir şeyi ortak koşmaman, namazı kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman, iyiliği emredip kötülükten engellemen, kendileriyle karşılaştığın takdirde insanlara selâm vermen de bunlar arasındadır. Eğer onlar selâmını alırlarsa, melekler hem sana hem de onlara selâm verir. Eğer selâmını almazlarsa, melekler senin selâmını alır ve sen onlara bir şey söylemeyecek olursan melekler onlara lanet okur. Yanlarına girdiğin zaman ev halkına selâm vermen de bu işaretlerdendir. Her kim bunlardan bir eksik yaparsa, işte bu İslâm'da bulunan bir payı terketmiş olur. Her kim de bunların tümünü terkederse İslâm'ı arkasına atmış olur." (Müsned, V, 3)

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Hep birden Silm'e girin" (Bakara, 208)

Mücahid ve Katâde der ki:

Bu ayet-i kerîme müslümanlar hakkında nazil olmuştur. Onlara İslâm'ın bütün şer'i hükümlerine girmelerini (bütün hükümlerini uygulamalarını) emretmektedir. Bu ise:

Kitap ehlinden olup İslâm'a girenler, ya da İslâm'a girmeyenler hakkında nazil olmuştur diyenlerin sözlerine de aykırı değildir. Çünkü bütün bunlar, aynı şekilde bu emre muhataptırlar.

Cumhur: "Silm'e" girmekten kasıt İslâm'a girmektir demiştir.

Bir grup da: Bundan kasıt itaattir derler. Her iki görüş de İbn Abbas'dan rivayet edilmiştir ve her ikisi de gerçektir.

Çünkü İslâm, önceden de açıklandığı üzere, amellerle ilgili olarak bir itaattir.

"Hep birden" buyruğu hakkında ise şöyle denilmiştir:

Bundan kasıt hepiniz girin demektir.

Bunun, İslâm'ın tümüne girin demek olduğu da söylenmiştir ki, doğru olanı budur.

Çünkü bir insana başkasının ameli konusunda emir verilmez. Aksine her birisine kendisinin güç yetirebileceği şeyler emredilir. Yüce Allah'ın "Girin" buyruğu, zaten onların hepsine bir hitaptır.

"Hep birden" buyruğu ile, eğer hep birlikte girmek kastedilmişse, insanın, başkası İslâm'a girinceye kadar müslüman olmayı terketmesi gerekir. O zaman İslâm dinine girmek,ancak başkasının bu konuda kendisine muvafakat etmesi şartına bağlı olarak verilmiş bir emir olur. Cuma namazında olduğu gibi. Böyle bir şeyi ise hiçbir müslüman söyleyemez.

Eğer "hep birden" buyruğundan kasıt "hepiniz girin" ise, Kur'an-ı Kerîm'in bütün emirleri "Allah'a ve Rasûlüne iman eden", "namazı kılın", "zekâtı verin" şeklindeki emirleri hep bu türdendir, bununla ilgili olarak söyleneler hep böyledir.

Yüce Allah'ın:

"Müşriklerle topluca savaşın" (Tevbe, 36) buyruğundan kasıt, onların hepsiyle savaşınız ve kendisiyle savaşmadık bir müşrik bırakmayınız demektir.

Bu ayet-i kerîme andlaşmaların feshedilmesinden sonra indirilmiştir. Bundan kasıt hepiniz bir araya gelerek, yahut hepiniz onlarla savaşınız demek değildir. Bu şekilde bir savaş farz değildir. Aksine onlarla gereğine göre savaşılır.

Cihad farz-ı kifayedir. Muhataplar farz-ı ayn olan buyruklarla hep birlikte ve tümüyle muhatap alınmadıklarına göre, farz-ı kifayede bunun böyle olması ve pekiştirilmesi nasıl düşünülebilir? O halde kasıt sadece ve sadece kendileriyle savaşılanları kapsamaktır, genelleştirmektir.

Yüce Allah'ın:

"Onlar nasıl sizinle topluca savaşıyorlarsa" (Tevbe, 36) buyruğunda ise iki ihtimal söz konusudur.

Maksat şudur: Allah bütünüyle İslâm'a girmeyi emretmiştir. Nitekim hadis de buna işaret eder. İslâm'dan olan her ne varsa, ona girmek (onu yerine getirmek) gerekir. Eğer farz-ı ayn ise onu ferd olarak yapması gerekir. Eğer farz-ı kifaye ise, farz olduğuna inanmalı ve gerçekleşmesi halinde onu yapmaya kararlı olmalıdır. Ya da efdal olanı yaparak onu işlemelidir. Eğer müstehab ise, onun güzel olduğuna inanmalı ve işlemeyi sevmelidir.

Cerir (r.a)'dan rivayete göre, adamın birisi şöyle demiştir:

"Ey Allah'ın Rasulü! Bana İslâm'ın niteliğini bildir. Hz. Peygamber ona şu cevabı vermiştir:

"Allah'tan başka ibadete layık ilâh olmadığına şehadet etmen, Allah'tan geleni kabul edip namazı kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutup Beytullahı haccetmendir".

Adam kabul ettim, demiş."

Bu hadiste sözü edilen olay oldukça uzundur. Buna göre o, fare deliklerinin bol olduğu bir arazideki yarıklar arasına düşmüş ve ölmüştü. O sırada da karnı açtı. iki melek de onun ağzına cennet meyvelerinden koyuyorlardı. Hadis-i şerifte geçen:

"Allah'tan gelen şeyleri kabul etmendir" ifadesi, Hz. Muhammed (s.a.v)'in Allah'ın Rasulü olduğunu kabul etmendir demektir. Çünkü bunu getiren odur.

Ebu Süleyman Daranî'nin rivayet ettiği "biz mü'minleriz" diyen hey'etle ilgili hadiste, Peygamber Efendimiz onlara şöyle sorar:

"Peki imanınızın ameli nedir?" Onlar:

"Onbeş özelliktir. Bunlardan beş tanesi, senin gönderdiğin elçilerin yapmamızı, beş tanesi de iman etmemizi emrettikleri şeylerdir. Beş tanesi ise, cahiliye döneminden beri bizim huyumuz olup İslâm'dan sonra da o esaslar üzerine yürüyoruz. Ancak onlardan sen herhangi bir şeyi hoş görmezsen (bırakırız).

Hz. Peygamber sorar:

"Benim gönderdiğim elçilerin size yapmanızı emrettiği beş şey nedir?" şu cevabı verirler:

1 - Allah'tan başka ibadete layık hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şahitlik etmek,

2 - Namaz kılmak,

3 - Zekât vermek,

4 - Ramazan orucunu tutmak,

5 - Beytuttah'a haccetmektir.

Hz. Peygamber sorar:

"Peki elçilerimin sizlere iman etmenizi emrettiği bir şey nedir?" şöyle derler:

Elçilerin bizlere: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ölümden sonra dirilişe iman etmemizi emretmiştir.

Hz. Peygamber sorar:

"Peki cahiliye döneminden beri sizin huyunuz olan ve İslâm'dan sonra da devam ettiğiniz beş şey nedir?" Şu cevabı verirler:

- Belâ ve musibet esnasında sabretmek,

- Bolluk zamanlarında şükretmek,

- Gelip geçen ilahi kaza ve hükümlere razı olmak,

- Düşmanlarla karşılaştığımız yerlerde dosdoğru ve sebat göstermek,

- Düşmanların başına gelenler dolayısıyla sevinmeyi terketmek.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

"(Bunlar) alimler, hekimlerdir. Doğruluk ve samimiyetleri dolayısıyla neredeyse peygamber olacaklar."

Hz. Peygamber devamla şöyle buyurdu:

"Ben sizlere beş özellik daha söyleyeceğim: Böylelikle sizin yirmi tane özelliğiniz olur:

1 - Eğer dediğiniz gibiyseniz yemeyeceğinizi toplayıp biriktirmeyiniz.

2 - Mesken olarak kullanmayacağınız şeyi inşa etmeyiniz.

3 - Yarın ondan ayrılıp başka yere göçeceğiniz herhangi bir şeyde birbirinizle yarışmayın.

4 - Huzuruna döndürüleceğiniz ve kendisine arzedileceğiniz Allah'tan korkun.

5 - Yönelip gideceğiniz ve orada ebediyyen kalacağınız yere rağbet edin."

Bu hey'et amel edip uyguladıkları beş şeyi İslâm, iman ettikleri beş şeyi iman olarak birbirinden ayırmışlardır. Peygamber (s.a.v)'den rivayet edilen bütün hadisler de böyle bir şeye işaret etmektedir.

İmam Ahmed'in Eyyub'dan, onun Ebû Kilâbe'den, onun Şam halkından birisinden, onun da babasından rivayetine göre Peygamber (s.a.v) ona:

"İslâm ol, esenlikte olursun" demiş, o da islâm nedir diye sorunca Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Kalbini Allah'a teslim etmen ve müslümanların da senin dilinden ve elinden selâmette olmasıdır."

İslâm'ın hangisi daha üstündür diye sorunca Hz. Peygamber:

"İman" der. İman nedir? diye sorunca:

"Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve öldükten sonra dirilmeye iman etmendir."diye cevap verir, imanın hangisi daha üstündür diye sorunca:

"Hicrettir" cevabını verir. Adam hicret nedir? diye sorunca Hz. Peygamber:

"Kötülükten uzaklaşmandır" cevabını verir. Bu sefer: Hangi hicret daha üstündür? diye sorunca Hz. Peygamber:

"Cihad" der. Adam cihad nedir? diye sorunca Hz. Peygamber şöyle buyurur:

"Kendileriyle karşılaştığın takdirde kâfirlerle cihad etmen, ganimetten çalmaman ve korkaklığa kapılmamandır." Daha sonra Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

"Bundan sonra ise benzerleri ile amel eden dışında bütün amellerin en faziletlisi iki amel vardır." Bunu üç defa tekrarladıktan sonra:

"Bir haccı mebrur, yahut umre" Hz. Peygamberin:

"Bunlar bütün amellerin en faziletlileridir" sözünden, onların cihaddan sonra en faziletli ameller oldukları anlaşılmalıdır. Çünkü Peygamber Efendimiz: "Bundan sonra... iki amel" buyurmaktadır.

Bu hadis-i şerifte iman, İslâm'ın içerisinde özel bir şey olarak söz konusu edilmiş, İslâm ondan daha genel olarak gösterilmiştir. Nitekim hicret de iman içerisinde özel bir durumdur ve iman ondan daha kapsamlı bir şey olarak gösterilmiştir. Cihad ise hicretten daha özel, hicretten ondan daha genel olarak söz edilmiştir.

Kısacası buna göre:

İslâm:yalnızca Allah'a ibadet edip ona hiçbir şeyi şirk koşmaksızın dini yalnızca ona halis kılmaktır.

İşte öncekilerden olsun, sonrakilerden olsun, Allah'ın kendisinden başka hiçbir kimseden hiçbir dini kabul etmediği Allah'ın dini budur.

Yüce Allah bize peygamber göndermiş olduğundan dolayı ona ibadet ancak peygamberlerinin emrettiği şekilde olur. Buna zıd olacak şeylerle olmaz. Çünkü bunun zıddı masiyettir.

Ayrıca Yüce Allah peygamberliği, Muhammed (s.a.v)'in peygamberliği ile sona erdirmiştir.

Allah'tan başka ibadete layık hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed (s.a.v)'in de Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehadet getirmeyen hiçbir kimse asla müslüman olamaz. İnsan, bu kelimeyi söyleyerek İslâm'a girer.

Buna göre İslâm, bir sözdür deyip de bunu kasteden bir kimse doğru söylemiştir. Diğer taraftan Rasululah (s.a.v)'ın emretmiş olduğu beş esas gibi zahir amellere bağlanmak, onları yerine getirmek de kaçınılmaz bir şeydir. Bunlardan herhangi bir şeyi terkeden kişinin İslâm'ı bu konudaki eksikliği kadar eksik kalır.

Nitekim hadis-i şerifte:

"Her kim bunlardan bir şeyi eksik yaparsa, o İslâm'dan olup ta terkettiği bir paydır."

İşte bu amelleri insan Yüce Allah için ihlasla işleyecek olursa, bunlar dolayısıyla ona sevap verir. Ancak bu, o insanın ikrar ile birlikte kalbinden Allah'tan başka ibadete layık hiçbir ilâh olmadığını ve Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğunu kabul etmesine bağlıdır.

O vakit onun sahip olduğu imanla birlikte bu ikrar da ortaya çıkar. Bu ikrarın sahibinde, şüphe ve tereddüdü kabul etmeyecek derecede bir yakinin bulunması gerekmediği gibi, mücahid olması, mü'min olanı mü'min olmayan müslümandan ayırdedici diğer özelliklere de sahip olması da gerekli değildir.

Müslümanlardan birçok kimse bâtınen ve zahiren imandan gerekli olan hususlar ile birlikte böyle bir İslâm'a sahiptir. Bununla birlikte yakin ve cihad aşamasına ulaşmamışlardır. Bu gibi kimseler müslüman olmaları ve icmalî olarak Rasulü kabul etmeleri karşılığında sevap alırlar. Hatta onun kitap getirmiş olduğunu da ona bir melek geldiğini de onun şu hususu haber verdiğini de bilmeyebilirler. Eğer Rasûlullah (s.a.v)'in bunları haber verdiği onlara ulaşmamışsa, o konuda ayrıntılı şekilde onu ikrar etmek sorumlulukları yoktur. Fakat onun Allah'ın Rasulü olduğunu ikrar etmeleri ve Allah'tan haber verdiği bütün hususlarda doğru söylediğini kabul etmeleri kaçınılmazdır.

Diğer taraftan mü'mini müslümandan ayırdeden imanda tafsili bir durum söz konusu olduğu gibi, bir itminan ve bir yakin de vardır. Böyle bir kişinin imanı, kemmiyet ve keyfiyetteki değeri bakımından farklıdır. Bu gibi kimselerin Allah'a meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine imanları ile birlikte ötekilerinin bilmeyeceği bir şekilde öldükten sonra dirilmeye ve kadere dair tafsili bilgileri de vardır.

Aynı şekilde bunların kalblerinde bulunan yakin, sebat ve tasdikin kalblerinden ayrılmaması, ötekilerinin sahip olamayacakları bir düzeydedir, işte bunlar hakiki mü'minlerdir ve her mü'minin de müslüman olması kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü iman ameli gerektirir.

Her müslüman ise bu şekilde mutlak bir imana sahip bir mü'min değildir. Çünkü Allah'a teslim olmak ve onun için amelde bulunmak böyle özel bir imanın varlığına bağlı değildir. Bu iki durum arasındaki farkı insan kendisinden anlayabildiği gibi başkasının hallerinden de bilebilir.

İnsanların çoğunluğu, küfürden sonra İslâm'a girdikleri, yahut müslüman olarak doğup da, onun şer'i hükümlerine bağlandıklarında Allah'a ve Rasûlüne itaat edenlerden olduklarında, müslümandırlar ve icmalî bir imana sahiptirler. Fakat imanın hakikatinin kalplerine girmesi peyderpey meydana gelir.

Yoksa insanların birçoğu yakîne ve cihad noktasına kadar ulaşamazlar. Eğer onlarda şüphe uyandırılmak istenirse, şüpheye düşerler. Cihad emri verilecek olursa, cihad etmezler. Bununla birlikte bunlar kâfir veya münafık da değildir. Bunlarda sadece, şüphe ve tereddüdü bertaraf edecek şekilde kalbî ilim, marifet ve yakın bulunmamaktadır. Yine onlarda Allah'a ve Rasûlüne karşı ailelerini ve mallarını feda edebilecekleri seviyede güçlü bir muhabbet de yoktur. Bu gibi kimseler eğer mihnetten esenlikle kurtulur ve ölürlerse cennete girerler. Şüphe ve tereddüde düşmelerini gerektirecek şeylerle sınanacak olurlarsa, Allah onların şüphe ve tereddütlerini ortadan kaldıracak şeyleri ihsan etmedikçe şüphe edenlerden olur ve bir çeşit nifaka düşerler.

Aynı şekilde farz-ı ayn olarak cihad etmeleri gerektiği halde cihad etmezlerse, tehdide muhatap kimselerden olurlar. Bu bakımdan, Peygamber (s.a.v) Medine'ye geldiğinde bütün Medine halkı İslâm'a girdi, fakat mihnet ve ibtilalar baş gösterince münafıklık yapanlar münafıklık yaptı. Eğer bu gibi kimseler bu imtihanlardan önce ölmüş olsalardı, İslâm üzere ölür, cennete girerlerdi. Bununla birlikte doğru söyledikleri açıkça ortaya çıkan ve belâlarla karşı karşıya kalan gerçek mü'minlerden değillerdi.

Şanı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Elif, Lâm, Mim. İnsanlar iman ettik demekle ve imtihan olunmadıkça bırakılıverileceklerini mi sandılar? Andolsun onlardan önce geçenleri biz imtihan etmişizdir. Allah elbette doğru olanları da bilir, yalancı olanları da bilir." (Ankebut,1-3)

"Allah murdarı temizden ayırıncaya kadar mü'minleri üzerinde bulunduğunuz halde terkedecek değildir." (Al-i İmran, 179)

"İnsanlardan kimisi Allah'a, bir yar kenarında imiş gibi ibadet eder. Eğer ona hayır isabet ederse onunla mutmain olur. Eğer bir fitne gelip çatarsa, yüzü üzere geri döner. Dünyayı da ahireti de kaybetmiş olur. İşte bu apaçık hüsranın kendisidir." (Hacc, 11)

Bu bakımdan Allah münafıkları, önce imana sonra da imanın dışına çıktıklarını belirterek şu buyruklarında yermiştir:

"Ve Allah şahitlik eder ki münafıklar muhakkak yalancıdırlar. Onlar yeminlerini kalkan edindiler ve Allah'ın yolundan alıkoydular... Bu onların iman etmeleri, sonra inkâr etmeleri sebebiyledir. Bunun için de kalplerine mühür basıldı. Bu yüzden onlar anlamazlar." (Münafikun, 1-3)

Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Münafıklar kalblerinde olanı açıkça kendilerine haber verecek bir sûrenin tepelerine indirilmesinden endişe ederler. De ki: Siz hâlâ alay edip durun... De ki: Allah ile onun ayetleriyle ve onun rasulü ile mi eğleniyordunuz? Özür dileyip durmayın. Siz iman ettikten sonra kâfir oldunuz. Eğer içinizden bir kesimi affetsek bile bir diğer kesimi günahkar kimseler olduklarından azablandıracağız." (Tevbe, 64-66)

Burada Yüce Allah peygamberine, o kimseler için "İman ettikten sonra kâfir oldunuz" demelerini emretmektedir.

Bu gibi ayetler hakkında, bunlar önce kalpleriyle kâfir olmakla birlikte dilleriyle iman ettiklerini ifade ettikten sonra kâfir oldular şeklinde bir açıklama doğru bir açıklama değildir. Çünkü kalbin küfrü yanında dilin imanı varsa, imanın yanında küfür bulunuyor demektir. O takdirde bunlara siz iman ettikten sonra kâfir oldunuz denilmez. Çünkü onlar aslında kâfirdirler. Eğer:

"Sizler iman ettikten sonra küfrünüzü ortaya koydunuz" şeklinde bir şey amaçlanmışsa, onlar çok özel şahıslar dışında insanlara karşı bunu izhar etmiyorlar ve bu özel adamlarıyla yine aynı durumlarını sürdürüyorlardı. Fakat onlar münafıklığa sapıp kalblerinde bulunan münafıklığı açığa çıkartacak bir sûrenin indirilmesinden endişe edip alay edici sözleri söyleyince, daha önce iman etmişken sonradan kâfir oldular. Lâfız, onların halâ münafıklıklarını sürdürdüklerine işaret etmemektedir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et ve onlara karşı sert ol. Onların yerleri cehennemdir, o ne çirkin bir dönüş yeridir. Söylemediklerine dair Allah adına yemin ederler. Şüphe yok ki onlar o küfür sözünü söylediler. Onlar müslümanlıklarından sonra kâfir oldular ve ulaşamadıkları bir şeye de yeltendiler.Halbuki intikam almaya kalkışmaları için Allah ve peygamberinin kendilerini lutfuyla zenginleştirmiş olduğundan başka bir sebep de yoktur. Eğer tevbe ederlerse, onlar için hayırlı olur. Eğer yüz çevirirlerse, Allah onları dünyada da ahirette de pek acıklı bir azab ile azablandırır." (Tevbe, 73-74)

Görüldüğü gibi burada da "müslümanlıklarından sonra kâfir oldular" denilmiştir.

Onların bu şekildeki İslâm'a girişleri, bedevi arapların girişleri türünden olabilir. O zaman "imanlarından sonra" buyruğu ile "müslümanlıklarından sonra" buyruğu arasında bir fark olmaz. Halen münafık kalmaya devam ediyor da olabilirler. Böyle bir durumda kısmen de olsa imana sahip oldukları herhangi bir durumlârının varlığından söz edilemez.

Çünkü artık küfrü ve irtidadı da izhar etmiş bulunuyorlar. İşte bundan dolayı onları tevbe etmeye davet etmek üzere şöyle buyurmaktadır:

"Eğer tevbe ederlerse, onlar için hayırlı olur. Eğer yüz çevirirlerse..."

yani tevbeden sonra tevbe etmekten yüz çevirirlerse:

"Allah onları dünyada da, ahirette de pek acıklı bir azab ile azablandırır."

Bu açıkça küfrünü gösteren kimseler hakkında söz konusudur. Rasûlullah (s.a.v) böyle bir kimseye karşı had ve cezayı uygulamak suretiyle cihad eder. İşte bundan dolayı bu buyruklar Yüce Allah'ın:

"Ey Peygamber! kâfirlerle ve münafıklarla cihad et ve onlara karşı sert ol"

buyruğundan sonra yer almaktadır ve işte yine bunun için:

"Onlar için yeryüzünde ne bir dost, ne de bir yardım edici vardır'' buyurmuştur.

İslâm'dan sonra küfre sapan bu kesim iman ettikten sonra küfre sapan kesimden farklıdır. Çünkü İslâm'a girdikten sonra küfre sapan bu kesim İslâm'a girişlerinden sonra küfre girmelerine sebep olan küfür sözünü söylemiş oldukları halde, Allah adına böyle bir söz söylemediklerine yemin ettiler ve erişemeyecekleri bir işi yapmaya kalkıştılar. Bu onların böyle bir şeyi yapmaya çalıştıklarına, ancak amaçlarını gerçekleştiremediklerine işaret etmektedir. Burada yapmadıkları şeyi yapmaya kalkıştılar denilmemektedir. Fakat "erişemeyecekleri şey" den söz etmektedir. Bu konuda onlardan hem söz hem de fiil sadır olmuştur. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Eğer onlara soracak olsan elbette: Biz sadece söze dalıyor ve şakalaşıyorduk, derler" (Tevbe, 65)

Böylelikle hem itiraf etmiş oldular, hem de özür dilediler, işte bundan dolayı şöyle buyurulmaktadır:

"Özür dileyip durmayın. Siz iman ettikten sonra kâfir oldunuz. Eğer içinizden bir zümreyi affetsek bile bir başka zümreyi günahkar kimseler oldukları için azaplandıracağız." (Tevbe, 66)

İşte bu onların kendilerince küfrü gerektiren bir iş yaptıklarını zannetmediklerine delildir. Aksine onlar bu tür davranışın küfür olmadığını sanıyorlardı. Böylelikle Allah ile, ayetleriyle ve Rasulüyle alay etmenin kişiyi imanından sonra küfre düşüren bir şey olduğunu açıklamaktadır. Bu da onlarda zayıf bir imanın bulunduğunun delilidir. Bundan dolayı haram olduğunu bildikleri, fakat küfür olacağını sanmadıkları bir işi yaptılar. Halbuki bu, kâfir olmalarını gerektiren bir küfür davranışıydı. Onlar bunun caiz olduğuna inanmıyorlardı.

Nitekim seleften birden çok kişi Bakara sûresinde önce gören, sonra körleşen, bilen sonra inkâr eden, iman eden sonra da kâfir olan kimselerle ilgili olarak verilen örnekteki münafıkların nitelikleriyle ilgili olarak böyle söylemiştir.

Katâde ve Mücahid de böyle demiştir:

Burada örnek, onların mü'minlere yönelmeleri ve Rasûlullah (s.a.v) 'in getirdiklerini işitmelerine ve nurlarının gittiğini göstermek için verilmiştir, işte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onların hali bir ateş yakanın hali gibidir. Ateş etrafını aydınlatınca Allah onların nurlarını giderip kendilerini görmeyecek halde karanlıklar içinde bırakır. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler." (Bakara, 17-18)

Yani daha önce üzerinde bulundukları hale geri dönmezler. Burada nurdan kastedilen bu münafıkların dünya hayatında iken kanlarının akıtılmaması ve mallarının alınmamasıdır. öldüklerinde ise ateş sahibinin ateşin ışığından mahrum edilmesi gibi, bu ışıktan mahrum edilirler şeklinde açıklama getirenlerin sözlerine gelince, ayeti kerîmenin lafzı bunun öyle olmadığını işaret etmektedir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"... kendilerini görmeyecek halde karanlıklar içinde terkeder. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık onlar dönmezler."

Kıyamet gününde ise Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi azab içerisinde olacaklardır:

"O günde münafık erkeklerle münafık kadınlar mü'minlere: Bize bakın da sizin nurunuzdan aydınlanalım, diyecekler. Onlara şöyle denilecektir: Geriye dönün de nur arayın. Aralarında kapısı olan bir duvar çekilecektir. İç tarafında rahmet dış tarafında ise önünden azab vardır. Onlara biz sizinle bareber değil miydik? diye sesleneceklerdir. Diyecekler ki: Evet fakat siz nefislerinizi fitneye kaptırdınız..." (Hadid, 13-14)

Seleften birden çok kişi şöyle der:

Kıyamet gününde münafığa önce bir nur verilecek, sonra bu nur söndürülecektir. işte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"O gün Allah peygamberi ve onunla birlikte olan iman edenleri mahcup etmeyecektir. Nurları önlerinde ve sağlarında koşacaktır. Rabbimiz bizim nurumuzu bize tamamla ve bize mağfiret buyur... diyeceklerdir." (Tahrim, 8)

Müfessirler der ki:

Mü'minler, münafıkların nurunun söndürüldüğünü gördüklerinde, Allah'tan nurlarını tamamlamasını ve bu nur ile birlikte kendilerini cennete ulaştırmasını isteyeceklerdir..

İbn Abbas der ki:

Kıyamet gününde kendisine nur verilmeyecek müslüman hiçbir kimse yoktur. Münâfıkın nuru söndürülür. Mü'min ise münâfıkın nurunun söndürüldüğünü göreceğinden dolayı korkuya kapılacaktır, işte bunun için o:

"Rabbimiz bizim nurumuzu bize tamamla" diyecektir. Durum onun dediği gibidir.

Buhârî ile Müslim'de Ebû Hureyre'den, Ebû Said'den -ve başka yolardan- sabit olduğuna göre Peygamber (s.a.v)'den de böylece sabit olmuştur. Ayrıca Müslim, Cabir'den gelen yolla bunu rivayet ettiği gibi, İbn Mes'ud'dan gelen rivayet yoluyla da bilinmektedir ki, bunların en uzun olanı budur. Kıyamet gününde nidada bulunulacağından söz eden Ebû Musa'nın rivayet ettiği uzunca hadiste şöyle denilmektedir:

"Her ümmet (dünyada iken) neye ibadet ediyorsa, onun arkasından gitsin. Güneşe ibadet edenler güneşin arkasından gidecektir. Aya ibadet edenler ayın arkasından gidecektir. Tağutlara (putlara) ibadet edenler tağutların arkasından gidecektir. Aralarında münafıkların da bulunduğu halde bu ümmet geri kalacaktır. Allah onlara zatını tanıyacakları suretinden ayrı bir surette gelip ben sizin rabbinizim diyecektir. Onlar senden Allah'a sığınırız, Rabbimiz bize gelene kadar bizim kalacağımız yer burasıdır, diyeceklerdir. Nihayet Yüce Allah bize gelince bu sefer onu tanırız. Allah onlara zatını tanıyacakları suretinde gelecek ve: Ben sizin Rabbinizim, diyecek, Onlarda: Evet sen bizim rabbimizsin, deyip ona tabi olacaklardır."

Bir diğer rivayette: "Bacağını açar" denildiği gibi, bir başka rivayette de şöyle denilmektedir:

"Peki sizinle onun arasında zatını kendisi vasıtasıyla tanıyacağınız bir işaret var mıdır? Onlar: Evet, deyince bacağının üzerini açacaktır. Kendiliğinden Allah'a secde eden ne kadar kişi varsa secde etmesi için o kişiye izin verilecektir. Geriye münafıklık ederek ve riyakârlık yaparak secde eden ne kadar kişi kalırsa, Allah onun sırtını tek bir parça haline getirecek ve secde etmek istediği her seferinde sırtüstü düşecektir. Onların sırtları sığırların boynuzları gibi olacaktır. Başlarını kaldıracaklar, önlerinde ve sağlarında nurlarını görüvereceklerdir. Münafıkların nurları söndürülecek bu sefer: Durunuz da sizin nurunuzla aydınlanalım, diyeceklerdir." (Müsned, IV, 109, V, 33, 35)

Böylelikle münafıkların, dünya hayatında oldukları gibi, zahirde mü'minlerle birlikte haşrolacakları açıklanmaktadır. Fakat gerçeğin ortaya çıkacağı zaman, mü'minler rablerine secde edeceklerinde münafıklar secde etmek imkânını bulamayacaklardır. Çünkü onlar dünya hayatında iken rableri için secde etmemişlerdi. Aksine insanlara karşı riyakârlık etmek maksadıyla bunu yapıyorlardı. Ahiretteki ceza (amelin karşılığı) ise dünya hayatındaki amel cinsinden olacaktır, işte bundan dolayı onlara bir nur verilecek sonra söndürülecektir. Çünkü onlar dünya hayatında iken önce imana girmiş sonra imandan çıkmışlardır, işte bunun için şanı Yüce Allah bunlar için böyle bir örnek vermiştir. Bu örnek aralarında önce iman eden sonra da inkâr edip küfre sapan kimse hakkındadır. Bunlara ahirette önce bir nur verilecek sonra da bu nur söndürülecektir.

İşte bundan dolayı "onlar" bâtınlarında İslâm'a "dönmezler" (Bakara, 18) denilmiştir.

Bu, Katâde ve Mukâtil'in açıklamalarına göre, sapıklıklarından dönmezler anlamına gelir.

Süddî, İslâm'a dönmezler demek olduğunu söyler. Amacı, bâtında onların İslâm'a dönmeyeceklerini belirtmektir. Yoksa zaten onlar müslüman olduklarını gösteriyorlardı. Bu örnek dünyada olan bir şeydir ve bu onların bir kısmı için verilmiştir ki, bunlar önce iman eden, sonra inkâr edip kâfir olanlardır. Münafıklıkları devam eden kimseler için ise bir başka örnek verilmiştir ki, o da Yüce Allah'ın:

"Yahut içinde karanlıklar, şimşek ve gök gürültüsü ile gökten boşanan yağmur gibidir" (Bakara, 1) buyruğunda dile getirilmiştir. Konuyla ilgili iki görüşün doğru olanı budur. Müfessirler bu örneğin onların tümü için mi, yoksa bir kısmı için mi verildiği konusunda iki ayrı görüş ortaya atmışlardır, ikinci görüş (yani bir kısmı için verilmiştir diyen görüş) doğru olandır. Çünkü Yüce Allah:

"Yahut ....yağmur gibidir" denilmiştir. Burada yer alan "ev" (yahut) sözcüğüyle iki husustan birisi isbat edildiğine göre, bu onlar hakkında verilen örneğin şu ve öteki olduğunun delilidir. Yani onlar bu iki örneğin dışına çıkmazlar. Aksine bir kısmının durumu bu örnekteki, diğer bir kısmının durumu da öteki örnektekini andırır. Eğer onların hepsi iki örnekte anlatılanları andıran tipten olsalardı burada "ev" (yahut) denilmez, sadece atıf "vav"ı zikredilirdi.

Burada yer alan "ev" (yahut, veya) edatının, "sen Hasan ile veya İbn Şirin ile otur" şeklindeki sözde olduğu gibi, muhayyer bırakmak içindir diyenlerin görüşlerinin önemi yoktur. Çünkü muhayyer bırakmak, emir ve talepde söz konusudur. Verilen haberde söz konusu olmaz. Aynı şekilde burada yer alan "veya" edatının "vav" (ve) anlamında, yahut muhatapları şüpheye düşürmek için, ya da müphem bırakmak için olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin de kabul edilecek bir tarafı yoktur.

Çünkü Yüce Allah, verdiği örneklerle konuya açıklık getirmeyi ve anlaşılır kılmayı murad eder. Şüpheye düşürmeyi ve müphem bırakmayı değil.

Burada gözetilen maksat, mü'minler için, onların durumlarını anlaşılır kılmaktır. Buna verilen birinci örnekte. "Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler" denilirken, ikinci örnekte şöyle denildiğini görüyoruz:

"Ölüm korkusuyla yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri çepeçevre kuşatandır. O şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecek. Onları aydınlattıkça da ışığında yürürler. Başlarına karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah dileseydi onların işitmelerini ve görmelerini giderirdi. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir." (Bakara, 19-20)

Böylelikle ikinci örnekte, Allah dilese onların işitmelerini ve görmelerini alıp götüreceğini açıklarken, birinci örnekte onların daha ince görenler oldukları halde, sonraları karanlıklar içerisinde görmeyecek bir halde sağır, dilsiz ve kör olduklarını belirtmektedir, ikinci örnekte şimşek etraflarını aydınlattığında, onun aydınlığında yol aldıklarını, etrafları kararınca da dikilip kaldıklarını görüyoruz.

O halde onların iki durumu vardır:

Birisi aydınlık, birisi karanlık.

Birincileri karanlıkta kalmışlardır. O bakımdan birinci hal, önce aydınlıkta iken sonradan karanlığa düşme halidir,

İkinci hal ise aydınlıkta olsun karanlıkta olsun, karârı olmayan kişinin halidir. Böyle birisi karar bulacak yerde onun durup kalmasını ve şüphe ve tereddüde düşmesini gerektirecek halleri değişip durur.

Bunu, şanı Yüce Allah'ın yine kâfirler hakkında "ev" (veya) edatıyla vermiş olduğu iki örnek daha iyi açıklamaktadır.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Kâfir olanların amelleri ise ovalardaki serap gibidir. Susuz kimseler onu su sanır. Nihayet ona yaklaşınca orada bir şey bulmaz. Halbuki onun yanında Allah'ı bulmuştur da o da hemen onun hesabını tastamam öder. Allah hesabı çok sür'atli olandır.

Yahut derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Ki, bir dalgayı bir diğer dalga kaplar. Onun üzerinde bulutlar vardır. Birbiri üstünde yığılmış karanlıklar. Öyle ki, kendi elini çıkarsa neredeyse elini göremeyecektir. Allah kime nur vermemişse onun için nur olmaz." (Nur, 39-40)

Birincisi, bâtıl üzere olduğu halde, kendisini hak üzere kabul eden kişinin küfür ve inkârına örnektir. Kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören ve bunun farkında olmayan, ayrıca bunu bilmediğini de bilmeyen kişinin durumuna benzer, işte bunun örneği ovada görülen serap gibidir.

İkinci örnekte ise hiçbir şeye inanmayan bir küfür ve inkârda olanın durumu anlatılmaktadır. Böyle bir kimse, bilgisizliğinin büyüklüğü ve korkunçluğu dolayısıyla üstüste yığılmış karanlıklar içerisinde bulunanın durumunu andırır. Bu, kendisinin hak üzere olduğu konusunda bir inanca da sahip değildir. Aksine üst üste yığılmış karanlıklar içerisinde sapıtmıştır ve cahil kalmaya devam eder.

Yine münafık ve kâfir kimi zaman bu nitelikte, kimi zaman da diğer nitelikte olabilir. O takdirde her iki örnekteki kısımlama kişilerin çeşitliliğini ve durumlarının çeşitliliğini anlatmak için olur.

Durum ne olursa olsun, kendisi hakkında bir örneğin verildiği kimse, o örnekte anlatılan durumu andıran bir haldedir.

Çünkü iki örnek, şekil ve anlam bakımından birbirinden farklıdır, işte bundan dolayı iman için sadece bir tek örnek verilmiştir. Çünkü hak birdir. Ona örnek olarak nur gösterilmiştir, ötekilerine ise hakikati olmayan bir ışık örnek gösterilmiştir. Ovadaki serap, yahut üst üste yığılmış karanlıklar gibi.

Münafık da bu durumdadır. Ona da ya önce görüyorken sonradan kör olan yahut da istifade edemeyeceği şeyleri işitip gören ve hayret ve çalkantı içerisinde bulunan kişinin hali örnek gösterilmiştir. Böylelikle münafıklar arasında kendisinin önce iman etmiş, daha sonra bâtınen küfre sapmış olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır, işte bu husus hadis, tefsir ve siyer ile uğraşan ilim ehli tarafından çokça nakillerle belirtilen bir husustur.

Bunlara göre birtakım kimseler önce iman etmişken, daha sonra münafıklık etmişlerdir. Bunun ise birtakım sebepleri vardır. Bunlardan birisi kıblenin değiştirilmesi hususudur. Kıble değiştirilince, bir kısım insan bu yüzden imandan döndü. Bu ise Yüce Allah'ın insanları kendisi vasıtasıyla sınadığı bir imtihandı.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Biz senin halâ yöneldiğin kıbleyi ancak peygambere uyanları ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayırdetmemiz için kıble yaptık. Gerçi bu elbette büyük bir iştir. Ancak Allah'ın hidayet verdiği kimseler hakkında değil." (Bakara, 143)

Yani Kabe bizim size kıble olarak tayin edeceğimizi bildiğimiz kıbledir. Kabe, mescidi ve haremiyle Beytü'l-Makdis'ten çok daha faziletlidir. Beytü'l-Atik odur. İbrahim ve onun dışındaki diğer peygamberlerin kıblesi odur. Allah hiçbir kimseye Musa'ya da, İsa'ya da, başka hiçbir peygambere de Beytü'I-Makdis'e dönerek namaz kılmalarını emretmemiştir. O bakımdan bizim Beytü'l Makdis'i senin için daimî bir kıble kılmamız söz konusu olmazdı. Onu önceleri senin için kıble olarak tayin edişimiz seni Kabe'ye doğru çevirmek suretiyle insanları imtihan ederek Rasule uyacak olanlar ile ökçeleri üzerinde gerisin geri döneceklerin birbirlerinden ayırdedilmeleri içindir, işte bu şekildeki bir teşride böyle bir hikmet vardır.

Aynı şekilde Uhud günü müslümanlar bozguna uğrayıp Peygamber (s.a.v)'in yüzü yaralanıp dişi de kırılınca, bir grup irtidat edip münafıklık etmeye başladı.

Yüce Allah şöyle buyurmuştu:

"Gevşemeyin, üzülmeyin de. Siz eğer gerçekten mü'minler iseniz, muhakkak üstünsünüzdür. Eğer size (Uhud'da) bir yara dokunduysa, o topluluğa da (Bedir'de) öylece bir yara isabet etmiştir. İşte biz bu günleri insanlar arasında döndürür dururuz. Ta ki Allah mü'minleri ayırdetsin, içinizden şehidler edinsin. Allah zalimleri sevmez. Bir de mü'minleri temizlesin, kâfirleri de helak etsin diyedir." (Al-i İmran, 139-141)

Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İki ordunun karşılaştığı gün, başınıza gelen Allah'ın emriyle idi. Bu, mü'minleri ayırdetmesi ve münafıklık yapanları da açığa çıkarması içindi. Onlara: Gelin Allah yolunda savaşın yahut savunma yapın, denildiği vakit: Eğer biz savaşmasını bilseydik size uyardık, derler. Onlar o gün imandan çok küfre daha yakındılar. Onlar ağızlarıyla kalblerinde olmayanı söylüyorlardı. Allah onların gizlediklerini çok iyi bilendir." (Al-i İmran, 166-167)

Yüce Allah'ın:

"Münafıklık yapanları açığa vurmak içindi" buyruğu sonradan münafıklık eden kimseler hakkında açıkça anlaşılan bir ifadedir. Bu buyrukta hem daha önce münafıklık etmeyenleri kapsadığı gibi, hem önceden münafıklık etmekle birlikte ikinci defa münafıklığını yenileyen kimseleri de kapsamaktadır.

Yüce Allah'ın:

"Onlar o gün imandan çok küfre daha yakındılar" buyruğu onların bu günden önce küfre daha yakın olmadıklarını açıklamaktadır. Yani küfre yakınlıkta ya biribirlerine eşittiler veya imana daha yakın idiler durum da böyle idi. Çünkü İbn Übeyy, Uhud günü Rasûlullah (s.a.v)'ın ordusundan geri çekilince onunla birlikte savaşa katılmak üzere çıkanların üçte biri de geri çekildi. Denildiğine göre üçyüz kişi civarında idiler, bâtınlarında hepsi de münafık kimseler değillerdi. Çünkü münafıklık etmelerini gerektirecek bir durum yoktu.

İbn Übeyy, Peygamber (s.a.v)'e zahiren itaat ettiğini ve ona iman ettiğini gösteriyordu. Her cuma mescidde konuşma yapıyor ve Peygamber (s.a.v)'e tabi olmayı emrediyordu. Onun kalbinde bulunan münafıklık ise, ancak çok az kimse tarafından -o da ortaya çıkarsa- açıkça görülebiliyordu. Kavmi arasında ona büyük saygı duyuluyordu. Hatta ona taç giydirip başlarına kral gibi geçirmeye de karar vermişlerdi. Fakat nübüvvet gelince bu iş suya düştü. Kıskançlığı da onu münafıklık yapmaya itti.

Yoksa İbn Übeyy'in daha önce kendisine davet ettiği bir dini yoktu. Böyle bir durum yahudiler hakkında söz konusuydu. Peygamber (s.a.v) dinini getirip gelince ve Allah bu dinin güzelliğini açıkça ortaya çıkartıp nurunu izhar edince, kalbler bu dine meyletti, özellikle Allah ona Bedir günü zafer verdikten ve Kaynuka oğulları yahudilerine karşı onu muzaffer ettikten sonra Peygamber (s.a.v) hem dine, hem de dünyalığa sahip olmuş oluyordu, iman etmeyi gerektirecek hususlar genel olarak bütün Ensar arasında mevcuttu. Onların büyük bir çoğunluğu da İbn Übeyy'i çokça tazim ediyor ve ona sevgi besliyordu. İbn Übeyy ise ayrılmayı gerektirecek şekilde herhangi bir muhalefeti de açığa çıkarmamıştı.

Fakat Uhud günü ordudan geri çekilip hem benim görüşüme, hem kendi görüşüne uymuyor, tutup çocukların görüşünü kabul ediyor deyince, -veya benzeri sözleri harcayınca- onunla birlikte birçok kimse ordudan çekildi. Bu çekilenler arasında daha önce münafıklık etmeyenler de vardı.